Halkul Kuran, Kuran Mahluk mudur, Yaratılmış mıdır Meselesi, Hakkında Bilgi

Kur’an’in yaratılmış otup olmadığı konusundaki tartışmaları ifade eden kelâm terimi.

Halku’l-Kur’ân tabiri Kur’an’da yer al­madığı gibi “halk” kelimesi Kur’an’da di­ğer isimlerinden herhangi biriyle de ter­kip halinde kullanılmamıştır. Erken devir hadis kaynaklarında da bu tabire rast­lanmamakta ve Hz. Peygamber’in konu­ya dair herhangi bir açıklamada bulun­duğu nakledilmemektedir. Kelâm ilmi­nin teşekkül etmesi ve halku’l-Kur’ân me­selesinin bir itikadı problem olarak tartı­şılmaya başlamasından sonra bazı kay­naklarda konuya ilişkin rivayetler Resûl-i Ekrem’e atfedilmiştir. Buna göre, “Kur-‘an Allah kelâmıdır, mahlûk değildir” (Beyhaki, I, 373; Ebû Ya’lâ, s. 87). Aynı sözü ashaba nisbet eden rivayetler de mevcuttur (Âcurrî, s. 77-78; Beyhaki, I. 374-380). Ancak bu rivayetler isnad açı­sından sahih görülmemiştir (Beyhaki, I, 373; İbnül-Cevzî, s. 47). Halku’l-Kur’ân meselesinin kelâm ilminin teşekkül et­meye başlamasından itibaren itikadı tar­tışmalara konu olması rivayetlerin metin açısından da sahih olma ihtimalini zayıf­latmaktadır. Zira Asr-ı saâdet’te insanla­rın bir kısmı Kur’an’ı Peygamber’in sözü olduğunu ileri sürerek inkâr ediyor, bir kısmı da Allah’ın kelâmı olduğuna inanıp onu tasdik ediyordu; ilâhî kelâmın mah­lûk olup olmadığı konusu ise tartışılmı­yordu {Dârimı, er-Redcale’l-Cehmiyye, s. 334; Kâdî Abdülcebbâr, Jabakâtü’l-Mu*-tezi(e,s, 156).

Kaynakların ittifakla belirttiğine göre halku’l-Kur’ân meselesi II. (Vlll.) yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır. Ebû Saîd ed-Dârimî, Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemekle onun bir beşer sözü olduğu­nu iddia etmek arasında hiçbir fark bu­lunmadığını belirterek halku’l-Kur’ân me­selesini, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üze­re (el-Müddessir 74/25) Kureyşli mün­kirlerden Velîd b. Mugire el-Mahzûmf nin ileri sürdüğü, “Bu Kur’an insan sözünden başka bir şey değildir” tarzındaki görü­şüne dayandırmışsa da yine ona göre bunu ilk defa kelâmî bir tartışma konusu haline getiren Ca’d b. Dirhem’dir: Cehm b. Safvân da bu görüşü benimseyip yay­mıştır [er-Red tale’l-Cehmiyye, s 259, 337; er-Red eate7-Merîsf, s. 452). Erken devir âlimlerinden İbn Kuteybe, bir ese­rinde bu meseleyi ilk defa Cehm b. Saf­vân İle Ebû Hanîfe’nin tartıştığını nakle­derken (el-lhülâfJı’l-lafz, s. 247) diğer bir eserinde konuyu İlk ortaya atan kişinin Beyân b. Sem’ân veya Mugire b. Saîd el-İclî olduğunu belirtir {‘üyünü’l-ahbâr, II, İ48; Mahmûd Kâmil Ahmed, s. 248-249). Müteahhir dönem âlimlerinden Râgıb el-İsfahânî, bu meseleyi ilk defa Kûfe’de Beyân b. Sem’ân’ın, “Kur’an mahlûk mu­dur değil midir?” sorusunu sorarak tar­tışmaya açtığına, Ebû Hanîfe’nin de so­ruya cevap verip ilk defa, “Kur’an mah­lûktur” dediğine, ancak küfürle itham edilince tövbe edip bu görüşünden dön­düğüne ilişkin bir rivayeti nakleder {el-İ’tikadât.s. 170-172). Kâdî Abdülcebbâr, Ebû Hâşim el-Cübbâfden naklen konu­nun Ebû Hanîfe ve öğrencileri zamanın­da ortaya çıktığını belirtir {Tabakâtü’l-MuHezüe,s. 157).

Halku’l-Kur’ân meselesinin müsiüman-lar arasında itikadı bir problem olarak tar­tışılmasının sebepleri konusunda farklı görüşler mevcut olup bunları dört nok­tada toplamak mümkündür. 1. Halku’l-Kur’ân meselesinin yahudi kaynaklı oldu­ğunu ileri süren tarihçi İbnü’l-Esîr’e gö­re, Tevrat’ın yaratilmışlığından hareket ederek Kur’an’ın da mahlûk olduğunu ilk defa söyleyip yayan kişi Hz. Peygamber’e sihir yaptığı söylenen yahudi asıllı Lebîd b. A’sam’dır. Daha sonra yeğeni Tâlût, halku’I-Kur’ân’a dair bir eser yazarak müslümanlar arasında bu görüşü yay­maya çalışmış; Tâlût’tan sonra Beyân b. Sem’ân, Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân ve Bişr b. Gıyâs ei-Merîsî gibi kelâmcılar da aynı fikri savunmuştur {el-Kâmil, VII. 75). İbnü’l Esîr’in bu görüşü bazı müte­ahhir kaynaklarca da benimsenip tekrar­lanmıştır. Z. Bir kısım Sünnî, Mutezilîve Şiî âlimleri halku’l-Kur’ân meselesini hı-ristiyan ilâhiyatçılarının etkisine bağla­mıştır. Buna göre Hişâm b. Abdülmelik zamanında sarayda kâtiplik yapan hıris-tiyan ilâhiyatçılarından Yuhannâ ed-Dı-maşki, müsiümanlara karşı Hz. îsâ’nın ulûhiyyetini kanıtlamak için Kur’an’da îsâ’nın “kelimetullah” olarak nitelendiril­mesinden hareketle ilâhî kelimelerin yani Kur’an’ın mahlûk olmadığı görüşü­nü ortaya atmıştır. Zira müslümanların Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul etme­yeceklerini, böyle bir görüşü savunan­ların zındık telakki edileceğini düşünüp Kur’an’ın kadîm olduğu görüşünü savun­muştur. Bu durum Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân gibi Cehmiyye ve Mutezile âlim­lerinin gözünden kaçmamış ve hıristiyanlann iddiasını reddetmek için hem “kelimetullah” olan Hz. îsâ’nın hem de ilâhî kelimelerin mahlûk olduğunu söyle­mişlerdir (Câhiz, III, 347; İbnü’l-Murtezâ, s. 124; M. Mekkî el-Âmilî, 1, 189-190; M. Ebû Zehre, I, 157-158). Kur’an’ın ezelî ol­duğunu savunan Sünnî âlimlerinin görü­şünün Cehmiyye mensuplarınca hiristi-yanların Hz. îsâ hakkındaki inançlarına benzetilmesi (Buhârî. s. 135) dikkate alı­narak halku’l-Kur’ân meselesinde hıristi-yanların etkili olduğu söylenebilir. Hasan Zühdî Cârullah, M. Ebû Zehre, Ahmed Emîn gibi müslüman yazarlardan başka D. B. Macdonald, A. S. Tritton, T. J. de Boer gibi şarkiyatçılar da bu görüşü benim­semiştir. 3. Halku’l-Kur’ân probleminin ortaya çıkışında Grek felsefesi etkili ol­muştur. Zira bu tartışma, Heraklitos ve Anaxagoras’m felsefesinde Önemli bir yer tutan “logos” kelimesine dayanır. Logo­sun Arapça’ya “kelâm” şeklinde tercüme edilmesiyle müslümanlar arasında ilâhî kelâmın ezelîliği ve buna bağlı olarak hal­ku’l-Kur’ân meselesi ortaya çıkmıştır (M. Ramazan Abdullah, s. 525-526). 4. Hal­ku’l-Kur’ân meselesi ilâhî sıfatlarla bağ­lantılı olup sıfatların ezelî veya hadis ka­bul edilişine bağlı tartışmaların etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu görüşü savunan Ta-kıyyüddin İbn Teymiyye’ye göre kelâmcı­lar metafizik sistemlerini fizik anlayışla­rına dayandırmışlardır. Bunun bir sonu­cu olarak iiâhî sıfat ve fiillerin zât ile kaim olup olmamasına ilişkin tartışmalar ke­lâm sıfatının, dolayısıyla Kur’an’ın mah­lûk olup olmadığına dair ihtilâfları bera­berinde getirmiştir. Zira Mu’tezile âlim­leri sıfatları zât ile kaim ezelî mânalar olarak telakki etmeyi Allah’ın yaratıklara benzetilmesini gerektireceği düşünce­siyle reddetmiş ve hadis olduklarını söy­lemişler, bu sebeple de ilâhî bir sıfatın tecellisi olan Kur’an’ın yaratilmışlığı fik­rini savunmuşlardır (Mecmûcatü’r*resâ% III, 441; Üer’ü te’âruzi’l-‘akl ue’n-nakl, I, 305). M. Watt, bu görüşü tasvip edip ay­rıca kaderle halku’l-Kur’ân arasında bir irtibatın bulunduğunu söylemiştir. Zira ona göre insanın fiillerinde hür olduğunu kabul edenler Kur’an’ın yaratılmışlığından faydalanarak görüşlerini savunmaya imkân bulmuşlardır. Ayrıca Kur’an’da ta­rihî olaylara pek çok atıf yapılmış, vuku bulacak olayların levh-i mahfuzda yazıl­dığı ve Kur’an’ın oradan insanlara gön­derildiği bildirilmiştir (İslâm Düşüncesi­nin Teşekkül Devri, s. 224. 306-307).

İslâmiyet’in dinî ve felsefî çeşitli kül­türlerle karşılaşması sonunda iç ve dış sebeplerin etkisiyle II. (VIII.) yüzyılın baş­larında ortaya çıktığı anlaşılan halku’l-Kur’ân tartışmaları, Ca’d b. Dirhem ile Cehm b. Safvân’ın ölümünün ardından onların görüşlerini şiddetle eleştiren mu­hafazakâr âlimler tarafından sakıncalı bulunmuş ve bu tutum bir süre prob­lemden söz edilmemesini sağlamıştır. An­cak yüzyılın sonuna doğru Hişâm b. Ha­kem gibi Şiî âlimlerinin yanı sıra Mutezi­le kelâmdan meseleyi yeniden tartışma alanına çekmiş. Mu’tezile’nin etkisinde kalan Abbasî halifelerinden Hârûnürre-şîd, Emîn ve özellikle Me’mûn dönemle­rinde Kur’an’ın mahlûk olduğu hususu resmî bir görüş haline getirilmek isten­miştir. Halife Me’mûn, 212 (827) yılında Kur’an’ın mahlûk olduğuna inandığını açıkladıktan sonra Ahmed b. Ebû Duâd’ın teşvikiyle Bağdat Valisi İshak b. İbrahim’e bir yazı göndererek âlimleri bu konuda sorguya çekmesini. Kur’an’ın mahlûk ol­duğuna inanmayanların hukukî ehliyet­lerini iptal etmesini emretmiştir. Ahmed b. Hanbel, Nuaym b. Hammâd. Muham-med b. Nûh, Ahmed b. Nasr el-Huzâî gi­bi âlimlerin dışındakiler resmî görüşü be­nimsemişlerdir. Ahmed b. Hanbel ve ar­kadaşları ise, “Kur’an Allah kelâmıdır, bunun dışında ilâve bir söz söyleyeme­yiz” tarzında cevap verip resmî görüşe karşı direndikleri için işkenceye mâruz kalmışlardır. Muhammed b. Nûh işkence sonucu ölmüş. Halife Mu’tasım-Billâh, Ahmed b. Hanbel’i işkenceye tâbi tut­maya devam etmiş, Ahmed b. Nasr el-Huzâî Vâsik-Biilâh tarafından öldürül­müş, Nuaym b. Hammâd ise hapiste öl­müştür. Muhafazakâr âlimler üzerinde on altı yıl kadar devam eden bu baskı ve işkence Halife Mütevekkil -Alellah döne­minde sona ermiş ve Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemek bir süre yasaklanmış­tır (Râgıb el-İsfahânî. s. 172-173; Sübkî, Ii, 38-56). Halku’l-Kur’ân etrafındaki si­yasî baskıların kalkmasından bir müddet sonra konu ilmî meclislerde serbest bir şekilde tartışılmaya devam etmiş ve İs­lâm âlimlerinin görüşleri gelişen itikadî ekollere paralel olarak şekillenmiştir. Bir tarafta Cehmiyye ile Mutezile âlimleri, Kur’an’m hem lafzı hem de mânası itiba­riyle mahlûk olduğunu ileri sürüp bu gö­rüşü aklî ve naklî delillerle kanıtlamaya çalışırken diğer tarafta Selefi hareket içinde yer alan muhaddislerin bir kısmı, aşın tepkinin bir sonucu olarak Kur’an’ın lafızlarının ve bu lafızları söylemenin (te­laffuz) dahi mahlûk olmadığını ısrarla sa­vunarak bütün muhalif görüş sahiplerini küfre nisbet etmişlerdir. Bu iki aşırı uç karşısında, yeni teşekkül etmeye başla­yan Ehl-i sünnet kelâm hareketinin ön­cülerinden İbn Küllâb el-Basrî, Haris b. Esed el-Muhâsibî. Hüseyin b. Ali el-Kerâ-bîsî gibi âlimler Allah kelâmı olan Kur­’an’ın mâna itibariyle kadîm, lafızları ve insanlar tarafından okunuşu bakımın­dan mahlûk olduğunu söyleyerek (Râgıb el-İsfahânî, s. 172-173; İbn Teymiyye, Mec-mü’atü’r-resâ’il, III, 353; Sübkî, II, 110) me­seleyi bir çözüme kavuşturmaya çalış­mışlardır. Kur’an’ın mahlûk olmakla ni-telendirilemeyeceğini belirten Ahmed b. Hanbel. okunuşu (mes’eletü’l-lafz) konu­sunda çekimser bir tavır ortaya koyma­sına rağmen taraftarlarınca farklı görüş­te gösterilmek istenmiştir. Nitekim çağ­daşı olan bazı muhaddisler buna dikkat çekmişlerdir (Buhârî, s. 154; İbn Kutey-be, s. 246). Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel’İn Sünnî kelâmcıların görüşünü benimsediğine işaret eden rivayetler de mevcuttur (Yavuz, s. 36). Buhârî ve İbn Kuteybe gibi meşhur muhaddisler, hal­ku’l-Kur’ân meselesinde Sünnî kelâm-cılarca benimsenen görüşü teyit eden eserler {Halku ef’âli’l-tbâd, el-İhtiiâf fi’l-lafz) kaleme alarak Sünnî görüşün ve ay­nı zamanda Sünnî kelâm hareketinin ya­yılmasına katkıda bulunmuşlardır.

Sünnî kelâm ekolleriyle Selefıyye’nin teşekkül etmesinden sonra biri Sünnî kelâmcılara. biri Selefiyye’ye, diğeri de Mu’tezile ve Şia’ya ait olmak üzere hal­ku’l-Kur’ân konusunda üç temel görüş ortaya çıkarak zamanımıza kadar devam etmiş, Kerrâmiyye ve Vâkıfe’ye ait görüş­ler ise taraftar bulmamıştır. 1. Kur’an gerçek anlamda ilâhî bir kelâm olup Al­lah’ın zâtı dışında levh-i mahfuz, Cebrail, Peygamber gibi varlıklarda yarattığı harf­lerle seslerden oluşan bir arazdır ve fiilî sıfatının bir tecellisidir. Duyulup anlaşı­lan bir kelâm olması bakımından insan­lara ait sözlerden farklı değildir; her ikisi de harfler ve seslerden oluşur. Allah ya­rattığı harf ve seslerle mütekellim olur. Bu açıdan Kur’an “mahlûk, muhdes ve mef ûl”dür. ezelde olmayıp sonradan ya­ratılmıştır. Allah Kur’an’m benzerini ya­ratmaya kadirdir, onunla kullarına haber­ler ve buyruklar göndermiştir. Bu harf ve seslerin dışında ilâhî zâtta mevcut bir kelâm-ı nefsî yoktur. Zira insanlar kelâm kavramından zaruri olarak harf ve ses­leri anlar, bunun dışındaki bir kelâm ta­nımı mâkul değildir. Kur’an’ın gerçekten Allah kelâmı olduğu da zarûrât-ı dîniyye arasında yer alan bir bilgidir. Kur’an’ın kadîm değil mahlûk olduğunu kanıtlayan aklî ve naklî deliller vardır, a) Naklî delil­ler: Kur’an’da âyetlerin muhdes olduğu, tafsil edildiği, bir kısmının değiştirilerek neshedildiği, insanlara ait sözlerle mu­kayese edilip sözlerin en güzelini teşkil ettiği, Arapça olarak yaratıldığı (mec’ûl). muhkem ve müteşâbih unsurlardan oluş­tuğu ve ilâhî kelimelerin tükenmeyeceği açıkça bildirilmiş; Allah’ın ilk ve son varlık olduğu ve her şeyi yarattığı bildirilerek zâtı dışında hiçbir kadîmin bulunmadığı­na, dolayısıyla Kur’an’m da mahlûk oldu­ğuna işaret edilmiştir. Kur’an’da “keli-metullah” diye nitelendirilen Hz. îsâ’nın mahlûk oluşu da ilâhî kelimelerin mah­lûk olduğunu gösterir (Ahmed b. Hanbel, s. 73-76). Bazı hadislerde, “Allah vardı, başka hiçbir şey yoktu, sonra zikri (Kur­’an) yarattı. Gök ve yer dahil olmak üzere Allah Âyetü’l-kürsfden daha büyük bir şey yaratmadı” denilerek âyetlerin mah­lûk olduğu belirtilmiştir | Kâdî Abdülceb-bâr, el-Muhteşar, I, 193-195; a.mlf., et-Muğ-nî, VII, 3, 55-94). b) Aklî deliller: Kur’an harflerin oluşturduğu kelimelerden, âyet ve sûre gibi bölümlerden meydana ge­lir. Başı ve sonu olan, parçalardan mey­dana gelen ve bazı tarihî olaylara dair bil­giler ihtiva eden kelimelerin kadîm sayıl­ması imkânsızdır; dolayısıyla Kur’an’ın mahlûk olması aklen zorunludur. Yegâne kadîm varlık Allah’tır. O’nun zâtı dışında hiçbir kadîm varlık bulunmadığına ve Kur’an ilâhî bir fiil neticesinde meydana geldiğine göre mahlûk olması gerekir. Ayrıca Kur’an emir-nehiy, va’d-vaîd, ha­ber gibi değişik muhtevalara sahiptir. Bu husus Kur’an’ı Allah’ın zatî bir sıfatı say­mayı imkânsız kılar. Eğer Kur’an kadîm bir ilâhî kelâm olsaydı hitap ettiği insan­ların da kadîm olması gerekirdi. Zira he­nüz yaratılmamış bulunan varlıklara yö­nelik emir ve nehiylerden bahsetmek hik­mete uygun değildir. Kur’an’ın okunan ve işitilen Arapça bir kitap olması, bazı âyetlerinin Önce, bazılarının ise sonra in­dirilmesi gibi vasıflar taşıması da mah­lûk olduğuna ilişkin delillerdir (Câhiz, III, 293-295; Kâdî Abdülcebbâr, Şerhıu’l-üşü-li’l-hamse, s. 528-531; Eş’arî, Makâlât,s. 191-194, 516-517; Ahmed Emîn, III, 31-36). Ayrıntılarda farklı görüşler benimse­mekle birlikte Cehmiyye, Haricîler, Mu’-tezile ve Şîa âlimleri bu görüştedir (M. Mekkîel-Amilî, I, 190-219).

2. Kur’an Allah kelâmı olup mahlûk de­ğildir; hem lafzı hem de mânası Allah’ın zâtıyla kaim olup kadîmdir. Kur’an Al­lah’ın kelâmı, dolayısıyla O’nun sıfatı ol­duğundan hangi cümle içinde kullanılır­sa kullanılsın ve ne şekilde ifade edilirse edilsin, ister yazılsın ister telaffuz edilsin mahlûk değildir. Kur’an’ın mahlûk oldu­ğuna inanmak küfrü gerektirir (Buhârî, s. 118-121; Beyhaki, I, 385-387, 391). Zi­ra işitilen ve yazılan Kur’an’ın Allah kelâ­mı olduğu naslarla sabittir (bk. el-Cin 72/ l) ve ümmetin bu konuda İcmâı vardır. Kur’an sadece mânalardan veya sadece lafızlardan değil lafızların ve mânaların hepsinden İbarettir. Bundan dolayı lafız ve mâna ayırımı yapılmadan Kur’an’ın Al­lah kelâmı olduğu kabul edilmelidir. Ke­lâmdan anlaşılan mâna da budur. Kur’an Allah kelâmı olarak kabul edildiği ve Al­lah’ın kelâm sıfatı benimsendiği takdir­de onun harflerinin zât-ı ilâhiyye ile kaim olması bunun kaçınılmaz sonucu olur. Şu halde kelâm Allah’ın zâtında mevcut bir mâna yani kelâm-ı nefsî değildir. Harf ve sesten yoksun olan bir kelâm düşünüle­meyeceğine göre zât ile kaim mânadan ibaret bir kelâm-ı nefsî fikri Allah’ın mü-tekellim olduğunu kanıtlamaz, aksine O’nun kelâm sıfatından mahrum bulun­duğunu gösterir. Kur’an, Cebrail vasıta­sıyla Hz. Peygamber’e indirilen mânanın lafza büründürülmüş şekli (hikâyesi) ve ibaresi değil, hem lafız hem de mâna itibariyle Allah’ın zâtı ile kaim olan ger­çek kelâmıdır (Ebû Ya’lâ, s. 89,155-156). Kur’an’ın Cebrail vasıtasıyla Resûl-i Ek­rem’e indirilip tebliğ edilmesi, lafızları­nın Allah’ın zâtı ile kaim olmasına engel teşkil etmez. Nitekim Hz. Peygamber’in. “Ameller niyetlere göredir” sözü nakledi­lince bunun lafzı ve manasıyla ona ait bir kelâm olduğu kabul edilir. Bu sözü nakle­denin sesinden duymuş olmak onu Re-sûlullah’ın kelâmı olmaktan çıkarmadı­ğı gibi Kur’an’ın insanlar tarafından oku­nup yazılması da onu ulûhiyyetine uygun bir tarzda Allah’ın zâtı İle kaim üstün bir kelâm olmaktan çıkarmaz f İbn Teymiy-ye, Der3ü tecâru±i’t-cakl ue’n-nafçl, I, 256-257).

Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Selefıyye âlimlerinin büyük çoğunluğu ile İzmirli İsmail Hakkı gibi bazı Mâtürîdî âlimleri {Yeniİlm-iKelâm, II, 113) bu gö­rüştedir. İleri sürdükleri delillerin bir kıs­mı ise şöylece özetlenebilir: a) Birçok âyette Kur’an Allah’a nisbet edilmiş ve O’nun tarafından indirildiği açıklanmış (el-En’âm 6/114; et-Tevbe 9/6), Allah’ın ilminde yer aldığına dikkat çekilerek (er-Rad 13/37) ilâhî bir sıfat olduğuna işaret edilmiştir; ilâhî sıfatlar ise kadîmdir (Dâ-rimî, er-Red ate’l-Merîst, s. 470; Âcurrî, s. 75-82; İbn Hazm, el-üşût ve’t-fürü’, s. 201; a.mlf., et-Faşt, III. 18). b) Kur’an hakkın­da verilecek hükümlerin kaynağı Kur’an’-dır. Bunda ise mahlûk olduğunu kanıt­layan hiçbir âyet mevcut değildir ve sa­dece Allah kelâmı olarak vasıflandırılmış­tır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’a nisbet edi­len “emir” ile “halk” iki ayrı şey olarak zik­redilmiştir (el-A’râf 7/54). Yaratılmış olan her şey “halk” kavramının kapsamına da­hildir; emir ise O’nun kelâmı ve sözü olup “halk”ın dışında tutulmuştur (Buhârî, s. 136; Ahmed b. Hanbel, s. 73. 75, 77; Bey­haki, I, 394-395). Kur’an’ın mahlûk oldu­ğunu kanıtlamak için Cehmiyye ve Mu”-tezile âlimlerinin öne sürdüğü deliller za­yıftır. Kur’an’ın “mec’û!” olması yaratıldı­ğı anlamına gelmez. Zira “ca’l” kelimesi Kur’an’da her zaman yaratmak mânasın­da kullanılmamıştır. Âyette geçen “zikr-i muhdes” İle (el-Enbiyâ 21/2) kastedilen Kur’an’ın kendisi değil insanlara indirilişi-dir (Ahmed b. Hanbe!. s. 69-72, 82; Bey­haki, I, 396). “Kelimetullah” olarak nite­lendirilen Hz. îsâ’nın mahlûk oluşu ilâhî kelimelerin ve dolayısıyla Kur’an’ın mah­lûk olmasını gerektirmez. Çünkü Hz. isa’­nın bu şekilde nitelendirilmesi onun ger­çekten İlâhî kelime olmasından dolayı de­ğil “kün” emriyle yaratılmasından ötürü­dür ve bu ilâhî kelâm Allah’ın zâtıyla kaim olup yaratılmamıştır (Ahmed b. Hanbel, s- 83; Beyhaki, 1, 314). c) Hz. Peygamber ümmetine ilâhî kelimelerle istiâzede bu­lunmayı, yani, “Allah’ın en mükemmel kelimelerine sığınırım” demeyi tavsiye etmiştir (Buhârî, “Enbiyâ3”, 10; Müslim, “Zikir”, 54-55). Eğer Kur’an mahlûk ol­saydı mahlûkun mahlûkla istiâzede bu­lunması söz konusu olurdu ki bunun yan­lışlığı açıktır (Beyhaki, I. 299-300).

Kur’an’ın insanlar tarafından telaffuz edilip okunması ve yazılmasına gelince, bu konuda Selef âlimleri arasında az çok farklı görüşler vardır. Selefiyye’nin kuru­cusu olan Ahmed b. Hanbel, başlangıçta fikir beyan etmekten çekinmesine rağ­men daha sonra ne şekilde olursa olsun Kur’an’a mahlûk sıfatının verilemeyece­ğini, fakat kullara ait okuma ve yazma fiillerinin mahlûk olduğunu kabul etmiş (Jbn Teymiyye, Der’ü te’âruzi’l-‘akl ue’n-nakl, I, 265-266); Buhârî, Müslim, İbn Ku-teybe, İbn Hazm, İbn Teymiyye, İbnü’l-Vezîr gibi âlimler onun görüşünü benim­semişlerdir. İbn Hazm’a göre Kur’an okun­duğu ve yazıldığı zaman işitilen sese ve yazılan yazıya da Kur’an adı verilir. Ancak ses ve yazı Kur’an’ı ihtiva ettiği gibi insa­nın fiili olan sesi ve yazısını da içerir, insa­na ait fiillerin mahlûk olduğu ise açıktır [el-Faşl, III, 17-18). İbn Teymiyye de ben­zer görüşleri savunmuştur. Ona göre la­fız, kıraat ve tilâvet kelimeleri “okumak” fiilini ifade ettiği gibi okunan şey anlamın­da da kullanılır. Bundan dolayı Kur’an kastedilerek onu telaffuz edişin mahlûk olduğu söylenirse yanlış olur. Zira lafzı ve manasıyla birlikte Kur’an ezelî olup mah­lûk değildir. Ancak insanın okuma fiili kas­tedildiğinde bunun mahlûk olduğu söylenebilirse de, “İnsanın Kur’an’ı okuyuşu mahlûktur” demek isabetli değildir. Çün­kü bu ifade Kur’an’ın mahlûk olduğu an­lamına alınabilir ve Kur’an’a yaratılmişlık sıfatının verilmesine sebep teşkil edebilir {Mecmû’atü’r-resâ’İl, 111, 357-358; Der’ü te’âruzi’t-‘akl ue’n-nakl, I, 264-266). M. Reşîd Rızâ daha çekimser davranarak, “Kur’an’ı telaffuz ediş mahlûk değildir” veya. “Kur’an’ı telaffuz ediş mahlûktur” demeyi uygun bulmayıp bu konuda sus­mayı tercih etmiştir. Zira ona göre ilâ­hî kelâmın künhünü bilmek imkânsızdır ve bu nevi tartışmalar insanı yanıltabilir {Tefsirü’t-menâr, IX, 179-183). Muham-med b. Yahya ez-Zühlî, Ebû Hatim er-Râzî, İbn Mende, İbn Hâmid ve Ebû İs­mail el-Ensârî gibi bazı Selef âlimleri ise Kur’an’ı telaffuz edip yazmanın yanı sıra çıkarılan sesler ve çizilen yazıların dahi mahlûk olmadığını söylemişlerdir (îbn Teymiyye, Der’ü te’âruzi’t-‘akl ue’n-nakl, I. 266-267; Teftâzânî, II, 73-74).

3. Kur’an, harflerden teşekkül ettiği için hadis olmakla birlikte Allah’ın zâtı ile kaim ilâhî bir sözdür. Zira ilâhî kelâm sı­fatı konuşma gücünden ibaret olup eze­lîdir, ilâhî sözlerden oluşan Kur’an ise ha­distir. Allah’ın harflerden oluşan ve hadis olan Kur’an vasıtasıyla konuşması müm­kündür. Çünkü zâtı hadislere mahal teş­kil edebilir. İslâm âlimlerinin büyük ço­ğunluğu tarafından isabetsiz bulunan bu görüş Kerrâmiyye’ye aittir (Ebü’l-Yüsrel-Pezdevî, s. 57; Teftâzânî, II, 74).

4. Kur’an Allah kelâmıdır. Mahlûk olup olmadığı, okunan şeyle okumanın aynı şey mi. yoksa farklı şeyler mi olduğu tar­tışmalarına girmemek gerekir. İbnü’l-Cevzî gibi bazı Selefi âlimlerle Vâkıfe bu görüştedir (ibn Kuteybe, el-İfftitâffl’l-lafe, s. 246-247; Âcurrî, s. 87; Âmine M. Nasır, s. 153).

5. Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı ko­nusunda hüküm verirken lafızlarını ve onların ihtiva ettiği mânayı birbirinden ayırmak gerekir. Kur’an’ın Allah’ın zâtı ile kaim bulunan mânası, yani lafızlardan soyutlanmış aslı ezelî olup mahlûk değil­dir (Nesefî, I, 284-299). Zira aslında tek olan (bir anlamda parçalanmaz bir bü­tün olan) ve ilgili bulunduğu konulara göre emir, nehiy, haber gibi adlar alan bu ezelî mâna gerçek anlamda bir kelâm sıfatıdır. Allah’ın zâtı ile kaim olan sıfat­ların yaratılmışlıkla nitelendirilmek sure­tiyle mahlûkun sıfatlarına benzetilmesi hem aklen hem de naklen mümkün de­ğildir. Mânası yani aslı itibariyle Kur’an’m mahlûk olduğunu söylemek küfrü gerek­tirir (Beyhaki, I, 388). Kelâm-ı nefsî (zâti) diye adlandırılan bu mânayı insanların id­rak alanına indiren Kur’an’ın lafızları ise (ibare) mahlûktur. Çünkü bunlar, ardar-da gelen ve bu sebeple sınırlı durumda bulunan harfler ve seslerden oluşmakta­dır. Hiçbir yönden yaratılmışlara benze­meyen Allah harf ve seslerle konuşmadı­ğından Kur’an’ın lafızları gerçek anlam­da değil mecazi mânada, yani ilâhî kelâ­ma delâlet etmeleri açısından “kelâmul-lah” olarak adlandırılabilir (Beyâzîzâde, s. 175-176). Allah’ın zâtı ile kaim olmayan Kur’an’ın lafızları önce levh-i mahfuzda, daha sonra Cebrail’de veya Hz. Peygam-ber’in kalbinde yaratılmıştır (Mâtürîdî. s. 58). Kur’an’ın lafızlarının insanlara indiri-lişi de insanlar tarafından okunuşu ve yazılışı da hadistir.

Kur’an’ın aslı ve mânası itibariyle ka­dîm, lafızlarının ise mahlûk olduğunu gös­teren çeşitli deliller vardır, a) Yaratılmış olan her şeyin Allah’ın “of (kün) emriyle meydana geldiği âyetlerle sabittir (el-Bakara 2/117; Âl-i İmrân 3/47, 59; Yâsîn 36/82). Eğer Allah’ın kelâmı olan Kur­’an’ın aslı mahlûk olsaydı onun da “ol” kelâmıyla meydana gelmesi gerekirdi, bu ise muhaldir. Zira “ol” kelâmı hadis olduğundan başka bir “ol” kelâmıyla ya­ratılmaya muhtaçtır; sonuçta hadis ol­mayan bir “ol” kelâmının kabul edilme­mesi teselsüle yol açar (Eş’arî, s. 52-53; Bâkıllânî, s. 268). b) Kur’an’daki lafızla­rın delâlet ettiği mânalar mahlûk olsaydı yaratılmışlık açısından insanların sözle­riyle ilâhî kelâm arasında fark bulunmaz ve her ikisi de birbirine benzerdi. İlâhî kelâmın insanların kelâmına benzeme­diği ve Kur’an’ın bir benzerinin meydana getirilemeyeceği ise âyetlerle sabittir (el-

Müddessir 74/25; lsrâ 17/88; Bakara 2/23; Eş’arî. s. 56; Mâtürîdî, s. 59). c) Kur’an’ın mânası (aslı) mahlûk olsaydı ih­tiva ettiği ilâhî isim ve sıfatların da mah­lûk olması gerekirdi. Halbuki ilâhî isim ve sıfatların mahlûk olması ulûhiyyete aykı­rıdır (Eş’arî, el-İbâne, s. 58-60). d) Kur-‘an’a ait lafızların mahlûk olmasına ge­lince bu husus tartışmaya ihtiyaç bırak­mayacak derecede açıktır. Zira harflerin ve seslerin yaratılmış olduğu ve Allah’ın da harf ve seslerle konuşmadığı aklen zaruri bilgilerle sabittir. Çünkü harflerin başı. sonu vardır ve çeşitli unsurlardan oluşmuştur. Bu vasıflar kadîm değil mah­lûk olan varlıklara mahsustur (Ebü’l-Yüsr ei-Pezdevî, s. 60-63; Nesefî, I, 259, 284; Râzî, III, 223; XXII, 140-141). Eş’a-riyye ve Mâtürîdiyye’den oluşan Ehl-i sün­net kelâmcılannın büyük çoğunluğu bu görüştedir. İmâmü’l-Haremeyn el-Cü-veynî gibi bazı âlimler ise Allah’ın zâtına lâyık bir şekilde harf ve sesle mütekellim olduğunu söyleyerek Selef anlayışına ya­kın bir görüş benimsemişlerdir (Reşîd Rızâ. IX, 178-179).

Değişik kelâmı ekollere mensup âlim-lerce benimsenen bu görüşlerin dayan­dığı deliller karşılıklı olarak eleştirilmiştir. Mu’tezile ve Şîa âlimlerine göre Sünnî kelâmcılann Kur’an’ın mâna (asıl) itiba­riyle ezelî olduğunu kanıtlamak için orta­ya koydukları kelâm-ı nefsî kavramı Al­lah’ın ilim ve irade sıfatlarından başka bir şey değildir; ilim ve iradenin ezelî ol­duğunda ise ihtilâf yoktur. İlâhî ilim ve irade harflerin yaratılması suretiyle insan­lara iletilmiştir. Dolayısıyla Kur’an mah­lûk kabul edilmelidir. Ayrıca “kün” emri ilâhî kelâmı değil fiili ifade eder. Kur’an’-da ilâhî isim ve sıfatların bulunması da Kur’an’m kadîm olmasını gerektirmez. Zira isimle müsemmâ aynı şey değildir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, VII, 164-177; M. Meklcîel-Âmilî, I, 199, 204). İbn Teymiyye ve M. Reşîd Rızâ gibi Selef âlimleri de Sünnî kelâmcılann kelâm-ı nefsî görüşünü eleştirmiş ve Mu’tezile’-nin telakkisinden bile daha tutarsız ol­duğunu söylemişlerdir. Çünkü Mu’tezile, Kur’an’ın lafızları itibariyle gerçek mâna­da bir ilâhî kelâm olduğu hususunu be­nimsemekte. Sünnî kelâmcılar ise Kur­’an’daki lafızları gerçek mânada ilâhî ke­lâm kabul etmemektedir {Mecmû’atü’r-resâ% III, 429; Tefsîrü’l-menâr, IX, 174). Selef âlimlerine göre Sünnî kelâmcılar.

Kur’an’daki harflerin yaratılmış olduğu­nu ileri sürerek Mu’tezile ile aynı görüşü paylaşmışlardır.

Ehl-i sünnet âlimleri. Mutezile’nin levh-i mahfuza yazılmasından önce Kur’an’ın mevcudiyetini inkâr etmesini isabetsiz bulduğu gibi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olmasından hareketle bir “şey” olan Kur-‘an’ın da yaratıcısı olması gerektiğini ka­nıtlamak için naslan uzak te’villere tâbi tutmasını ve Allah’ın zatî, dolayısıyla ezelî bir kelâm sıfatıyla mütekellim olduğunu inkâra götürecek şekilde Kur’an’ın lafızlarıyla mânası (aslı) arasındaki ayırımı reddetmesini eleştir­mişlerdir. Selefiyye ise Kur’an’ın mahlûk ol­madığını kanıtlamak için zayıf rivayetle­re dayanması ve aklın zaruri ilkelerine aykırı düşecek şekilde Kur’an’daki lafızla­rın bile kadîm olduğunu savunması açı­sından tenkit edilmiştir.

Halku’l-Kur’ân konusunda değişik ekol­lere mensup âlimlerin benimsediği bu görüşlerin büyük ölçüde kelâm sıfatıyla ilgisi olup kelâmın zatî veya fiilî bir sıfat olarak kabul edilmesinden kaynaklandı­ğını söylemek mümkündür. Her şeyden önce zarûrât-i dîniyye arasında yer alma­yan bu meselenin tekfire konu teşkil et­mediğini belirtmek gerekir. Zira Kur-‘an’ın mahlûk olduğunu savunan âlimler de sonuç olarak onun Allah tarafından insanlara gönderilen ilâhî bir kitap oldu­ğunu kabul etmektedir. Esasen bu me­selede itikadî ekollerin değişik açılardan ortak görüşleri de mevcuttur. Nitekim Kur’an’ın lafızlarının yaratılmış olduğu konusunda Mu’tezile, Şîa ve Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında görüş birliği vardır. Yine Kur’an’ın harfleri ve lafızları itibariy­le gerçek anlamda ilâhî kelâm olduğu hususunda da Mu’tezile, Selefiyye ve Şîa aynı görüştedir. Selefıyye’nin Kur’an’ın harflerini ezelî kabul etmesi. Mu’tezile’-ye ve onun eliyle gerçekleşen miline* olayına karşı bir tepki olarak değerlendi­rilmelidir. Sünnî kelâmcılar ise bu nokta­da onlardan ayrılarak Kur’an’ın lafızları­na mecazi anlamda ilâhî kelâm demişler­dir. Bazı âyetlerde Kur’an’ın Allah kelâmı olarak nitelendirildiği dikkate alınırsa (Tevbe 9/6; Feth 48/15) ilk bakışta Sün­nî kelâmcılann naslara aykırı düşen bir görüşü savunduğu düşünülebilir. Ancak onların, Kur’an’ın aslının {mânasının} ilâhî kelâm olduğunu ve Allah’ın zâtı ile kaim ezelî sıfatları arasında yer aldığını belirt­mek suretiyle diğer itikadî konularda ol­duğu gibi halku’l-Kur’ân meselesinde de teşbihle tenzih arasında mâkul bir çö­züm getirdikleri söylenebilir. Her ne ka­dar Mu’tezile ve Şîa âlimleri kelâm-ı nef-sîyi reddedip bunun ilim sıfatıyla aynı şey olduğunu söylemişse de bütün ayrıntıla­rıyla ilâhî sıfatların mahiyetini bilmenin aklın sınırlan dışında kaldığını dikkatten uzak tutmamak gerekir.

Halku’l-Kur’ân meselesi klasik kelâm kitapları içinde yer aldıktan başka müs­takil bazı kitaplara da konu olmuştur. Bu-hârfnin Halku ef’âli’l-Hbâdı, İbn Ku-teybe’nin el-İhtilâf ü’l-lafz’u Ebû Ca’-fer el-İskâfî’nin İşbâtü halki’l-Kur’ân ve er-Red coîâ men enkere halka’l-KurJân’ı(lbnü’n-Nedîrn,s. 213), İbrahim el-Harbrnin Risale fî enne’l-Kur’ân ğayru mahlûk’u (Sezgin. VIII, 171), İb-nü’r-Râvendî. Ebü Mûsâ el-Murdâr, İbn Keysân el-Esam, Hişâm b. Amr el-Fuva-tî, Humeyd b. Saîd b. Bahtiyar gibi mü­elliflerin Halku’l-Kur’ân adlı kitapları (İbnüTı-Nedim, s. 207, 214, 217. 220), Ebû Ya’Iâ el-Ferrâ’nın îzâhu’l-beyân fî /nesV/efı’i-KurMn’ı (İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, II, 74), Abdülkâhir el-Bağ-dâdî’nin Nefyü halki’l-Kur’ân’ı (Sübkî, V, 140), Fahreddin er-Râzfnin Halku’I-Kur^ân beyne’l-Mu’tezile ve Ehli’s-sünne’si (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ, Beyrut 1992), Muhammed el-Vefâfnin Vâ-zıhu’l-burhân fi’r-red ‘ale’l-kö’ilîn bi-halki’l-Kur’âriı (Mhu’l-meknûn, II, 699), İbnü’l-Cevherî’nİn ed-Dürrü’n-nazîm iî tahkiki’l-kelâmi’l-kadîm’ı [a.g.e.. I, 453), Abdülfettâh Ebû Gudde’nin Mes’eletü halki’l’Kur’ân ve eşeruhâ ü şufûfi’r-ruvât’ı (Halep, ts.) ve Ahmed b. Süley­man en-Neccâd’ın er-Red bM men ye-kûlü el-Kur}ân mahlûk (Kuveyt 1980) ile Ahmed Abdurrahman İbrahim’in Hal­ku’l-Kur’ân (Kahire 1986) adlı eserleri bunlar arasında zikredilebilir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski