Güreş Tarihi/Tarihçesi, Osmanlıda Döneminde Güreş, Hakkında Bilgi

Güreş.

Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde küreş ve göreş şekillerinde de bulunan keli­menin etimolojisi kesin olarak bilinmemektedir. Hem be­den gücüne hem zekâya dayanan güreş sporunun geçmişi insanlık tarihi kadar eskidir. Milâttan önce II. binyıla ait Mı­sır duvar resimlerinde görülen güreş fi­gürleri, bu sporun en az o dönemden iti­baren sistemli bir hale getirilmiş oldu­ğunu göstermektedir. Grekler ve Roma­lılar tarafından da yapıldığı bilinen gü­reş eski Türkler arasında çok yaygındı. Çin yıllıklarında, bazı seyahatnamelerde, destanlarda ve saray tarihlerinde Türk-ler’in bu sporu savaş temrinlerinin yanı sıra bayram ve düğün şenlikleri gibi çe­şitli vesilelerle de yaptıkları ve bir yiğit­lik ölçüsü olarak kabul ettikleri belirtil­mektedir. Özellikle hükümdarlar, şehzadeler, vezirler tarafından ilgi ve hima­ye görmesi, güreşi binicilik ve atıcılık gi­bi saray sporlarından biri haline getir­miştir. Tarihte Türk kızlarının dahi gü­reştiği bilinmekte, hatta bazısının tali­bine, ona varabilmesi için at yarışında, ok atmada ve güreşte kendisini yenme­si şartını koştuğu görülmektedir.

Câhiliye döneminde bilhassa panayır­larda yaygın bir şekilde güreş müsaba­kaları yapılırdı. Ukâz panayırındaki güreşleriyle tanınan Hz. Ömer, şanssız bir gününde Hâlid b. Velîd ile karşılaşmış ve güreş sırasında bacağı kırıldığı için yenik sayılmıştı. İslâm kül­türünde güreşin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamberin birer savaş spo­ru olarak atıcılık, binicilik, koşuculuk ve yüzmeyi teşvik ettiği gibi biz­zat kendisinin de güreştiği bilinmektedir. Dönemin ünlü pehlivanlarından Rükâne b. Abdüyezîd, İslâm dinini kabul etmek için Resûl-i Ekrem’in kendisini güreşte yenmesini şart koşmuş ve yapılan karşılaşmada Hz. Peygamber onu yenmiştir. Rükâne de bunun üzerine veya başka bir rivayete göre da­ha sonra Mekke’nin fethi sırasında müslüman olmuştur.

Kaynaklarda Resûl-i Ekrem’in Rükâ-ne’den başka bazı kimselerle de güreş­tiği, ergenlik çağına gelen ashap çocuk­larının askere alınmaları için her yıl dü­zenlenen merasim sırasında birbirleriyle güreştikleri, ayrıca Hz. Hasan ile Hü­seyin’in de Resûlullah’ın huzurunda gü­reş tuttukları zikredilmektedir. Hz. Peygamber’in. asıl pehlivan ve güçlü kim­senin güreşte başkalarını yenen değil öfkelendiğinde kendini tutan kimse ol­duğunu ifade eden hadisi de yi­ne güreşle ilgilidir.

Abbasîler zamanında güreş, halifeler ve saray ileri gelenleri tarafından teşvik edilen yaygın bir spordu; meşhur pehli­vanlar sarayda işe alınırdı. Halifeler gü­reş müsabakalarını seyreder ve zaman zaman da bizzat güreşirlerdi. Halife Emîn güreşe çok düşkündü; bir defasında ars-lanla boğuşmuş ve parmağından yara­lanmıştı. Halife Mu’tazıd da yine ne ka­dar güçlü olduğunu göstermek için eski Mezopotamya ve Grek mitolojilerinde yarı ilâh kahramanlar olan Gılgamış ve Herkül gibi arslanla boğuşmuş ve onu öldürmüştü. Büveyhîler’den Muizzüddev-le’nin emriyle Bağdat’ta büyük kalaba­lıkların seyrettiği saatlerce devam eden güreş müsabakaları düzenlenirdi. Başa­rılı pehlivanlar daha sonra Muizzüddev-le’nin huzurunda da karşılaşma yapar, galip gelenler para ve hil’atlerle ödüllen­dirilirdi.

İslâmiyet sonrası Türk folklorunda gü­reşçilerin pîri, “Allah ve Resulü’nün arslanı” lakabıyla tanınan ve şehidlerin efendisi ka­bul edilen Hz. Hamza’dır. Selçuklular, Türk güreş geleneğini İran’da Fars ve İs­lâm kurallarıyla birleştirerek yeni bir kimliğe büründürmüşlerdir. Farsça asıl­lı “pehlivan” kelimesi de muhtemelen o sıralarda Türk diline geçmiştir. Güreş sporuna yeni giren kuralların başında Hz. Peygamber’e salavat getirilmesi, dua okunması ve Hz. Hamza’nın adının anıl­ması gelir. Selçuklular zamanında başta Konya olmak üzere birçok şehirde gü­reşçi tekkeleri kurulmuştur.

Osmanlı döneminde, özellikle padişah­ların himayesi sayesinde güreş ilk yıl­lardan itibaren gelişmeye başlamıştır. Orhan Bey’in Bursa’da. I. Murad’ın Edir­ne’de güreşçiler için tekkeler açtıkları bilinmektedir. Güreşçilerin bir cemaat halinde teşkilâtlanması muhtemelen Fâ­tih Sultan Mehmed zamanında olmuş­tur. II. Bayezid de çeyrek asırdan fazla vali olarak bulunduğu Amasya’ya civar ülkelerden pehlivanlar getirtmiş ve padişah olunca bunları İstanbul’a götüre­rek bir bölük halinde toplamıştır. Yavuz Sultan Selim zamanına ait ehl-i hiref def­terinden “cemâat-i küştîgîrân” denilen bir güreşçiler topluluğunun bulunduğu ve Ali Küçük, Hacı, Kemal Acem, Şahku-lu, Mehmed Divane, Ali Rum ve Ali Zor-baz gibi pelivanların yetiştiği Öğrenilmek­tedir. Bunlar­dan Ali Küçük’ün 1000 kuruş maaş al­dığı ve öteki güreşçilere hocalık yaptığı anlaşılmaktadır. Ünlü nişancı ve tarihçi Celâlzâde Mustafa Çelebi, Tabakâtü’l-memâlik’mm birinci tabakasının on do­kuzuncu derecesini pehlivanlar zümresi­ne ayırmış, fakat eserin bu bölümü gü­nümüze ulaşmamıştır. Kanunî Sultan Sü­leyman zamanında da önemini koruyan güreş sporu daha sonra ihmale uğramış­tır. Nitekim XVI. yüzyıl sonlarında bir gü­reşçi tarafından yazılmış arzuhalde padi­şahtan eskisi gibi pehlivanlara önem ve­rilmesinin istendiği görülmektedir. IV. Murad zamanında gü­reşçilerin Bîrun’dan Enderun’a alındığı ve bu padişah döneminde kurulan Seferli Koğuşu’nda güreşçilerin de bulundu­ğu anlaşılmaktadır. IV. Mehmed devrinde Enderun’da bazı güreş müsabakalarının yapıldı­ğı bilinmektedir. Ancak hassa güreşçi­lerinden Tokatlı Halil ile bostancılardan Hamza Pehlivan’ın padişahın İzni dışın­da güreşmeleri her ikisinin de idamını-na sebep olmuş ve güreş bir süre yasaklanmıştır. Yine bu padişah döneminde miftah ağası olan pehlivan Mehmed Ağa kapıcıbaşılıkla dış hizmete çıkmıştır. Ge­rek IV. Mehmed’in gerekse III. Ahmed’in şehzadeleri için yaptırdıkları sünnet düğünlerinde diğer sportif faaliyetler ya­nında güreşe de yer verilmiştir.

II. Mahmud zamanında Enderun ko­ğuşlarının mevcudu azaltılırken güreş­çiler de çıkarılmış ve Sultan Abdülaziz’in cülusuna kadar saray kadrolarına bir daha alınmamışlardır. Ancak yine bu pa­dişah ve Sultan Abdülmecid dönemle­rinde zaman zaman Çinili Köşk’te, Gül-hane’de, Eski Saray’da, Velî Efendi Çayın’nda, Okmeydanı’nda ve Kâğıthane’­de güreş müsabakalarının düzenlendiği ve İkiz Osman ile Ahıskalı Mahmud pehlivanların çok ün kazandıkları bilinmek­tedir. Sultan Abdülaziz ise aşırı güreş meraklısı idi; onunla Türk güreş tari­hinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu padişah zamanında Rumeli’nin ve Ana­dolu’nun ünlü pehlivanları İstanbul’a ge­tirtilerek saraya alınmış ve bunlara gö­revler verilmiştir. Avrupa gezisinde ya­nında bazı güreşçileri de götüren Sul­tan Abdülaziz’in Dolmabahçe, Beylerbe­yi ve Çırağan saraylarında düzenlettiği güreş müsabakaları dillere destandır. Dö­nemin en ünlü pehlivanları Tokatlı Ka­sım, Arnavutoğlu Ali, Lofçalı Kara İbo, Kavasoğlu İbrahim. Makarnacı H. Hüse­yin ve Kel Aliço idi; bu pehlivanlar Ihla-mur’daki Saya Ocağı tesislerinde kalır­lardı. Sultan II. Abdülhamid de spordan hoşlanan bir hükümdardı. Saltanatının ilk yıllarında güreşçilere pek ilgi göster­memesinde ve İstanbul’da güreş sporu­nu yasaklamasında. Sultan Abdülaziz’in katli olayına bazı pehlivanların adının karışmış olmasının rolü büyüktür; ayrı­ca kalabalık Önünde yapılan müsaba­kalardan saltanatı açısından çekinmiş olabileceği de akla gelmektedir. Ancak 1890’dan sonra özellikle “Türk gibi kuvvetli” sözünü dünyaya tekrar kabul et­tiren Koca Yûsuf. Kara Ahmed. Adalı Ha­lil ve Kurtdereli Mehmed’in Avrupa ve Amerika’da kazandıkları başarıların et­kisiyle İstanbul’da güreş müsabakaları yapılmasına tekrar izin verilmiş ve pa­dişah, “cihan şampiyonu” Kara Ahmed’i huzuruna kabul ederek kendisini iftihar nişanı ile mükafatlandırmıştır. 1901 Eki­minde Bursa’da ödüllü güreş turnuvası ve 1903 Ocağında İstanbul’da ülke ça­pında greko- Romen güreş şampiyonası düzenlenmiştir. Özellikle padişahın tah­ta çıkışının yirmi beşinci yıldönümünde yaptırdığı huzur güreşlerine Kara Ah-med, Küçük Yûsuf. Adalı Halil. Molla İbrahim, Madaralı Ahmed ve Kurtdereli Mehmed gibi ünlü pehlivanlar katılmış, bunlar çeşitli ihsan ve hediyelerle taltif edilmişlerdir.

Güreşçi Tekkeleri

İlk olarak Orhan Bey zamanında Bursa’da açılan güreşçiler tekkesinin kale içinde Bey Sarayı’nın ya­nında olduğu bilinmektedir. Güreşçi tekkelerinin başına gü­reşte başarı kazanmış, öğretmeyi bilen, otoriter ve okur yazar kişiler getirilirdi, “şeyh” denilen bu kimselerin, buralarda barınan ve kendilerine “derviş” adı veri­len güreşçilerin tasavvuf ve tarikatla alâ­kası yoKtu. Günümüzün güreş kulüple­ri durumunda olan tekkelerde şeyh ve ailesi, dervişler ve hizmetliler için ayrıl­mış mekân ve hücrelerle binaların dı­şında idman yapmaya müsait çimenlik bir meydan bulunurdu; kış idmanları ge­nişçe bir kapalı mekânda yapılırdı. Os­manlı dönemi güreşçi tekkelerinin ikin­cisi Edirne’de I. Murad zamanında ve Evliya Çelebi’ye göre Ali Paşa Çarşısı civarında kurulmuş, üçüncüsü II. Murad tarafından Manisa’da yaptırılmıştı. Dör­düncü tekke, fetihten sonra İstanbul’un Unkapanı civarındaki Atlamataşı mev­kiinde inşa ettirilen Pehlivan Şücâ Tek­kesi, beşincisi yine İstanbul’da Şebsafâ Kadın Camii civarında bulunan Pehlivan Demir Tekkesi’dir. II. Bayezid’in valiliği sırasında Amasya’da da bir güreşçi tekkesinin açılmış olması kuv­vetle muhtemeldir. Ayrıca Bulgaristan’­da Razgrad şehri yakınlarında XVI. yüz­yılın ilk yarısında kurulan Demir Baba Tekkesi’ni de anmak gerekir. Güreşçi tekkelerinin gi­derleri yaptıranların bağladığı vakıf ge­lirlerinden karşılanırdı. İstanbul’daki tek­kelerin pehlivanları belli günlerde sara­ya çağrılarak padişahın huzurunda En­derun pehlivanlarıyla güreştirilirdi. Bu­nun en bol örneği I. Abdülhamid zama­nına rastlar. Güreşçi tekkeleri muhtemelen II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı’nın ilgasının (1826) ardından kapa­tılmıştır.

Huzur Güreşleri

Osmanlı padişahları­nın huzurunda yapılan güreşler bu adla anılırdı. Tarihi oldukça eskiye giden bu güreşler daha ziyade düğün, bayram gi­bi şenliklerde, son zamanlarda ise bi­nişlerde davul zurna eşliğinde yapılır­dı. Güreş bitince padişah pehlivanlara ihsanlarda bulunurdu. II. Bayezid 1504 yılında Beşir Ahmed adlı pehlivana 3000, Süleyman adlı pehlivana ise 1500 kuruş vermişti; bunlardan birincisinin galip gel­diği, diğerinin mağlûp olduğu anlaşıl­maktadır. II. Ahmed. İbrahim ve Selim adlı ikiz şehzadelerinin doğumları mü­nasebetiyle bütün ülkede dört gün. dört gece şenlikler yapılması için ferman çı­karmış, ayrıca kendisi de Alay Köşkü’-ne gelerek karşısındaki Sırıkmeydanı’nda davul zurna eşliğinde pehlivan gü­reşleri yaptırmıştı. Bu­nun örneklerini III. Ahmed zamanında Lâle Devri’nde de görmek mümkündür. Huzurda bazan vezirlerin maiyetinde bu­lunan, hatta dış ülkelerden getirtilen pehlivanlar da güreştirilirdi. Nitekim ken­disi de iyi bir sporcu olan ve kapı halkı ile leventlerinin hemen tamamını spor­culardan oluşturan Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa’nın maiyetindeki altı peh­livan saray pehlivanlarıyla güreşmiş, fa­kat hepsi de yenilmişti. Enderun’dan yetişen pehlivan­lar arasında Zal Mahmud Paşa. Hattat Hasan Paşa. Deli Hüseyin Paşa. Melek Ahmed Paşa ve Hafız Mehmed Paşa gi­bi ünlü devlet adamları da bulunmak­tadır.

Güreş Çeşitleri

Tarih boyunca Türkler “Karakucak, yağlı güreş, aba güreşi” ad­lan altında güreşler yapmışlardır. Bun­lardan tarihi çok eski olan ve kıran kı­rana yapılan karakucak güreşinde peh­livanlar, cinsel organlar dışında istedik­leri yerden tutabilir ve istedikleri oyunu uygulayabilirler. Galibiyet için iki omu­zun yere değdirilmesi şarttır. Ayrıca ra­kip kucağa alınarak üç adım taşınır ve eller yere değecek şekilde arka üstü dü-şürülür veya Kispeti fazlaca yırtılırsa ye­nilmiş sayılır. Yağlı güreş, pehlivanların beli ve paçaları iple bağlı meşin kispet giyerek ve zeytin yağı ile yağlanarak tut­tukları güreş türüdür. Yağlı güreşte ga­libiyet için iki omuzun yere değdirilme şartı yoktur. Sırtı yere değdirmek, ra­kibin kispetini yırtmak veya çıkarmak, ayakları yukarı kaldırıp çivi gibi tutmak, pes ettirmek, ayakları yerden keserek bedeni havada tutmak, meydanı terket-tirmek, kıç üstü veya yan üstü düşüre­rek göbeği açtırmak (açık düşürmek) ga­libiyet için yeterlidir. Yağlı güreşte “des­te, küçük orta, büyük orta, baş altı. baş” adları altında beş derece bulunur. Kırk-pınar gibi kalabalık güreşlerde aynı derecede güreşecek çiftler ne kadar çok olursa olsun hepsi birden güreşir. Yeni­lenler meydanı terkeder, yenenler tek­rar tutuşur ve güreş en arkaya kalan çif­tin sonucu alınıncaya kadar devam eder. Daha çok Güney ve Güneydoğu Anado­lu taraflarında yapılan aba güreşi adını pehlivanların giydikleri abadan alır. Önü düğmesiz olan bu üst giysisi belden bir kuşakla bağlanır. Güreşçiler altlarına uzun don veya şalvar giyerler. Tarihi çok eski olan bu Türk güreşinin Orta Asya’­dan Hindistan’a, oradan da Çin’e ve Ja­ponya’ya geçtiği söylenmektedir. Türk güreşlerinin hiçbirinde süre sınırı yok­tur. Nitekim efsaneye göre, Kirkpınar güreşlerine adlarını veren kırk gaziden ikisi yenişemeyerek yorgunluktan ölmüş ve arkadaşları tarafından güreştikleri yere gömülmüştür.

Kırkpınar Güreşleri

Osmanlı dönemin­de saray dışında güreş müsabakaları da­ha çok panayırlarda, bayram ve düğün şenliklerinde yapılır, son zamanlarda ise genellikle bir hayır kurumu yararına bu işi meslek edinmiş organizatörler tara­fından düzenlenirdi. Panayır güreşleri­nin en önemlisi, günümüzde Yunanis­tan sınırları içinde kalan Kırkpınar’da yapılırdı. Halen her yıl temmuz ayının ilk yarısında Edirne’nin Sarayiçi mevkiinde aynı adla düzenlenen güreşler eski ge­leneği devam ettirmektedir. Tarihi Or­han Bey zamanına kadar giden Kırkpı­nar güreşleri, rivayete göre Şehzade Sü­leyman Paşa ile (ö. 1357) Rumeli’ye ge­çen kırk gazi yiğidin o civarda güreşmesiyle başlamıştır. Kırkpınar güreşlerinin en önemli özelliği, “Kırkpınar ağası” de­nilen bir organizatör tarafından düzen­lenmesidir. Güreşlerin yapıldığı son gün meydancılardan biri tarafından kucakta seyircilerin önünde dolaştırılan kuzuya en yüksek fiyatı veren kişi ertesi yılın Kırkpınar ağası olur. Ağa mart başından itibaren güreşçilere, konuklara ve seyir­cilere çağrılarda bulunur. İlk iki gün ge­nellikle küçük boyların pehlivanları, son gün ise büyük orta, baş altı ve baş peh­livanlar güreşirler. Kırkpınar güreşleri yağlı güreş tarzında ve bu türün kural­larına uygun olarak kıran kırana yapılır. Galip gelen başpehlivana altın kemer verilir ve üç yıl üstüste başpehlivanlığı elinde tutan kişi üçüncü yılın sonunda altın kemerin temelli sahibi olur. Bu gü­reşlerin önemli görevlilerinden biri, bü­tün güreşçileri özelliklerini söyleyerek yüksek sesle tanıtan ve dua yapan caz­gırdır. Cazgırlar genellikle eski pehlivan­lar arasından çıkar. Bu dualardan şah­sa özel olmayanlarından biri şöyledir: “Hoş geldiniz, safa geldiniz erler mey­danına / Şeref verdiniz zümrüt Kırkpınar’a / Besmele ile kispetleri çektiniz ince bele / Okudunuz üflediniz hazret-i pîre / Söğüt dalından odun olmaz / Mos­kof kızından kadın olmaz / Her ananın doğurduğundan pehlivan olmaz / Hey hey / Allah Allah illallah / Hayırlar gele inşallah / Pirimiz Hamza Pehlivan / As­lımız neslimiz pehlivan / İki yiğit çıkmış meydâne / Biri birinden merdâne / Biri here, biri kare / İkisinin de zoru pare / Alta geldim diye yerinme / Üste çıktım diye sevinme / Alta gelirsen apış / Üs­te çıkarsan yapış / Vur sarmayı künde-den at / Gönder Muhammed’e salâvat / Seğirttim gittim pınara / Allah ikinizin de işini onara!”

Kırkpınar başpehlivanlığını en fazla elinde tutan güreşçi, “Gaddar” lakabıy­la da anılan Kel Aliço olmuştur.

Bunlardan başka düğün, ramazan ve sirk güreşleri de vardı. Düğün sahibinin zenginliğine göre deste, ayak, orta ve baş boylarında olan düğün güreşleri dü­ğünün ilk günü başlar ve son günü bi­terdi. Her boya verilecek ödüller deve. tay, tosun, koç, keçi ve kumaş türün­den olurdu. 1894 yılında Gelibolu Mev­levi şeyhi Mustafa Dâniş’İn oğlunu ev­lendirirken Çardak’ta yaptırdığı düğün­deki güreşlere Koca Yûsuf, Adalı Halil, Kurtdereli, Katrancı ve Kara Ahmed gi­bi ünlüler katılmış. Kel Aliço da hakem­lik yapmıştı. II. Abdülhamid’in izniyle 21 Şubat 1897 günü Kara Ahmed’in de ka­tılmasıyla başlayan ramazan güreşleri birkaç yıl sonra gelenek halini alarak daha ziyade Şehzadebaşı, Çemberlitaş. Kasımpaşa gibi yerlerde yapılmıştır. Os­manlı Devletinin son zamanlarında bazı sirklerde de güreş müsabakaları düzen­lenmiştir. 1910 yılı Ramazanında Kurt­dereli Mehmed Pehlivan, Artidi Efendi’nin Taksim’deki çadır sirkinde “cihan pehlivanı” unvanını almış ve ertesi yıl ay­nı yerde düzenlenen güreşlere birçok ünlü güreşçi katılmıştır.

Osmanlı Türkiyesi’nde “alafranga” adıy­la anılan ilk minder güreşi, İstanbul’da XX. yüzyıl başlarında Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nde yapılmış, gelişmesi ise Cum­huriyet döneminde, özellikle birçok dün­ya ve olimpiyat şampiyonumuzun çıktığı 1935-1951 yılları arasında olmuştur.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski