Tasavvufta, "hakikat" terimi genellikle "zahirin ötesinde gizli mana, ilahi sırlara derinlemesine hakim olma ve dini hayatı en yüce seviyede yaşama" gibi anlamları ifade eder. İlk sufiler genellikle hakikat terimini, "ilahi gerçeklere ve sırlara vakıf olma, Tanrı'nın tecellilerini gözlemleme" şeklinde kullanmışlardır. Sufiler, bazen bu terimi tarif etmeden kullanmışlar ve hakikatin ne olduğu konusunda fikir vermek için daha çok alamet ve niteliklerini belirtmişlerdir.
Ma’rûf-i Kerhî, tasavvufu "halkın elinde olan şeylere göz dikmemek" olarak tanımlayarak, dinin sadece dışsal ritüellerle sınırlı olmadığını, asıl öneminin anlamı ve özü olduğunu vurgulamıştır. Serrâc, hakikati "kalbinin sürekli inandığı varlığın huzurunda bulunma" olarak tanımlarken, Cüneyd-i Bağdadî, "Hakikati hatırlıyor, sonra şunu şunu terkediyorum" demiştir. Bu da hatırlanan ancak söylenemeyen hakikatin insanı maddi varlıklardan uzaklaştırdığı anlamına gelir.
Hakikatin alameti bazen zıt iki şey olarak gösterilir. Bir sufî, "Hakikat ehlinin belâ içinde olması" derken, diğeri "Ondan belâ halinin ortadan kalkması" demiştir. Bu, hakikatin yolcuya veya arayana bağlı olarak farklı şekillerde tezahür edebileceğini gösterir.
Ebû Ca’fer es-Saydelânî ve diğer bazı sufiler, hakikati sınıflandırmaya çalışmışlardır. Ebû Ca’fer es-Saydelânî, ilme tâbi olan hakikat, ilmin kendisine uyan hakikat ve ilimden taşan hakikat şeklinde bir sınıflandırma yapmıştır. Bazı sufiler, hakikat ile şeriatın farklı olduğunu, ancak hakikatin içerisinde şeriatı da barındırması gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in sözleri şeriatı, fiilleri tarikatı, halleri hakikati temsil eder.
Tasavvufta, hakikat, şeriat, tarikat ve marifet kavramları genellikle birlikte ele alınır. Hakikatin bilinmesi ilm-i hakikat, görülmesi ayn-i hakikat, yaşanması hakk-ı hakikattir. Bazı sufiler, hakikatin önemine daha fazla vurgu yaparak, şeriatı ihmal etme veya terk etme eğilimine girmişlerdir. Bununla birlikte, hakikatin şeriatla dengeli bir şekilde bir arada olması gerektiği vurgulanmıştır.