Osmanlı uygulamasında haraç terimi, hem harâcî araziden ve hâsılatından hem de müslüman olmayan şahıslardan kişi başına alınan vergiyi ifade eder; harâc-ı ruûs (harâc-ı baş) cizye vermekle mükellef kişilerden, harâc-ı arz (bağ haracı) araziden alınan vergi demektir. Bu teorik ayırıma rağmen gerek yerli gerekse yabancı kaynaklarda haraç ve
cizye kelimeleri çok defa karıştırılmış ve biribirinin yerine kullanılmıştır. Resmî belgelerde dahi bu terimin her iki anlama da geldiği ve daha çok kişilerden alınan vergiyi ifade ettiği görülmektedir. Cizye yerine haraç denilmesi özellikle halk arasında yaygındı; bazan da bunun aksi söz konusu idi. Bu kavram karışıklığının sadece Osmanlı döneminde değil, İslâmiyet’in ilk yayılış yıllarından itibaren daha eskiden de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu dönemlerde haraç vergisinin toprak cizyesi (cizyetü’l-arz) ve cizyenin de baş haracı (harâcü’r-ruûs) olarak tanımlandığı görülmektedir.
Haraç vermekle yükümlü olan gayri müslimler ve yıllık vergiye bağlanmış tâbi ülkeler “haraçgüzâr” terimiyle tanımlanmaktadır. Ragusa (Dubrovnik). Eflak-Boğdan ve Erdel (Transilvanya) gibi devlete bağımlı haraçgüzâr hıristiyan beyliklerin verdikleri yıllık vergi de Osmanlı kaynaklarında haraç (harâc-ı maktu’) olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu şekilde adlandırılmasına rağmen zikredilen vergi özünde haraç değil, İslâm hukukundaki anlaşma ile belirlenen müşterek vergi veya diğer bir ifadeyle “ber-vech-i maktu'” cizyedir. Bu şekilde kişi yerine topluluk üzerinden cizye alma uygulaması devletin kendi tebaası olan gayri müslimler için de söz konusuydu. Dolayısıyla devrin kaynaklarında haraç diye tanımlanan bu verginin teorik anlamda haraç konusunun dışında mütalaa edilmesi gerekir
Osmanlı toprak rejiminin zaman içinde geçirdiği safhalar konunun izahı açısından önem taşımaktadır. XVI. yüzyılın ortalarında Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin çabalarıyla hukukî açıdan büyük ölçüde şekillenen sisteme göre topraklar öşrî arazi, harâcî arazi ve örfî arazi olmak üzere üç kısma ayrılmaktaydı. Bunlardan öşrî arazi fethedilen yerlerden müslümanların, harâcî arazi ise gayri müslimlerin tasarruflarına veya mülkiyetlerine verilen topraklar için kullanılmaktaydı. Bu araziler üzerinde, söz konusu kişilerin alım satım dahil her türlü tasarruf hakları vardı ve öldükleri zaman diğer mal ve mülkleri gibi bu topraklar da vârislerine intikal ediyordu; bu noktadan hareketle haraç çocuk, kadın, erkek ayırımı yapılmaksızın araziye sahip olan kişilerden alınırdı.
Harâcî arazinin müslüman bir şahsın eline geçmesi durumunda dahi yeni mâlik eskiden olduğu gibi haracını ve ispençesini ödemeye devam eder. Zira haraç mutasarrıfa değil toprağa bağlı bir vergidir; dolayısıyla müslümanın eline geçmesiyle durumu değişmez. Halbuki cizye farklıdır; mükellef İslâmiyet’i kabul ederse bu vergiyi ödemekten kurtulur. Hicaz ve Basra eyaletleri öşrî: Sayda, Halep, Bağdat, Musul. Yemen, Trablusgarp ve Bingazi harâcî arazi idi. Osmanlı sınırlarına dahil edildikten sonra timar ve zeamet sisteminin uygulanmadığı bu topraklar eski usulleri üzere bırakılmış ve malî konularda buralara müdahalede bulunulmamıştı. Söz konusu yerlerin dışında kalan topraklarla zaman içinde sahipsiz kalan öşrî ve harâcî toprakların bir bölümü ise askerî ihtiyaçlar sebebiyle mîrî araziye dönüştürülmüştü.
Haraç konusunu yakından ilgilendiren bir diğer husus mîrî arazi rejimidir; zira bu arazinin aslı harâcî arazidir. Osmanlı toprak sisteminde çok önemli bir yer tutan ve “arâzî-i memleket” de denilen mîrî arazide toprağın mülkiyeti beytülmâle yani devlete aitti. Bu sistemin geliştirilmesindeki başlıca etkenler, harâcî arazi gibi bu toprakların da sahiplerine mülk olarak verilmesi halinde, vereseler arasında bölüşülme sonucu hisselerin her birine ayrı ayrı haraç tahakkuk ettirilmesinin doğuracağı güçlüklerle timar sistemiydi. Bundan dolayı arazinin mülkiyeti devlete ait olmuştur. Araziyi kullanan çiftçiler elde ettikleri ürünün harâc-ı mu-kâsemesini veya toprağın harâc-ı muvazzafını vermekle yükümlüydüler. Harâc-ı muvazzaf veya harâc-ı mukâtaada arazinin durumuna göre dönüm başına belirli bir yıllık verginin tahsili esastı; yılda birkaç defa mahsul alınsa dahi harâc-ı muvazzafın tekrar talep edilmesi söz konusu değildi. Buna karşılık arazi işletilmese de toprak sahibi haracını vermek zorundaydı. Bu vergi nakten. aynî veya hizmet şeklinde ödenirdi; mîrî araziden harâc-ı muvazzaf olarak çift vergisi alınırdı.
Mîrî araziden alınması gereken harâc-ı mukâsemeye Osmanlı vergi hukukunda öşür denilmektedir. Ancak bunun, şeriatta toprak sahiplerinin vermekle yükümlü oldukları zekât çeşidi Öşürle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu durum, yani timarlı sipahinin reayadan aldığı verginin aslında öşür değil haraç olduğu Ebüssuûd Efendi tarafından çok açık bir şekilde ifade edilmiştir. Öte yandan her iki verginin tahsil oranlan da konuyu açıklığa kavuşturmaktadır; ha-râc-ı mukâseme karşılığı alınan öşürde vergi oranı % 10 ile % 50 arasında değişirken zekât çeşidi öşürde bu nisbet % 5 veya % 10’dur. Bu vergi genelde ürün olarak tahsil edilir, bazan da bedel-i öşür adıyla nakten alınırdı. Mîrî arazi kullanımında gayrî müslimler de müslümanlar gibi tasarruf hakkına sahipti. Dolayısıyla bütün tebaa ekip biçtiği mîrî arazinin harâc-ı mukâseme veya harâc-ı muvazzafını vermekle yükümlüydü. Bu topraklar mahiyet itibariyle harâcî arazi olduğundan Osmanlı vergi hukukunun temelini harâcî araziden alınan vergiler meydana getiriyordu. Uygulamada bu iki verginin ülkenin birçok yerinde müslüman ve zimmîler-den eşit oranlarda tahsil edildiği görülür. Ancak müslüman ve gayri müslimlerden farklı oranlarda alındığı da oluyordu.
1669’da Girit’in fethinden yaklaşık bir yıl sonra yapılan tahririn defteri, haracın tarh şeklini ve belki de harâcî arazinin en son kayıtlarını gösteren önemli bir belgedir. Kandiye kanunnâmesine göre gayri müslimlerden tahsil edilecek harâc-ı mukâseme ürünün % 20’sidir. Yılda iki defa ürün alınması durumunda haraç da mükerreren almıyordu. Öte yandan bağ ve meyve bahçelerinin her cerîbi için konulan 10 dirhem-i şer*î (Ebüssuûd Efendi’-nin hesabına göre 42 akçe) harâc-ı mukâtaanın toprak işlenmese de ödenmesi gerekiyordu. Buradaki harâcî arazi sahipleri, arazileri üzerinde satmak dahil her türlü tasarruf hakkına sahiptiler ve öldüklerinde toprakları vârisleri arasında paylaşılabiliyordu. Kanunnâmede ayrıca, sahibinin işlemeyip terkettiği arazinin başka birine kiralanarak haracının aynı şekilde alınmasına devam edileceği belirtilmekteydi. Yeni fethedilen yerler vergilendirilirken yapılan işe bir meşruiyet temeli sağlamak amacıyla bunun Hulefâ-yi Râşidîn uygulamalarının ve İslâm hukukunun bir gereği olduğu açıklanıyordu. Bunun dışında fethedilen yerlerdeki gayri müslimlerin ödeme zorluklarının ve malî sıkıntılarının da göz önünde tutulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kıbrıs’ın fethinden hemen sonraya ait bir kanunnâmeden bazı eski vergilerin kaldırıldığı öğrenilmektedir. Eğer fethedilen yer bir müslüman ülkenin toprağı ise genellikle önceden alınan haraç miktarı değiştirilmiyordu.
Gayri müslimlerden alınan haraç, arazinin verimine ve ziraatın türüne göre birtakım değişiklikler gösterebiliyordu. Meselâ bir bağda her 100 üzüm asmasından Birecik bölgesinde 2 ve Malatya bölgesinde 3 akçe alınırken bu rakam Arap ülkelerinde 4,6, 8, hatta 10 akçeye çıka-biliyordu; yine koz ağacından İstanbul’da alınan vergi ürünün yarısı iken Şam eyaletinde ağaç başına 2 akçeydi. Birecik ve Halep’te dört incir ağacından 1 akçe, Azâz sancağında her 100 ağaçtan 16 akçe tahsil ediliyordu. Araziden alınacak haraç miktarının tesbiti mahsulün yetişip olgunlaşmasından sonra yapılırdı. Meselâ bağ haracı denilen üzümün vergisi hemen hemen ülkenin her yerinde bağ bozumunda, zeytinin haracı da ürün tamamen yetişip ağaçlar silkilmeye yüz tuttuğunda toplanırdı. Dolayısıyla farklı ürün ve meyvelerin değişik zamanlarda olgunlaşması, haracın miktarının belirlenmesinin de farklı zamanlarda yapılmasını gerektiriyordu. Bu sebeple mahsul olgunlaşmadan haracının tesbit edilmemesi için ilgililer zaman zaman uyarılmaktaydı.
Bazı gayri müslimler haraç vergisinden muaf tutulmuştur. Bunlar arasında metropolitler, voynuklar, martoloslar, kale tamiri vb. hizmetleri karşılığında bazı gayri müslim müsellemler, derbendciler, maden ve taş ocaklarında çalışanlarla oğullan, Eramişeva, Vidin ve Semendire gibi yerlerde kale ve sınır karakollarında koruculuk yapan Eflaklılar sayılabilir. Eflak-lılar savaş zamanlarında ordunun geri hizmetlerinde istihdam edilirdi. Bunlar şer*î ve örfî bütün vergilerden muaf olup yetişkinlerinden “Eflâkiye âdeti” adıyla yılda 1 filori alınırdı. Voynuklar da haraç, ispençe, öşür, öşr-i kovan, resm-i hınzır gibi vergilerden muaftılar. Ancak 100 koyunun üzerindeki koyunlarının ve baştina adlı çiftliklerinin dışında tasarruf ettikleri sipahi timarlarına dahil olan yerlerin öşür ve sâlâriyyelerini vermek durumundaydılar. Bunun dışında, muafiyet karşılığı olarak kendilerinden istenilen görevleri yerine getirmedikleri takdirde haraç, öşür ve diğer vergileri hesaplanarak bunlardan tahsil edilirdi. 1839’da Tanzimat’la beraber vergi eşitliği getirildiğinden bütün muafiyet ve imtiyazlar kaldırıldı. Bu durum imtiyazlı ve muaf zümrelerin tepkilerini çekmiş ve memnuniyetsizliklerine sebep olmuştur.
Tarhedilenden fazla vergi toplanmasının veya çeşitli masraflar yüklenmesinin halkı bıktıracağı ve devletten soğutacağı endişesi kanunnâmelerde “üşendirme” tabiriyle ifade edilmekteydi. Öte yandan bazı sipahilerin haraç konusunda yolsuzluk yaptıkları da oluyor, meselâ gayri müslimlerin baştinalarına tasarruf ettiklerinde kendilerinden haraç ve ispençe istendiği zaman bunu vermeyip halka yükleme gibi kanun dışı yollara saptıkları görülüyordu.
TDV İslâm Ansiklopedisi