Hallacı Mansur Kimdir, Hikayesi, En el Hak, İdamı, Hakkında Bilgi

Ebü’l-Mugîs el-Hüseyn b. Mansûr el-Beyzâvî (ö. 309/922) Tasavvufun gelişmesine önemli katkılarda bulunan ünlü mutasavvıf.

244’te (858) İran’ın Fars eyaletinde bu­lunan Beyzâ’nın kuzeydoğusundaki Tûr’-da doğdu. Dedesi Mahamma Mecûsî idi. Sonraları anne tarafından Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin neslinden geldiği söylenerek kendisine Ensârî nisbesi verilmiştir. İbnü’n-Nedîm onun, halkının çoğunluğunu Araplar’ın meydana getirdiği Beyzâ’dan olduğunu ifade ettikten sonra babasının mesleğinden dolayı “Hallâc” diye tanındı­ğını söyler. Oğlu Hamd’in anlattığına göre ise insanların gönüllerindeki sırları pamuk gibi atıp altüst ettiğinden “Hallâc-ı Esrar” unvanını almıştır. Başka bir ri­vayete göre bir hallacın dükkânında iken sahibini bir yere göndermiş, dükkânına dönen bu kişi bütün pamukların atıldığı­nı görerek bunu onun kerameti olarak ka­bul etmiş ve daha sonra Hallâc diye anıl­mıştır. Asıl adı Hüseyin olduğu halde İran’da ve Osmanlılar’da daha çok Mansûr ve Hallâc-ı Man­sûr şeklinde babasının adıyla anılmış, kendisine “Mansûr” adı verilirken dava­sının zafere ulaşmış olduğuna işaret edil­miştir. Allah’ın yardımına mazhar olduğu­nu anlatmak için ona “Nâsır’ın (Allah’ın) Mansûr’u” diyenler de olmuştur. Melâmet ehli arasında “sultânü’l-melâmetiyyîn” diye anılır.

Hatîb el-Bağdâdî’nin, oğlu Hamd’e da­yanarak verdiği bilgiye göre Hallâc. do­ğum yeri olan Tûr’dan halkı Hanbelîler’den oluşan ve hâfızlarıyla tanınan Vâsıt’a gitti. Burada on iki yaşında hıfzını tamam­ladı. Ardından Tüster’e geçerek iki yıl Sehl et-Tüsterî’nin öğrencisi oldu. Yirmi ya­şında Basra’ya geldi. Buradan Bağdat’a giderek Cüneyd-i Bağdadî, Amr b. Os­man el-Mekkî. Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî gi­bi Bağdat’ın tanınmış sûfîlerinin sohbet­lerine katıldı. Amr b. Osman el-Mekki-den hırka giydi. Basra’da Ebû Ya’küb Ak­ta’ adlı bir sûfınin kızı ile evlendi. Burada Abbasî Hilâfeti’ni tehdit eden Zenc isya­nına şahit oldu ve muhtemelen bu ayak­lanmaya sıcak baktı. Bu arada az çok Şiî mezhebini de tanıdı. Basra’da zâhidâne bir hayat yaşarken kayınpederiyle şeyhi arasında şiddetli bir geçimsizlik çıktı.

 

Hallâc bu durumu Cüneyd’e arzederek ne yapması gerektiğini sorunca Cüneyd ona sabır tavsiye etti. Bir süre sonra 282’de (896) ilk haccını yapmak üzere Hicaz’a gitti. Burada vaktini ibadet ve riyazetle geçiren Hallâc, daha sonra bir grup sûfî ile birlikte Bağdat’a dönerek Cüneyd’İn sohbetlerine devam etti. Bu sırada ona sorduğu bazı sorulara cevap alamadı. Hal-lâc’ın maksatlı sorular sorduğuna ve bu konuda samimi olmadığına kanaat geti­ren Cüneyd onun sohbetlerine katılma­sından rahatsız oldu ve meclisinden uzak­laştırdı (Cüneyd ile aralarında geçen tar­tışma için bk. Ahbârü’l’Haltâc, s. 25). Bu­nun üzerine Hallâc Tüster’e döndü. Ara­larında bir yıl kaldığı Tüster halkı kendi­sini hiçbir mezhebe bağlı bilmeyen, an­cak her mezhebin en zor hükümlerini uygulamayı esas alan Hallâc’a büyük ilgi gösterdi. Hallâc beş yıl sürecek bir yolcu­luğa çıkmak üzere Tüster’den ayrıldı. Ho­rasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kir­man bölgelerini dolaştı. Fars’ta halka va­azlar verdi, onlar İçin eserler yazdı. Ar­dından Ahvaz’a geçti ve ailesini de bura­ya getirtti. Şeyhi Amr b. Osman el-Mek-kî’nin Ahvaz yöresine kendisini kötüleyen mektuplar yazması üzerine ondan giydi­ği hırkayı çıkarıp attı. Ahvaz’da meclis ku­rup vaazlar vermeye başlayan Hallâc hal­kın ve aydınların büyük teveccühüne maz­har oldu ve burada Hallâc-ı Esrar diye tanındı. Daha sonra ailesini Ahvaz’da bı­rakarak 400 müridiyle birlikte ikinci defa hac yapmak üzere Basra üzerinden Mek­ke’ye gitti. Kendisini kıskanan sûfî Ebû Ya’küb en-Nehrecûrî onun aleyhinde bu­lunmaya başladı. Hac dönüşü Basra’da bir ay kaldıktan sonra Ahvaz’a gelen Hal­lâc, ailesini ve buranın ileri gelenlerinden bir grubu yanına alarak Bağdat’a geçti. Burada bir sene kaldı; ardından küfür ve şirk beldelerini Allah’ın dinine davet et­mek için manevî bir işaret aldığını söyle­yerek ailesini müridlerinden birine ema­net edip deniz yoluyla Hindistan’a gitti (Hatîb, VIII, 120). Horasan. Tâlekân, Mâ­verâünnehir, Türkistan, Maçin. Turfan ve Keşmir’i dolaştı. Buralarda ateşli vaazlar verdi. Allah sevgisinden söz etti. Gezdİ-ği yerlerdeki halk için eserler yazarak İs­lâm’a girmelerinde etkili oldu. Onun te­siriyle müslüman olanlara Mansûrî de­niliyordu. Bu durum kendisini büyük bir üne kavuşturdu. Ziyaret ettiği yerlerin halkı mektuplarında kendisine “mugis, mukit, mümeyyiz, zâhid, mustalem. mu­hayyer” gibi unvanlarla hitap ediyorlardı. Bu seyahatten dönünce aleyhindeki faa­liyetler de tekrar başladı. 290’da (903) üçüncü defa hacca gitti ve burada iki yıl kaldı. Bazan ibadet ediyor, bazan da halk arasına karışıp hacda kesilen kurbanlar gibi Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Bir ara Ara­fat’ta kendisine hakaret ve işkence edil­mesini istedi. Bağdat’a dönen ve bir ev satın alan Hallâc’da bir değişikliğin mey­dana geldiği farkedilmişti. Hakkında anlatılan bir menkıbeye göre Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini, kanının dökülmesinin halk için helâl olduğunu ilân etti. Karmatîler’in Abbasî Devleti’ni teh­dit ettiği, 2S6 (870) yılında başlayıp 270″e (883) kadar devam eden Zenc isyanının izlerinin henüz silinmediği, istikrarsız­lığın devam ettiği bir dönemde Hallâc’ın sözleri ve davranışları halk ve ulemâ ara­sında yeni bir huzursuzluk meydana ge­tirdi. İbn Dâvûd ez-Zâhirî öncülüğünde bir grup âlim Hallâc’ın aleyhinde bir faali­yet başlattı: bazıları onun sihirbaz, şarla­tan veya deli olduğunu ileri sürerken ba­zıları da keramet sahibi bir velî olduğunu söylüyordu. Aleyhindeki faaliyetler artıp bir kısım müridleri tutuklanınca kendi­sini de aynı akıbetin beklediğini anladı ve Ahvaz’a kaçtı. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl peygamberin türbesi civarında bir yıl saklandı. 301’de (913) yakalanarak Bağdat’a getirildi ve idam talebiyle mahkeme önüne çıkarıldı. Şafiî kadısı İbn Süreyc’in. ilhama dayanan ta-savvufî mahiyetteki sözlerin fıkhî açıdan değerlendirilmesinin yanlış olacağını ileri sürüp idama karşı çıkması ve dostu baş-mâbeyinci Nasr el-Kuşûrî ile Halife Muk­tedir-Billâh’ın Türk asıllı annesi Şağab’ın araya girmesi üzerine Vezir Ali b. îsâ el-Kunnâî onu üç defa siyaset meydanında teşhir ettikten sonra hapsedilmesini ye­terli gördü. Sekiz yıl süren hapis hayatı, genellikle dostu Nasr el-Kuşûrf nin evin­deki bir odada göz hapsi şeklinde geçti. Bütün ihtiyaçları karşılandı; ziyaretçi ka­bul etmesine izin verildi. Hapiste bulu­nan Hallâc’ın Bağdat ve çevresindeki et­kisi giderek arttı. Burada iken Kitâbü’t-Tavâsîn’m “Tâsînü’s-sirâc” ve Tâsînü’I-ezel” bölümlerini yazdı. Fakat aleyhinde­ki faaliyetler bütün şiddetiyle devam edi­yordu. Sonradan maliye tahsildarı olan eski sûfî Ebû Ali el-Evâricî bile onu, ünlü kıraat âlimi İbn Mücâhid’e sahte kera­metler gösteren bir hokkabaz şeklinde tanıtmıştı. Cezalandırılması yönündeki taleplerin artması üzerine Vezir Hâmid b. Abbas tarafından idam isteğiyle tek­rar hâkimler heyetinin önüne çıkarıldı. Delillerin yetersiz olduğunu söyleyen hâkimler idamı için hüküm vermekten ka­çındıklarından mahkeme uzun sürdü. Fa­kat Vezir Hâmid’in ısrarlı takibi karşısın­da bir oldu bittiyle karşı karşıya kalan Mâ­liki kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yû­suf el-Ezdî idamına hükmetti. Hanefî ka­dısı İbn Bühlûl’ün muhalefetine rağmen bu hüküm diğer kadılara ve şahitlere im­zalatıldıktan sonra Halife Muktedir-Bil-lâh tarafından tasdik edilince Hallaç, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağ­dat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları ke­sildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikildi; gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu. Kesik başı iki gün köp­rüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı.

