Hakikat Nedir, Ne Demektir, İslam Felsefesinde Hakikat Kavramı, Hakkında Bilgi

Hakikat. Çeşitli anlamlarda kullanılan felsefe ve tasavvuf terimi.

Sözlükte “gerçek, sabit ve doğru ol­mak, gerekmek: bir şeyi gerçekleştir­mek” gibi anlamlara gelen hakk kökün­den türetilmiştir. Araplar’da “hakikati himaye etme” tabiri yaygın olarak kullanılır ve burada­ki hakikatten genellikle ırz, namus, vefa, dostluk, bayrak, sancak gibi değerler kastedilirdi. Hakikat (çoğulu hakâik) ke­limesi Kur’ân-ı Kerîm’de geçmez. Bir ha­diste yer alan “hakikatü’l-îmân” terkibin­de hakikat “hâlis, künh, mahz” kelime­leriyle açıklanmıştır. Buhârî, “Kitâbü’l-îmârfın on dokuzuncu babını hakikat değeri taşıyan ve taşımayan iman meselesine ayırmış­tır. Burada, ilgili âyetlere (Âl-i İmrân 3/ 19, 85; Hucurât 49/14) atıfta bulunu­larak çeşitli bencil istekler ve duygusal endişelerden sıyrılıp İslâm’ı hak din ola­rak benimsemenin hakikat değeri taşı­yan bir iman sayıldığı görülür. Diğer bazı hadis ve haberlerde yer alan “Allah’ı bil­menin hakikati, takvanın hakikati” gibi ifâdelerde hakikat kelimesi “en doğru, en mükemmel olan” anlamında kullanılmıştır.

Râgib el-İsfahânî, hakikatin başlıca an­lamlarını “gerçek (sabit) ve var olan şey, doğru inanç, riyadan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz, ebedî olması dolayısıyla asıl gerçek hayat kabul edilmesi gereken âhiret (fıkıh ve kelâmda), bir dilde asıl olarak hangi an­lam için konulmuşsa o anlamı ifade et­mek üzere kullanılan lafız” şeklinde sı­ralamıştır. Bun­lardan özellikle ilki hakikatin asıl anlamı­nı yansıtmakta olup diğerleri buna daya­nan yan anlamlardır.

Bir mantık te­rimi olarak hakikat (ei-hakikatü’l-akliyye) düşüncenin dış dünyadaki nesnelere uy­gunluğunu ifade eder. Nitekim aynı man­tıkî anlayışla hak terimi de “bir öner­mede hükmün gerçekle örtüşmesi” şek­linde tarif edilmiştir. Genellikle bir şey hakkında sorulan “nedir?” sorusunun cevabı o şeyin haki­katini ve dolayısıyla tanımını ifade eder. Kindî. her tanımla­nanın hakikatinin tanımda bulunduğunu belirtir. Çünkü bir tanımda tanımlananın hem sureti hem unsuru hem de illeti mevcuttur.

İslâm felsefe tarihinde hakikat daha ziyade ontolojik bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu açıdan Fârâbî “şeyin hakikatfni “bir şeyin kendine Özgü varlığı” diye açıklar. Benzer bir yaklaşım, hakikat konusuna ilk defa metafiziğinde önemli bir yer veren İbn Sina’da da görülür. Ona göre her şeyin bir hakikati vardır ve o şey bu hakikatle kendi kendisi olur. Bu an­lamda hakikat filozofun “özel varlık” (el-vücûdü’l-hâs) diye adlandırdığı ve “somut varlık” ile karıştırılma­ması hususunda uyanda bulunduğu şeydir [eş-Şifâ’, s. 31). İbn Sina’nın diğer bir açıklamasına göre hakikat, her bir varlığın kendisi için gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir. Hakikati ol­mayanın ne dış dünyada ne de zihinde herhangi bir gerçekliğinden söz edilebi­lir. Meselâ bir üçgen tasavvuru çizgi (ke­nar) ve yüzeyden oluşan özel şekli düşün­dürür; böylece bu iki unsurla zihinde üç­genin hakikati gerçekleşir. Zira çizgi ve yüzey üçgenin maddî ve formel illetleri­dir. Zihinde tasarlanan bir şeyin dış dün­yada gerçekleşmesi için ayrıca fail ve gâî illetlere ihtiyaç vardır. İbn Sînâ’nın idea­list anlayışına göre hakikat zihinde hâsı! olan ve kavranabilen gerçeklik, vücut ise ona sonradan katılan bu gerçekliğin zi­hin dışında sabit olan varlığıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı ve diğer var­lıkların biri kendilerinde ve kendi varlıkla­rına özgü olan (vûcûdf). diğeri de bizim zihnimizde tasavvur ettiğimiz ve bu an­lamıyla bizim zihnimizde bulunan (zihni) olmak üzere iki türlü hakikatinden söz etmek mümkündür.

Cürcânî İbn Sînâ çizgisinden giderek bir şeyin hakikatini “o şeyi kendisi ya­pan” şeklinde tarif etmiştir. Buna göre haki­kat şeyin kendisi sayesinde var olduğu cevheri, mutlak kavranabilirliğin kendi­sinden kaynaklanan tabiatıdır. Cürcânî*-nin açıklamalarına göre, “Bu nedir?” so­rusunun cevabı o şeyin mahiyetini, dış dünyada varlık kazanmış olması hakika­tini, bazı gerekli ilintilere sahip bulun­ması zatını, diğer varlıklardan ayıran özellikler taşıması da hüviyetini belirler.

Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğini sürdüren İslâm filozofları Allah hakkında zât ve sı­fat, mâhiyet ve vücûd veya hakikat ve vücûd gibi iki ayrı realiteden söz edile­meyeceği, Allah’ın zâtı dışında ezelî ve ebedî hakikatler olarak sıfatlar kabul et­menin O’nun her yönden birliği, basitliği (mürekkeb varlık olmayışı) ve benzersiz­liği gerçeğine aykırı düşeceği, bu sebep­le Allah’ın yalnızca zâtının hakikat kabul edilmesi, sıfatlara ise hakiki ve zorunlu birer varlık olarak bakılmaması, O’nun sadece selbî sıfatlarla nitelendirilmesi, sübûtî sıfatların hakikat sayılmayıp bun­larla ilgili lafızların aynı zâtın hakikatini ifade edecek şekilde yorumlanıp te’vil edilmesi gerektiği görüşünü savunmuş­lardır. Başta Selefîler olmak üzere Ehl-i sünnet âlimleri bu düşüncelerden sıfatların in­kâr edildiği sonucunu çıkararak filozof­ları şiddetle eleştirmişlerdir. Gazzâli’ye göre Allah hem zâtı hem de sıfatlan iti­bariyle zorunlu varlıktır. Mâhiyetsiz ve hakikatsiz bir varlık düşünülemez; mâhi­yet yok olunca hakikat, hakikat yok olun­ca da zât ortadan kalkar. Bu sebeple Allah’ın var­lığı ve zâtı gibi mâhiyeti ve sıfatlan da hakikattir. Onun hem zâtı hem sıfatlan bir illetin eseri olmaksızın vardır ve ezel­den ebede varlığını sürdürür. Çünkü akıl. var olması için herhangi bir illete muhtaç olmayan bir kadîmin varlığını düşünebil­diği gibi hem zâtı hem de sıfatları itiba­riyle var olması için illete ihtiyacı olma­yan kadîm bir mevsufu kabul etmeye de elverişlidir.

Sıfatları hakikat saymayan görüşleri dolayısıyla filozoflara ağır eleştiriler yö­neltenlerden biri de Takıyyüddin İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye esmâ-i hüsnânın Allah için hakikat olduğunu, sadece Bâtı­nî Karmatîler’le filozofların bu gerçeği inkâr ettiklerini, buna gerekçe olarak da sıfatların hakikat sayılması halinde Allah ile insan arasında benzerlik doğacağını ileri sürdüklerini belirtir. İbn Teymiyye’ye göre bu tür kaygılar bütünüyle temel­den yoksundur. Çünkü Allah ve insan iki ayrı gerçek varlık ve iki farklı zâttır. Böy­le olunca Allah’ın zâtı gibi sıfatlan da O’nun kendine özgü hakikatlerdir. Aynı durum insan için de geçerlidir. Bu an­lamda Allah’ın arşa istivası dahi te’vil yo­luna sapılmadan hakikat olarak kabul edilmelidir. Yine ona göre hakikat neyi ifade etmek için konulmuşsa onun için kullanılan lafızdır; ayrıca bir lafız hangi mâna için konulmuşsa ve hangi mâna için kullanılıyorsa o mânaya da hakikat denir. Buna göre ilim ve vücûd lafızları gibi istiva lafzı da halikın istivası ve mah­lûkun istivası olarak farklı anlamlara ge­lir ve her iki konumda da ayrı hakikatleri ifade eder. Şu halde Allah’ın sıfatlarını mecaz olarak değerlendirmek büyük bir cahilliktir.

Klasik kelâm kitaplarında bilgi proble­mi işlenirken başlıca üç sofist akım (sûfis-tâiyye) tarafından ileri sürülen eşyanın hiçbir hakikat değeri taşımadığı veya ta-şısa bile bunun bilinemeyeceği veya her şeyin ferdî kanaatlere göre değişen fark­lı hakikatlere sahip olduğu, böylece sabit hakikatlerin bulunmadığı şeklindeki gö­rüşler kesin olarak reddedilmiş; eşyanın objektif hakikatlere sahip olduğu, bir şe­yin zihindeki bilgisiyle objenin hakikati arasında tam bir uygunluk bulunduğu genel bir ilke olarak benimsenmiş ve bu ilke, “Eşyanın hakikatleri sabittir” şeklin­deki kategorik hükümle ifade edilmiştir. Bu münasebetle bilgi yanlışlarının varlığı kabul edilmekle birlikte bunların objektif hakikatin yokluğundan, izafîliğinden ve­ya kavranamaz olmasından, dolayısıyla bilginin imkânsızlığından değil duyu ve algı yanılmaları veya bilgi araçlarının ek­sik ve kusurlu olması gibi ânzî sebepler­den kaynaklandığı da belirtilmiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski