Hakîkat-i Muhammediyye. Hz. Peygamber’in manevî şahsiyetini ifade etmek için kullanılan tasavvuf terimi.
Hakîkat-i Muhammediyye fikrine ilk olarak Sehl b. Abdullah et-Tüsterîde (ö. 283/896} rastlanır. Tüsterî, Allah’ın ilk defa Hz. Muhammed’i kendi nurundan yarattığını ileri sürmüş, ancak hakîkat-i Muhammediyye kavramından açıkça söz etmemiş ve bunun bir yaratma sebebi olduğunu söylememişti. Tüsterî’nin daha çok “adi” ve “el-hak mahlûkun bih” (yaratma aracı olan hak) adını verdiği bu kavram üzerinde daha sonra Hallâc-ı Mansûr Kitâbü’t-Tavâsîn’in Tâsînü’s-sirâc” bölümünde durmuştur. Aynülku-dât el-Hemedânî Temhîdât’ta, Rûzbi-hân-ı Baklî Şerb-i Şathiyyât’ta çok güzel ifadelerle tasvir ettikleri kavramı Muhammed Kemâl İbrahim, İbrahim b. Edhem’e ve Süfyân es-SevrVye kadar götürmüştür. Hakîkat-i Muhammediyye görüşü en güzel biçimde Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Abdülkerîm el-Cîlî tarafından açıklanmış, Fusûsü ‘l-hikem’e şerh yazanlar da bu konu üzerinde önemle durmuşlardır.
“Vücûd-ı mutlak”ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Muhammediyye adı verilir. Hakîkat-i Muhammediyye, vücûd-ı mutlakın ahadiy-yetini vâhidiyyete dönüştürmek suretiyle taayyüne başlamasıdır. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcudat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır. Bu durumda hakîkat-i Muhammediyye zât-ı mutlakın lâ taayyün mertebesinden, yani kendi zâtındaki istiğrak halinden kendindeki özellikleri bilme mertebesine tenezzülünü ifade eder. Vücûd-ı mutlakın kendisindeki isim ve sıfatları mücmelen bildiği bu mertebede isim ve sıfatlar zâtının aynı olduğundan bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibarettir. Hakîkat-i Muhammediyye mertebesinin üzerinde lâ taayyün (ahadiyyet) mertebesinden başka hiçbir şey yoktur. Lâ taayyünün taayyün suretiyle zuhur ettiği ilk tenezzül mertebesi olan bu mertebe lâ taayyünün zahiri, lâ taayyün ise hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtınıdır. Dolayısıyla lâ taayyün ve hakîkat-i Muhammediyye aynı hakikatin ön ve arka yüzleri olmaktadır. Ehl-i keşf. hakîkat-i Muhammediyye mertebesini ifade edebilmek için ulûhiyyet, lâhût, vâhidiyyet, vahdet-i sırf, vahdet-i hakîkî, âlem-i vahdet, el-hak mahlûkun bih, ahadiyyetü’l-cem’, levh-i mahfuz. ümmü’I-kitâb. levh-i kaza, asl-ı âlem, adi, berzah, velâyet-i mutlaka, felek-i sâbitât, tecellî-i evvel, mahlûk-ı evvel, zıllullah, ikâb, vücûd-ı evvel, madde-i evvel, akl-ı kül, nûr-ı Muhammedi. hakîkat-ı âdem, insân-ı ezelî, mer-tebe-i insân-ı kâmil, halife, ebü’l-ervâh, rûhü’l-kuds, rûh-i a’zam, arşullah, kalem, kitap, akl-ı evvel, kâbe kavseyn, medînetü’l-fâzıla gibi terimler kullanmışlardır. İbnül-Arabî, bütün bu terimlerin aynı hakikati çeşitli yönleriyle ifade ettiğini söyler.
Hz. Peygamber’in altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halke-dilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım” (levlâke…) ifadesiyle bu husus anlatılır. İlk ilâhi tecelli olması sebebiyle “taayyün-i evvel”, sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla “taayyün-i hubbî” adı da verilen nûr-ı Muhammedi zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun İçin yaratılmıştır. Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevî babasıdır. Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebü’l-beşer). Hz. Peygamber ruhların babasıdır (ebü’l-ervâh). “Allah ilk defa benim nurumu yarattı”; “Âdem toprakla su arasında iken ben peygamber idim” mealindeki hadislerle bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Âdem’de tecelli edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip onda karar kılan nur ölümünden sonra da devam etmekte ve kâinat varlığını sürdürebilmektedir. Bu nur ölümsüz ve ebedî olduğundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için “öldü” ifadesini kullanmazlar.
İbnü’l-Arabî, hakîkat-i Muhammediyye’yi vücûd-ı mutlakın yaratılış sahasındaki ilk ve en mükemmel mazharı (meclâ) olarak görür. Onun her isminin bir mazharı vardır. En kapsamlı isim olan ve bundan dolayı İsm-i a’zam denilen Allah isminin mazharı hakîkat-i Muhammediyye’dir. Vücûd-ı mutlak en yüksek seviyede ve bu mazharda tecelli ettiğinden ona “insân-ı kâmil” de denir. İbnü’l-Arabî’ye göre hakîkat-i Muhammediyye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zahir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir. O, “heba” adı da verilen hakîkatü’l-hakikatten vücuda gelmiştir. Hak ve halkın bütün mâkul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakîkatü’l-hakâik hakîkat-i Muhammediyye’nin maddesi, hakîkat-i Muhammediyye de onun suretidir. Hakîkatü’l-hakâik var veya yok, ezelî ve hadis şeklinde nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediyye var ve ezelî diye nitelendirilir. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî, insanla ilgisini dikkate alarak hakîkat-i Muhammediyye’ye insân-ı kâmil adını verir. Çünkü insân-ı kâmil varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar ve bu özelliğiyle Allah isminin mazhandır. Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca hakîkat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velîlerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Aynı zamanda bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur. Abdülkerîm el-Cîlî, Allah’ın en mükemmel şekilde yarattığı Hz. Muhammed’i cemal ve celâl sıfatlarına mazhar kıldığını, cennetle cehennemin onun iki veçhesi olduğunu söyler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hakîkat-i Muhammediyye’yi anlattıktan sonra Hz. Peygamber’in Cebrail karşısındaki büyüklüğünü ifade etmek için. “Ahmed eğer o ulu kanadını açsaydı Cebrail ebede kadar dehşet içinde kalırdı” der. “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım”; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için âlemi yarattım” gibi tasavvuf edebiyatının temelini oluşturan cümleler hakîkat-i Muhammediyye’nin özlü ifadeleridir. Hakîkat-i Muhammediyye fikri, yaratılışı sevgi ve aşk unsuruna bağladığı için tasavvuf edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sağlamış ve birçok şaire ilham kaynağı olmuştur.
Zahir ulemâsı, özellikle hadis âlimleri ve Hanbelîler, Hz. Peygamber’in bu şekilde anlaşılmasının onu ilâhlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu İnancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini iddia etmişlerdir. Hakîkat-i Muhammediyye fikrinin Yeni Eflâtunculuk’taki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in(ö. 215) peygamberlik konusundaki görüşleriyle ilgili olduğu, bunun önce Şiî muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülmüştür.
TDV İslâm Ansiklopedisi