Hallâc’ın asıldığı yer zamanla önem ka­zanmaya, Hak şehidi bir velînin türbesi olarak ziyaret edilmeye başlanmıştır. Ve­zirliğe yeni tayin edilen Ali b. Mesleme’-nin, görevine başlamadan önce Hallâc’ın kabri olarak bilinen yeri ziyaret ederek manevî huzurunda dua edip niyazda bu­lunması. Abbasî Devleti’nin ondan özür dilemesi ve itibarını iade etmesi anlamı­na gelmiştir. Hallâc adına burada inşa edi­len ve zaman zaman onarılan türbeden başka çeşitli İslâm beldelerinde onun adı­na pek çok makam yapılmış ve bu ma­kamlar birçok mutasavvıf, âlim ve devlet adamı tarafından ziyaret edilmiştir.

Hallâc-ı Mansûr’un öldürülme sebebi hakkında. Abbâsîfer’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le gizlice mektuplaştığı, “enelhak” sözüyle ulûhiyyet iddiasında bulunduğu, haccın farziyetini inkâr edip yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şek­linde çeşitli iddialar ileri sürülmüştür. An­cak idamın esas sebebinin bu tür iddia­lar olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim III. (IX.) yüzyılda yaşamış olan ve Hallâc’ınkİ-ne benzer sathiye türü sözleriyle tanınan Bâyezîd-i Bistâmî gibi sûfîlere dokunul­mamış olması bunu gösterir. Şafiî kadısı İbn Süreye, cezbe halinde söylenen ilham ürünü sözlerin fıkıh açısından değerlen­dirilip bir hükme varılamayacağını belir­tip idama karşı çıkarken o dönemde ge­nellikle hukukçuların bu tür olaylar karşı­sında takındıkları tavrın bir örneğini ver­miştir. Çok katı ve mutaassıp olanların dışındaki fakihler şathiyat sahibi sûfîleri kınamakla birlikte yaşama haklarını el­lerinden almaya taraftar olmamışlardır. Hallâc’ın idam fetvası dinî olmaktan çok siyasî bir karar olup ancak siyasî baskılar ve entrikalar sonucunda çıkarılabilmiş­tir. Onun büyük bir üne sahip olması, çev­resinde çok sayıda mürid toplaması, sa­rayda ve yüksek rütbeli devlet adamları ve kumandanlar arasında bile taraftar bulması, zenci kölelerin isyanına sıcak bakması, mehdî olduğu ve Abbâsîler’e karşı Karmatîler’le gizlice iş birliği yap­tığı yolunda söylentiler çıkması devlet adamlarını endişelendirmiş, bu yüzden baskı altında çalıştığı ileri sürülen bir hâ­kimler kurulundan fetva alıp idamı ger­çekleşti rmişlerdir. Ancak az da olsa Hallâc’ı hulûlcü ve ittihada bir zındık ve mülhid sayıp idamını şer’an gerekli gören ka­dılar da vardır. Takıyyüddin İbn Teymiyye başta olmak üzere her çağda bazı zahir âlimleri onun idamını tasvip etmişlerdir. Başlangıçta Amr b. Osman el-Mekkî, Cü-neyd-i Bağdadî gibi çağdaşı bazı sûfîler Hallacı tenkit etmişler; İbn Atâ. Şiblî, İbn Hafif ve Nasrâbâdî gibi diğer bazı sûfîler ise velî olarak kabul etmişler, daha son­ra da hemen hemen bütün mutasavvıf­lar onu evliyadan saymışlardır.

Tasawufî Görüşleri.

Tasavvuf tarihi ba­kımından birinci derecede önemli büyük mutasavvıflardan olan Hallâc’ın sözleri ve menkıbeleri çağlar boyunca müslüman-lar arasında yankılanmış ve İslâm toplu­mu üzerinde derin izler bırakmıştır. Ta­savvuf Hallâc’ın şahsında yeni bir merha­leye ulaşmış, onun bu harekete bastığı damga günümüze kadar tesirini sürdür­müştür. Değişik ifadelere ve izah şekille­rine bürünerek geniş halk tabakaları arasında yaşama imkânı bulan Hallâc’ın temel görüşlerinden biri nûr-ı Muhammedî (hakikat-i Muhammediyye) fikridir. Hallâc’a göre Hz. Muhammed’in biri ezelî bir nur oluşu, diğeri bir insan ve peygam­ber olarakdünya hayatındaki altmış üç yıllık varlığıyla ilgili şahsiyeti olmak üzere iki hüviyeti vardır. Allah’ın ilk yarattığı şey onun nurudur . Âdem henüz toprakla su arasında iken, yani he­nüz yaratılmamış iken o peygamberdi. Bütün nebiler, resuller ve velîler ilim ve irfanlarını ondan almışlar­dır. Hatta bütün varlıkların var oluş se­bebi odur. Hz. Âdem bedenlerin, Hz. Mu­hammed ise ruhların babasıdır. Hz. Mu-hammed’i değişik bir şekilde yorumla­yan, onunla Allah arasındaki münasebeti farklı bir biçimde açıklayan bu teori daha sonraki mutasavvıflar tarafından gelişti­rilmiş ve tasavvufun önemli esaslarından biri haline getirilmiştir. Hallâc, yaratma ve dinlerle ilgili düşüncelerini de nûr-ı Muhammedî çerçevesinde açıklamıştır. Ona göre bu nur ilk taayyündür, zâtın zâta te­celli etmesidir, bütün yaratıklar ondan zu­hur ettiğinden o aynı zamanda varlığın kaynağıdır. Eğer o olmasaydı hiçbir şey ol­mazdı (bk. HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE).

Hallâc’a göre bütün dinler esas itibariy­le birdir. Aynı hakikate değişik açılardan bakmaları dinlerdeki farklılığın kaynağını oluşturmuştur. Dinlerin birliği esastır; bütün din mensuplarının hedefi ve iste­dikleri şey aynıdır. Bu yönden hepsi hak üzeredir. Farklılık isimlendirmede ve şe­kildedir. Hallâc, Hz. Musa’nın sözünü de Rravun’un sözünü de “hak söz” diye ni­teliyor ve bu ifadeyi cebir ve kader konu­sundaki görüşleriyle açıklayarak, “Bu söz­ler, ezelde takdir edilen ve değişmeyen bir alın yazısının sonucu olarak söylenmiş­tir” diyordu {Ahbârü’l-Hallâc, s. 48). Bü­tün dinlerin ilâhî olduğunu söyleyen Hal­lâc’a göre insan kendi tercih ettiği din üzere değil. Allah tarafından kendisi için tercih edilen din üzere bulunur; sadece bu ümmetin Mecûsîler’i olan Kaderiyye ve Mu’tezile mezhebi mensupları bunun aksini iddia etmişlerdir. Bu konudaki gö­rüşlerini açıklamak için irade ile emir ara­sında ayırım yapan Hallâc, emredilen şey­lerden bazılarının irade edildiği halde ba­zılarının irade edilmediğini ve sadece ira­de edilenin gerçekleştiğini savunur.

İblîs’in Âdem’e secde etmemesini Hal­lâc bir de tevhid, aşk ve fütüvvet açısın­dan yorumlamıştır. Ona göre İblis Allah’­tan başkasına secde edilmemesi gerek­tiğini, ilâhî takdirin böyle olduğunu bili­yor, secde emrini bir imtihan ve zahirî bir husus olarak görüyordu. İblîs Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan O’ndan başkasının önünde eğilmemiş, secde şe­refini yalnız O’na tahsis etmiştir. Allah’ın, “Eğer secde etmezsen sana ebedî olarak azap edeceğim” uyarısına karşı, “Bu azap içinde iken beni görecek misin?” şeklin­de bir soru sormuş, “evet” cevabını alın­ca, “Beni görmen bu azaba katlanmama değer” demiştir. Hallâc, aşkı bir zevk ve haz olarak değil elem ve azap olarak gö­rüyor ve âşığın sevgilisi uğruna en acı ıs­tırabı tereddüt etmeden göze alması ge­rektiğini düşünüyordu. İdam edileceği gün vücudundan akan kanla abdest aldığı ve, “Aşk namazı için abdest ancak kanla alı­nır” dediği rivayet edilir.

Hallâc-ı Mansûr, İblîs ile Firavun’un du­rumunu fütüvvet bakımından değerlen­dirirken fetâ ve fütüvvet ehli denilen yi­ğit ve fedakâr insanların inandıkları da­vaya sonuna kadar bağlı kalmaları ve bu uğurda seve seve canlarını feda etmeyi göze almaları gerektiği hususunu dik­kate almıştır. Hallâc’a göre İblîs, “Eğer Âdem’e secde edersem fütüvvet ehli ol­ma niteliğini kaybederim” demiş ve bu sebeple davasına bağlı kalmıştı. Firavun da, “O’nun resulüne inanırsam davamı kaybetmiş olacağımdan fütüvvet maka­mından azledilmiş olurum” diyerek de­nizde boğulma pahasına iddiasında ısrar etmişti. Bu bakımdan bu ikisini kendine örnek alan Hallâc, “enelhak” davasında sonuna kadar ısrar etmekle fütüvvetin bir örneğini vermiştir. Diğer taraftan Hallâc fütüvvetin en güzel örneği olarak Hz. Muhammed ile İblîs’i görmüş, hiç kimsenin bu ikisi ka­dar davalarında samimi olmadıklarını ve fedakârlık göstermediklerini, ancak birin­cisinin diğerinden daha mükemmel bir ör­nek teşkil ettiğini ileri sürmüştür.

Ona nisbet edilen bir risalede, “Hac yapmak isteyen, fakat buna imkân bula­mayan bir kimse evinde temiz bir odayı hac için ayırır. Hac mevsimi gelince içine kimsenin girmediği bu odada Kabe’de olduğu gibi tavaf yapar. Haccın diğer me-nâsikini de yerine getirdikten sonra otuz yetimi toplayarak yemek yedirir, onlara elbise giydirir, sonra da her birine 7’şer dirhem para verir. Bunlar hac yerine ge­çer” şeklinde bir ifade yer almaktadır (bk. İbnü’l-Cevzî, e\-Muntazam, VI, 163). An­cak bu sözler bu şekliyle onun düşman­ları tarafından ileri sürülen bir iddiadır. Daha önce Râbia el-Adeviyye ve Bâye-zîd-i Bistâmî de Kabe konusunda buna benzer sözler söylemişlerdi. Hallâc’ın da aynı konuda bazı şeyler söylemiş olması mümkündür. Nitekim mahkeme Hallâc’ı idam etmeye karar verirken onun haccın farz oluşunu inkâr ettiğini hükme gerek­çe olarak göstermiş, o sırada Abbâsîler’e isyan etmiş olan Karmatîler’in Kabe’yi tahrip edip Hacerülesved’i memleketle­rine götürmeleriyle Hallâc’ın haccı inkâr etmesi arasında bir ilişki kurulmak isten­mişti. Hallâc’ın üç defa Mekke’ye gidip Kabe’yi ziyaret etmesi, ayrıca Hanefî ka­dısı İbn Bühlûl’ün idam kararına karşı çık­ması hacla ilgili iddiaların bir tertipten ibaret olduğunu göstermektedir.

Hallâc hakkında ileri sürülen iddiaların en yaygını, en etkili ve en sürekli olanı, onun tevhid ve fena görüşünü ifade eden “enelhak” sözü ile hulul ve ittihadı çağ­rıştıran ifadeleridir. Hallâc’ın kâfir ve zın­dık olduğunu iddia edenler enelhak sözü ile tanrılık iddiasında bulunduğunu ileri sürmüşler, onu büyük bir velî olarak tanıyanlar ise bu sözü diğer sûfîlerin şathi-yeleri gibi görüp çeşitli şekillerde yorum­lamışlardır. Hallâc’ın enelhak dediği doğ­rudur. Ancak bu sözüyle tanrılık iddiasın­da bulunduğu yolundaki hükümler kesin­likle yanlıştır. Onun konuyla ilgili tam ifa­desi şöyledir; “Eğer Allah’ı tanımıyorsa­nız eserini tanıyınız, işte o eser benim, ben Hakkım, çünkü ebediyen Hak ile Hak­kım” (Kitabü’tTaüâsîn, s. 208). Bir şiirin­de hululle ilgili olarak, “Ben sevgilimin kendisiyim, o da bendir; biz bir bedene hulul etmiş iki ruhuz”  di­yen Hallâc’ın bu sözleri daima onun fe­na, sekr ve tevhid hali göz önünde tutu­larak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açık­lamalara göre “Ben Hakkım” sözü “Ben Hak’tanım” veya “Ben bir gerçeğim ve bâtıl değilim” demektir. Bazılarına göre Hallâc bu sözü Allah’tan hikâye yoluyla söylemiş ve, “Allah ben Hakkım diyor” demek istemiştir.

Gazzalî, enelhak sözünün söylendiği makamın ve halin önemine İşaret ettik­ten sonra konuyu tecellî ve fena kavramı ile açıklar ve şu örneği verir: Bir bardağa meşrubat konulunca bardakla meşruba­tın rengi birbirine karışır, artık bardak­tan değil sadece meşrubatın varlığından söz edilir. Kalbinde Allah’ın tecelli ettiği­ni gören bir velî bazan tecellî mahalli olan kalbi göremez, sadece burada tecelli eden Hakk’ı görür ve o zaman enelhak der. Bundan maksat, velînin kendi varlığını yok sayarak Hakkın varlığını dile getirme­sidir. Fahreddin er-Râzî de Hallâc’ı savunur ve onun bu sözünü çe­şitli şekillerde yorumlar. Hallâc’ın yaşadığı dönem­de ve öncesinde tasavvufî düşünceleri sebebiyle kimsenin idam edilmemiş ol­ması enelhak sözünün o devirde idam se­bebi sayılmadığını gösterir. Ayrıca Hal-lâc’dan sonra da tasavvuf edebiyatında bu ifade benimsenerek sık sık kullanıl­mış, tasavvuf şairleri derin bir coşku için­de bu sözü tekrarlamaktan büyük bir ru­hî haz duymuşlar, en muhafazakâr çev­reler bile bu ifadeyi kullanan mutasavvıf­ları kâfir saymamışlardır.

Hallâc Hıristiyanlığa ve bu dinden alı­nan bazı terimlere de ilgi duymuştur. Süryânî hıristiyanların kullandıkları “nâ-sût” ve “lâhût” tabirlerini tasavvuf ter­minolojisine ilk defa Hallâc sokmuş. Al­lah’ın nâsûtunun lâhûti sırrını ortaya koy­duğunu ifade etmiş ve haç dini üzere öle­ceğini söylemiştir. Ebü’l-Abbas el-Mürsî, Hallâc’ın bu sözü ile kendisinin çarmıha gerilerek katledileceğini önceden haber verdiğini, fıkıh âlimlerinin bundan dolayı onu kâfir saymalarında isabet bulunma­dığını belirtir.

Hallâc-ı Mansûr’un vahdet-i vücûd inan­cıyla ilgisi konusunda değişik görüşler vardır. Genellikle vahdet-i vücûd inancı­na bağlı olanlar onu bu görüşün temsil­cilerinden sayarlar. O dönemde vahdet-i vücûd fikrinin bulunmadığını söyleyenler ise haklı olarak onun görüşlerini vahdet-i şühûd olarak adlandırırlar. Bunlara göre Hallâc Allah sevgisiyle coşmuş, kendin­den geçmiş, her şeyi Hak olarak görmüş, sonra kendine gelince yaratanla yaratı­lanların ayrı ayrı varlıklar olduğunu söy­lemiştir.

İslâm âlimleri Hallâc hakkında dört gru­ba ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmı Hallâc’ı haklı bulmuş, savunmuş, görüşlerini pay­laşmış; bir kısmı onu kâfir ve zındık sa­yarak şiddetle reddetmiş; başka bir grup mazur görmüş, kendisine acımış; dördün­cü grup da bir hüküm vermekten kaçı­narak sükût etmeyi tercih etmiştir. Ge­nel olarak zahir ulemâsı Hallâc’ı bir zın­dık olarak görmüş, idamından sonra asır­lar geçtiği halde verdiği fetvalarla idamı­nın haklılığını ve gerekliliğini savunmuş ve hiçbir zaman onu affetmemiştir. Bun­lardan bazısına göre Hallâc bir hokkabaz, gözbağcı. sihirbaz, hilekâr ve şarlatan­dır. Hindistan’a yaptığı seyahatte yogi­lerden ve sihirbazlardan Öğrendiklerine dayanarak birtakım olağan üstü haller göstermeye başlamış, bu halleri kera­met şeklinde sunup halkı kandırmış ve kendisinin büyük bir velî olduğuna bazı kişileri inandırmıştır. Bir kısmına göre Hallâc haram-helâl bilmeyen, her şeyi caiz gören bir ibâhiyeci ve mülhiddir. Di­nî hükümlerin tasavvufta henüz bir sevi­yeye gelmeyenler için gerekli olduğunu, bu seviyeye gelenlerin canlarının istediği her şeyi yapabileceklerini savunmuştur. Bazılarına göre ise tanrılık iddia eden bir sapıktır. Diğer bazılarına göre aşın bir Şiî, bir Karmatî olup o sırada Abbasî Hilâfe-ti’ne karşı başkaldırmış bulunan ve Ka­be’yi tahrip eden Karmatîler’in bir dâîsi-dir. Çevresinde toplananlara kendisinin mehdî olduğunu söylediği ve bu durum Abbasî saltanatı açısından bir tehlike oluşturduğu İçin önce etkisiz hale getiril­meye çalışılmış, bu mümkün olmayınca da ortadan kaldırılmıştır. İbn Hazm, Bâ-killânî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî. İbn Hacer. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî. İbn Teymiyye. İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Haldûn, İbn Kesîr, Kâdî İyâz ve Zehebî başta olmak üzere birçok hadis, fıkıh ve kelâm âlimi yukarıdaki görüşlerden birine katı­lır. Diğer taraftan îbn Bâbeveyh (Şeyh Sadûk). Şeyh Müfîd ve Şeyhüttâife Tûsî gibi birçok Şiî âlimi Hallâc’ı mülhid olarak gör­müştür.

Ancak Hallâc’ı reddedenler zamanla azalmış veya bunların tenkitleri etkisini kaybetmiş, dostları ve taraftarları ise git­tikçe çoğalmıştır. Hayatta iken Şiblî. İbn Hafîf, İbn Atâ ve Fârİs gibi savunucuları bulunan Hallâc’ı daha sonraki çağlarda sûfîler arasında reddeden hemen hemen hiç kalmamıştır. Nasrâbâdî, Sülemî, Ebû Nasr es-Serrâc, Kelâbâzî. Kuşeyrî, Hâce Abdullah Herevî, Hücvîrî. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, Gazzâlî, Abdülkâdir-i Geylânî gibi bü­yük mutasavvıflar onun bir velî olduğuna inanmışlar, kendisiyle ilgili suçlamalara katılmamışlardır. Aynülkudât el-Heme-dânî, Ahmed el-Gazzâlî, Rûzbihân-ı Bak-lî, Senâî, Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rû­mî, Ahmed Yesevî, Muhyiddin İbnü’l-Ara-bî gibi tasavvufun en tanınmış şahsiyet­leri ise Hallâc’ı ve düşüncelerini benim­seyerek onun ateşli taraftarları olmuşlar. Hallâc’ın idealini yaşatarak Hallacı bir ta­savvuf hareketi meydana getirmişlerdir. Bunların çalışmaları sayesinde Hallâcî dü­şünce ve eylem tarzı bütün İslâm dünya­sının en ücra yerlerine kadar yayılmış, özellikle İran ve Türk edebiyatı ondan de­rin bir şekilde etkilenmiş, sûfî şairlerin özünü onun görüşleri oluşturmuştur. Ta­rikat şeyhleri ve mensupları arasında da Hallâc ve görüşleri önemli bir yer tutar. Yeseviyye. Mevleviyye ve Kâdiriyye gibi tarikatların mensupları ve melâmet ehli sürekli olarak Hallâcî düşünce tarzını can­lı tutmuş. Hallâc’ın görüşleri tasavvufun en önemli dinamiklerinden biri olmuştur. Onun fikirlerini en fazla tenkit eden Ah­med er-Rifâî bile enelhak sözünü sadece hata olarak görmektedir.

Mutasavvıflardan başka Sünnîler’den Fahreddin er-Râzî. Şiîler’den Nasîrüddîn-i Tûsî gibi bazı kelâmcılar, Şehâbeddin es-Sühreverdî, İbn Tufeyl ve Molla Sadra gi­bi filozoflar da Hallâc’ı savunmuşlardır. Os­manlı ulemâsından Kemalpaşazâde Hal­lâc’ı savunurken Ebüssuûd Efendi idam hükmünü yerinde ve haklı bulmuştur. Hanbelîler’den Ebü’l-Vefâ İbn Akil. Hane-ffler’den İbn Bühlûl. Şâfiîler’den İbn Sü­reye. İbn Hacer ve Süyûtî ise Hallâc’ın le­hinde ve aleyhinde bir hüküm vermekten kaçınarak onun durumunu Allah’a hava­le etmişlerdir.

Abdülkâdir Mahmûd, Mahmûd Kasım, İrfan Abdülhamîd gibi bazı çağdaş yazarlar Hallâc’ın aşırı bir Şiî, Bâtınî ve Karma­tî olduğu hususunda ısrar etmektedirler. Hallâc Sünnî bir çevrede yetişmiş. Sünnî bir şehir olan Vâsıfta hıfzını tamamla­mış. Sünnî âlimlerden ders almış, Sünnî sûfîlerin sohbetinde bulunmuş; Şiblî, İbn Hafîf ve İbn Atâ gibi takipçileri de Sün­nîler arasından çıkmıştır. Hayatını Hallâc araştırmalarına adamış olan Louis Mas-signon’a göre Hallâc Sünnî bir mutasav­vıf olup Türkler’in İslâmiyet’e girmesini başlatan dinî ve içtimaî hareketin öncü-südür. İnsanları Allah sevgisine davet et­miş, aşkın bir ıstırap olduğunu fiilen gös­termiş, nasların zahirî mâna üzerine an­laşılıp harfiyen uygulanmasından doğan zorluklardan insanları kurtarmak için uğ­raşmıştır. Nicholson ise vahdet-i vücû­dun Hallâc’dan çok sonra ortaya çıktığını hatırlatarak onun ilâhî mahiyet üzerinde durup sonlu ile sonsuz arasındaki ilişkiyi göstermeye çalıştığını ifade etmiştir.

Kuzey Afrika’dan Bengal ve Malaya ta­kımadalarına kadar yayılan ve hemen he­men bütün müslüman kavimlerin folk­lorunda az çok yer alan Hallâc’ın tesiri XX. yüzyılda da devam etmiştir. Mısırlı yazar Salâh Abdüssabûr. Me’sdıü ‘l-Hal-lâc (Beyrut 1964} adlı eserinde onu hak­sızlığa başkaldırmanın ve devrimci düşün­cenin gözüpek fedakâr bir temsilcisi ola­rak göstermiştir. Bu yönüyle Senûsî ha­reketinde de Hallâc’a önemli bir yer ve­rilmiştir. Abdurrahman Bedevi’ye göre Hallâc Kierkegaard’a benzeyen var oluş-çu bir sûfîdir. Muhammed İkbal ise fel-sefî-tasavvufî mahiyetteki Câvidnâme adlı eserinde, Jüpiter semasında seya­hat ederken Hallâc’ın kendisine yol gös­terdiğini söyleyerek ondaki güçlü ferdî dindarlığa, sıradan insanların üstünde Allah sevgisini yaşayan nâdir şahsiyetler­den biri olduğuna, dinamik inanç ve aşk anlayışıyla bir müslüman için iyi örnek olacağına dikkat çekmiştir (s. 287). Hal­lâc, Nesîmî’den Necip Fazıl Kısakürek’e kadar Türk edip ve şairleri üzerinde de et­kili olmuştur. Salih Zeki Aktay’ın Hallac-ı Mansur (İstanbul 1942) adlı trajedisi bu konuda kayda değer bir eserdir.

Eserleri

1. Kitâbü’t-Tavâsîn. Hallâc’ın hapiste iken kaleme aldığı, düşünce dün­yasını ortaya koyması açısından çok önem­li olan bu eseri dostlarından İbn Atâ ha­pisten gizlice dışarı çıkarıp saklayarak gü­nümüze ulaşmasını sağlamıştır. Hallâc Şuarâ, Nemi ve Kasas sûrelerinin başlan­gıcındaki “tâ” ve “sîn” harflerinin okunuşuyla elde ettiği “tâsîn” {çoğulu “tavâ-sîn”) kelimesine sırrî-tasavvufî mânalar yüklemiştir. Eser, her biri birkaç sayfalık sirâc, fehm, safa, dâire, nokta, eze! ve İl­tibas, meşîet, tevhid, esrar, tenzih ve ma­rifet tâsîni adını verdiği on bir tâsînden meydana geldiğinden Kitöbü’t-Tavâsîn adıyla anılmıştır. Rûzbihân-ı Baklî tara­fından şerhedilen eseri ilk olarak L. Massignon neş­retmiş (Paris 1913) ve daha sonra Fran­sızca’ya da tercüme etmiştir {Passion d’al-Hallaj.Ul. 300-344). Kitâbü’t-Tavâsîn’m nüsha farklarına dayanan yeni bir neşri Paul Nvvyia tarafından gerçekleştirilmiş­tir. Eser Âişe Abdurrahman ta­rafından İngilizce’ye iBerkeiey 1974), Ya­şar Nuri Öztürk tarafından Türkçe’ye (İs­tanbul 1976) çevrilmiştir.

2. Dîvân. Hallâc’ın çeşitli kaynaklarda bulunan şiirleri L. Massignon tarafından derlenerek di­van haline getirilmiş ve ilk olarak Jour-nalAsiatiquete ([ 1931 ], COCVIII) yayım­lanmıştır. Daha sonraki yıllarda müstakil baskılan yapılan eser (2. bs., Paris 1955; 4. bs., Paris 1981) Kâmil Mustafa eş-Şey-bîtarafından neşredilmiştir (Bağdat 1974). Z.Ahbârü’l-Hallâc. Hallâc’ın söylediği rivayet edilen sözlerin derlenmesiyle meydana gelen eser, L. Massignon’un Oua/re textes înedits, relatifs â la bi-ographie d’al-HalIâj (Paris 1914) adlı eserinin genişletilmiş yeni basımıdır (P. Kraus ile birlikte, Paris 1936, 1957, 3. bs.).

İbnü’n-Nedîm’in adlarını vererek Hal-lâc’a nisbet ettiği kırk altı eser {el-Fihrist, s. 241-243) günümüze ulaşmamıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski