Ziya Gökalp ve Din Anlayışı/Görüşü, Hakkında Bilgi

Ziya Gökalp milliyetçi ve Türkçü hareketin fikir babasıdır; fakat özellikle Cumhuriyet’ten önceki yazıla­rında dine de geniş yer vermiştir. Onun genel sosyolojisi üzerinde görülen Durkheim tesiri geniş ölçüde din hakkında­ki fikirlerine de yansımıştır. Ancak Gö­kalp’in Durkheim’i körü körüne benim­semiş olduğunu söylemek doğru değil­dir. Her şeyden önce Durkheim’e göre toplum hayatı dine dayanır. Bütün toplum müesseseleri dinden çıkmıştır. İkin­ci olarak Durkheim, Auguste Compte’un üç hal kanununa dayanarak toplumun artık pozitivist düşünce dönemine ulaş­tığına, dolayısıyla dinî birliğin geride kal­dığına ve tıpkı din gibi kutsallık taşıyan toplumun din birliğiyle ayakta tutulama­yacağına inanmıştır. Gökalp de bu iki temel fikri benimsemekle birlikte millî sosyolojiyi ilgilendiren noktalarda bunla­ra tamamen sadık kalma ihtiyacını duy­mamıştır. Aynca Gökalp Durkheim’in ak­sine, inanan bir İnsandı ve daima dinî ve tasavvufî hayatın etkisinde kalmıştır. Bu bakımdan onun ruhunda din, özel­likle İslâmiyet büyük yankılar uyandır­mış ve zaman zaman da çatışmalara se­bep olmuştur. Gökalp’e göre kalp dinî. ahlâkî, bediî kıymetleri anlar; onlardan vecd alır; akıl ise değer­leri maddî kadrolara sokmaya çalışır ve bu işi başaramayınca akıl ile kalp ara­sında bir mücadele başlar. Bu mücade­lenin çeşitli sonuçlarından söz eden Gö­kalp için en ideal sonuç akıl ile kalp ara­sında bir uzlaşmanın sağlanmasıdır.

Gökalp önce dinin ferdî hayattaki ro­lünü ortaya koyar ve dinin, insan ruhun­da bıraktığı derin etkilerin önemini be­lirterek ferdî şahsiyetin teşekkülünde baş faktör olduğunu savunur. Din kav­ramını incelerken de dinin mahiyetinin ahlâk, estetik ve mantığın mahiyetin­den üstün olduğunu ileri sürer. Çünkü ahlâk insanı fazilete kadar yükselttiği halde din onu evliyalık makamına ka­dar çıkarabilir. Her çeşit dinî yaşayış (ramazan orucu, bayram âyinleri, cemaatle kılınan namazlar, mevlidler, kandiller vb.) çocukluk yıllarından itibaren müslümanlann ruhunda derin izler bırakır. Bu İzler ahlâkî ve estetik duyguların kaynağını teşkil eder.

Ziya Gökalp, 3 Temmuz 1922’de ya­yımlanan “Dine Doğru” başlıklı yazısın­da İçtimaî değerleri aşa­ğıdan yukarıya iktisadî, ilmî, bediî, ah­lâkî ve dinî şeklinde sıraladıktan son­ra dinî değerlerin “bütün manevî kıy­metleri cami'” olduğunu belirtir; bu se­beple de “mukaddes” kelimesiyle gös­terilen bu değerleri en yüksek kıymet sayar. Gökalp’in din hakkındaki bu hük­mü, onun düşüncesinde çok önemli ve ayrıcalıklı bir yeri olan ahlâkın şerefini eksiltmez. “Zira dinin en çok kuvvet ver­diği şey ahlâktır. Peygamberimiz, ‘Ben ahlâkı itmam için gönderildim’ buyuru­yor. Bundan başka, bir şey mukaddes ise behemehal iyidir de. Hatta diyebili­riz ki mukaddes iyiden daha iyi bir şey­dir”.

Öte yandan dinin estetik bir yanı da vardır. GÖkalp “Felsefeye Doğru” başlık­lı makalesinde, Hz. Ali ve Râbia el-Adeviyye’ye isnat ettiği, di­nin bir bediî zevk tarafının da bulundu­ğunu, ibadetlerin ruhî haz için yapılma­sı gerektiğini vurgulayan bir sözü Örnek göstererek ibadetlerin en yükseğinin fayda gütmeyen ibadetler olduğunu, ni­tekim İslâm inancına göre Allah’ın fiil­lerinde görülen vasıfların da aynı çıkar gütmezliği yansıttığını hatırlatır. “Ahlâk-ı İlâhiyye ile tahalluk’u emreden ha­dis de dinî ahlâkın çıkar gütmezliğine önemli bir delildir.

Kaynağı ve mahiyeti itibariyle normal hayatın üstünde olmakla birlikte din yi­ne de insanlar için gelmiştir. Bu bakım­dan din kesin itikadian, feyizli ibadetle-riyle ruhları vecd içinde coşturur, birbi­rine bağlar ve içten bir saadet verir. İn­sanı manen besler, ona kalıcı değerler kazandırır. Böylece din insanı medeni­yetten de daha İyi tatmin etmektedir. Bundan dolayı dinî duygu iman ve iba­detlerle daima güçlendirilmelidir. Bu duygu zayıflarsa herkesin bu müesse­seden beklediği sevgi, şefkat, vecd ve sürür da kaybolur.

Ziya Gökalp, inanan ve inandığını giz­lemeyen bir kimse olduğu için dinî duy­gularını çeşitli şiirlerinde ifade etmiş­tir. Ruhun huzur ve mutluluğunu mad­dî saadete tercih ettiğinden dinî pratik­ler ve faaliyetler üzerinde dikkatle dur­muş ve dinî terbiye ile ilgili bilhassa ezan. namaz, oruç, zekât, bayram gibi konularda etkileyici çocuk şiirleri yaz­mıştır. Ona göre prensip olarak en İyi din Allah’ı en çok sevdiren dindir. Allah’a inanan ve O’nu se­ven, O’na tam bağlanan kişi ne öfkeli olur ne de bunalıma düşer. Çünkü bun­lar iman zaafından ileri gelir.

Gökalp imanı tarihi ve toplumları yü­rüten kuvvet olarak görür; milletleri ve medeniyetleri yükselten odur. İman tarihe yansıyınca topluma da yansıması tabiidir. Gökalp bu hususu şöyle belirtir: “Allah iradesini evvel-emir-de umumun vicdanı suretinde tecelli et­tirir, sonra bu umumi vicdan ilâhî kuv­vetiyle fiile münkalib olur. Böylelikle  Gökalp’in  anlayışında  ferdî iman cemiyete yansımakta, dinin fert­lere verdiği kutsal gayeler ve ideallerin gerçekleşme safhasına girmesiyle top­lumların gelişmesi ve yücelmesi de müm­kün olmaktadır. Bu düşünceleriyle Gö­kalp dini, fertleri idealleri uğrunda se­verek ölüme sevkeden en güçlü mües­sese ve millî kültürün temeli olarak gör­mektedir.

Onun sosyolojisinde dinin eğitim açı­sından da büyük önemi vardır. “Terbiye noktainazarından en faydalı âmil din­dir”. Zira dine göre ruh, bütün yetkin­likleri kendinde toplayan ulûhiyyetin bir üflemesidir. Ruhta hem bir irade hem vazife mükellefiyeti hem de bu mükel­lefiyetin müeyyidesi olmak üzere uhrevî mesuliyet şuuru vardır. Gökalp eğitim­de ruh terbiyesinin esas olduğunu be­lirtir, bunun için onun kirlerinden arın­masını zururi görür. Çünkü ruhun aslî kaynağı Allah’tır; bu sebeple ruh O’ndan uzak bırakılmamalıdır. İnsan ayağını ye­re basmadan duramaz, ruhunu da Al­lah’a dayandırmadan yaşayamaz. Bu fikirler dikkate alındığında Uriel Heyd’in, GÖkalp’te “Tanrı inancının yerini ulusal inancın aldığını ve ulusçu­luğun bir din haline geldiğini” belirtme­si ve “Gökalp’in Tanrısı toplumdur” diye­rek onu ateist Durkheim ile aynı inanç­ta göstermesinin isabetli olmadığı gö­rülür.

Ziya Gökalp. A. FouillĞe’den tanıdığı “kuvvet fikirleri” (idĞes-forces) kavramı­nı İslâm’da da aramış, bu bakımdan in­sanda yüksek meyiller uyandıran uhrevî itikadian “kuvvet fikirleri” olarak nitele­miştir. Esasen Gökalp, İslâm hakkında­ki yazılarında genellikle bu dinin bütün esaslarında fert ve toplumu harekete geçiren, maddî ve manevî olarak geliş­me, olgunlaşma ve yükselmeye yönel­ten dinamik bir yapı göstermeye çalış­mıştır. Dinî hayatın insana küçüklükten itibaren şahsiyet kazandırdığını söyle­yen Gökalp bu fikri geliştirerek şu so­nuca ulaşır: İmanı kuvvetli müminlerin “feragat ve sekînet’i daha fazla olduğu gibi şahsiyeti de daha güçlüdür. Zayıf olanlarda durum aksinedir. Gökalp bu­radan farklı bir sonuç çıkararak hayat­larında kuvvetli seciye gösterenlerin bu halini çocukken aldıktan sağlam dinî terbiyeye bağlar. Çocukluğunda dinî ter­biye almayanlar İse ölünceye kadar şah­siyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar.

Dua ve tevekkülden ayrılmayan ruha gam ve kasvetin giremeyeceğini söyle­yen Gökalp, tasavvufî hayatın ruh terbi-yesindeki güçlü tesirine de dikkat çeker. Ferdin yüksek şahsiyet sahibi olmasın­da dinin rolünü ortaya koyarken esas maksadı, bunu basamak yaparak dinin cemiyet hayatındaki rolüne yeni bir açık­lama getirmektir. Buna göre dinin rolü yalnız fertlere şahsiyet vermekten iba­ret değildir; cemiyetlere şahsiyet veren de dindir. Gökalp dinin bu rolünü nasıl yerine getirdiğini araştırırken evliyalık ve peygamberlik kavramlarından fayda­lanır. Peygamberler evliyadan üstün olup vahye mazhardırîar; onlar insanları ba­taklıktan kurtarıp mutluluğa erdirmek için gönderilmiştir. Peygamberler sema­vî bir kitap ve kutsal bir sünnetle gelir­ler; dinî bir teşkilât kurarak Hak’tan al­dıkları her şeyi insanlara ve toplumlara ulaştırıp onlara mal etmeye çalışırlar. Böylece her çeşit insan ve zümrenin bir iman ve ahlâk birliği etrafında kaynaş­masını sağlarlar. Buradan yeni bir ce­miyet tipi meydana getirerek bu cemi­yete nihaî kişiliğini verirler. Nitekim Hz. Peygamber de Araplar’ı derin bir câhili-yetten kurtararak yüksek bir kültür ve medeniyete kavuşturmuştur; dolayısıy­la yaydığı din insanlığın büyük bir kısmının “nâzımı ve mürebbisi” olmuştur. Şu halde din toplumlara peygamberler vasıtasıyla şahsiyet verir. Bunun yanın­da din bazı insanlara evliyalık derecesi kazandırarak onlan metanet, sabır, şef­kat ve fedakârlıkta olağan üstü bir se­viyeye yükseltir. Ne var ki evliya denilen bu din mürşidleri sadece fertlere şahsi­yet verirler. Bu bakımdan evliya ahlâk kahramanlarının fevkinde olmakla bir­likte onlardan daha üst mertebede ce­miyetlere şahsiyet kazandıran peygam­berler vardır. Evliya da bağımsız kalma­yıp peygamberlere tâbi olmuştur. Gökalp, peygamberlerin bu te­sirinin sebebini gönüllerinin Hak ile. ken­dilerinin halk ile olmalarında bulmakta­dır. Velîler de onlan rehber edinirler. Bu ilkenin diğer insanlara ilham ettiği te­mel formül de şudur: “Şeytanı ruhumuz­dan kovmak, Allah’ı kalbimizde daima hazır bulundurmak”. Velîler peygamber­lere uyarak ölü vücutları değil ölü ruhla­rı diriltmek suretiyle fertlere şahsiyet ve dinamizm kazandınrlar. Bu tahlil ve tesbitlere bakarak Ziya Gökalp’i Türkiye’de din sosyolojisinin ku­rucusu saymak, hatta buna bağlı ola­rak bir evliya sosyolojisi ile peygamber sosyolojisinin habercisi olarak görmek mümkündür.

Ziya Gökalp’İn cevabını aradığı bir so­ru da şudur: Bir inanç sistemi içtimaî hayatta bilhassa ahlaken nasıl bir eği­tim vasıtası olabilir? Gökalp bunun ce­vabını bizzat peygamberin kurduğu bir dinî teşkilâtta, “ümmet teşkilâtı’nda gö­rür. Milliyetçiliğin hâkim olduğu bir çağ­da ümmet gerçeği ortadan kalkmış de­ğil midir? Gökalp, ölümünden iki yıl ön­ce yazdığı “Dine Doğru” başlıklı yazısın­da ümmet gerçeğinin devam ettiği ka­naatinde olduğunu söylüyordu. Çünkü Türk toplumunun milliyetinin Türklük, her Türk’ün milletlerarası bağının da İs­lâmlık olduğunu düşünüyordu. Buna gö­re “dinî bir efkâr-ı âmme râbıtasıyla bir­leşerek dinî bir velayete tâbi olan heye­te ümmet denilir.” İptidaî toplumlarda yalnız ümmet hâkimdir, devlet ve millet yapısı onlarda henüz ortaya çıkmamış­tır. Gelişmiş bir cemiyette ise her üçü de ayrı ayrı mevcuttur. Ümmetten dev­let, devletten de millet doğmuştur. Gökalp Türkleş­mek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak ad­lı kitabında {s. 53-56) İslâm ülkeleriyle kültürel bağlan güçlendirmek için bu görüşleri doğrultusunda hazırladığı bir program da vermektedir. Gökalp İslâm terbiyesinden, hem uygulanacak usulle­ri hem de çocukların İslâm akaidine gö­re yetiştirilmesini anlamaktadır. Buna millî terbiye ile asır terbiyesi yardımcı olacaktır.

“Dinin İçtimaî Hizmetleri” adlı üç ay­rı yazısında Gökalp, di­nin sosyal faydalarının gelişmiş cemiyet­lerde aranması gerektiğini belirtir. Ona göre din ibadetler ve itikadlardan iba­ret olduğu için siyaset, iktisat, hukuk, sanat, dil ve ilim müesseselerine karış­mamalıdır. Dinin içtimaî hizmetlerinin sadece ibadet ve İtikadlann dünyevî fay­dalarında aranması, bu faydaların da sadece manevî menfaatlerde gözetilme­si gerekir.

Gökalp dinî âyinleri müsbet ve menfi diye ikiye ayırır. Menfi âyinler (abdest, gusül, taharet, kurban, hac, zekât vb.) mü­minin ferdiyetçi, bir başka İfade ile hay­van! yapısından gelen nesnel arzular­dan kurtulması amacına yöneliktir. Gökalp’e göre bu ibadetler “âbi-di az çok mukaddesleştiren” âyinlerdi. Müsbet âyinler ise vakte bağlı olma, cemaatle icra edilme ve menfi âyinlerden sonra yerine geti­rilme şartlarına bağlı olup bunlar beş vakit namaz, teravih, cuma ve bayram namazları ile oruçtur. Dinin içtimaî hiz­metleri esas olarak bu müsbet âyinler­le ortaya çıkar. Çünkü din dağınık ya­şayan fertleri belli zamanlarda toplayıp ruhları kaynaştırır ve böylece “te’sîs-i millet” şeklinde içtimaî bir hizmette bu­lunur, millî vicdanı tesis eder. Esasen “ibadetlerin cemaatle eda edilmesi, mu-kaddesleşmek için cemaatleşmek lâzım olduğuna binâendir”. Öte yandan gerçek dindarlar aynı zamanda millî hamiyete sahip oldukları gibi haki­ki milliyetperverler de dinin sonsuzluğu­na inanırlar.

Uriel Heyd’in. Ziya Gökalp’İn bir sos­yolog olarak döneminin sosyal şartları sebebiyle ibadetlerin ahlâkî ve içtimaî muhtevalarına fazlaca önem veren tah­lillerine dayanarak onun “Tanrı’yı ülkü­nün bir simgesi” saydığı, bütün dinle­ri “sadece yaşamın bir simgesi görünü­münde” değerlendirdiği, insanlığın ge­lişmesinin en üst merhalesine varmasıyla “yavaş yavaş bunlardan (ibadetlerden) vazgeçilmesi gerektiğini” ileri sürdüğü şeklinde sonuçlar çıkarması, yine Gökalp’i ateist bir düşünür olarak göster­me eğiliminin bir ürünü olup doğru de­ğildir. Zira ibadetlerin formel özellikle­rinin ötesinde ahlâkî ve içtimaî amaçlı muhtevalarını tesbit etme gayreti “me-sâlîh, makâsıd, hikmet-i teşrî” gibi isim­ler altında başta fıkıh ve tasavvuf ol­mak üzere çeşitli İslâmî ilimlerde eski­den beri sürdürülmektedir. Gökalp’İn dinin içtimaî tesirlerini sosyoloji meto­duyla incelemesi ise onun döneminde daha çok önem ka­zanmış olan aynı geleneğin bir devamı sayılmalıdır.

Gökalp, 191l’de İslâm Mecmuası’n-da yayımlanan “İçtimaî Usûl-i Fıkıh” baş­lıklı yazısında, İslâm şe­riatının kıyamete kadar her asnn şe­riatı olarak kalacağına inananların bu ağacın daima canlı ve verimli kalmasını kabul etmek zorunda olduklarını, çün­kü “yaşamayan ve yaşatmayan” bir ka­nunun hayatın düzeni olamayacağını ifa­de eder. Ona göre bundan, fıkhın bir nas metodunun olduğu gibi bir de içtimaî metodunun bulunduğu sonucu çıkar. Gökalp. “İçtimaî usûl-i fıkıh” dediği bu metodun ancak fıkıhçılarla sosyologlar tarafından kurulabileceği düşüncesin­dedir. Zira ilmî olarak sosyolojinin ala­nına giren örf, hukukun nasla birlikte ikinci kaynağını meydana getirir; örf hem içtimaî kuralları hem de İçtimaî vic­danı oluşturur. Fıkıh ise vahiy ile birlik­te içtimaî konulara da dayanır; yani İs­lâm şeriatı hem ilâhî hem de içtimaîdir. Fıkhın vahye dayanan nakiî esasları mut­laktır, tekâmül edemez; içtimaî esasla­rı ise sosyal bünyenin gelişmesine para­lel olarak değişir. Hüsün -kubuh da “fev-ka’l-akl ve içtimaî”dir. Gökalp, “içtimaî şeriat” dediği sosyal kanunların devam­lı oluş ve değişim İçinde bulunduğunu, buna göre fıkhın bu kısmının İslâm üm­metinin sosyal gelişmesine uygun ola­rak tekâmül etmeye yalnız elverişli de­ğil aynı zamanda mecbur olduğunu söy­ler. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Gökalp Önce dinin sa­hasını diğer sahalardan ayırarak onu itikad ve ibadetlere münhasır kılmış, son­ra da fıkhın nassa dayanan esaslarının örfe ve içtimaî İhtiyaçlara göre değişme­si zaruretini belirtmiştir. “Diyanet ve Ka­za” başlıklı makalesinde diyanetle kazanın birbirinden çok ayrı şeyler olduğunu ileri sürmüş, bazı yazı­larında ve şiirlerinde müftünün kazaya yani hukuka karışmaması gerektiğini savunmuştur.

Gökalp buradan yeni bir içtihada ula­şarak “İçtimaî Usûl-i Fıkıh” başlıklı yazı­da şu sonuca varmıştır: Kur’an’da bildi­rilen esaslar Allah’ın kanunlarıdır; bu­nun gibi cemiyetleri idare eden kanun­lar da Allah’ın kanunlarıdır. Şu halde biz Kur’an’daki esasların yerine örfleri yani sosyal kanunları ikame edersek di­nin dışına çıkmış sayılmayız. Örfte “zım­nî, mecazî bir itibarla ilâhî bir mahiyet” gören, “içtimaî muayyeniyet” (determi­nizm) ve uyumu “âdetullahın tecellisi” olarak kabul eden Gökalp’İn bu ictihad-dan maksadı dini devletten ve İçtimaî hayattan (ahlâkî yönü hariç) ayırmak, ya­ni laik anlayışı yerleştirmektir. Bu ba­kımdan onun Cumhuriyet döneminde­ki laik uygulamanın içtimaî ve fikrî ze­minini hazırladığını söylemek yanlış ol­maz. Gerçekten Gökalp, “Diyanet ve Ka­za” başlıklı yazısında İslâmî gelenekte­ki fetva ve kaza ayırımına dayanarak hukuk ile dinin birbirine karıştırılması­nın dine karşı bir ilgisizlik doğurduğu­nu ileri sürerken başka bir yazısında da dinin içtimaî hizmetle­rini ibadetler ve itikadlarla sınırlar. Gö­kalp, teokrasi ve klerikalizmin cemiyet­leri geri bıraktığını ve millî vicdanın uyan­masına engel olduğunu ileri sürmüş, çağdaş bir millet olabilmek için millî hukukun bütün dallarını teokrasi ve klerikalizm ka­lıntılarından kurtarmak gerektiğini söy­lemiştir. Ona göre dil ve kültür birliğine dayalı milliyetler eski­den de vardı. Fakat “dinî ve siyasî em­peryalizmler onları… saltanat ve ümmet çemberleri arasında hapsetmişti”. Ziya GÖkalp’in bu fikri onun üm­met birliğini büsbütün reddettiği anla­mına gelmez. Ancak GÖkalp, müslüman-larda ümmetin bir hükümet şeklinde değil bir üniversite biçiminde geliştiği kanaatindedir. Nitekim Hıristiyanlık’ta dinî teşkilâta kilise adı verilirken Müs­lümanlıkta medrese adı verilmiştir. Bu şekilde GÖkalp ümmet kavramını, müs-lümanların bilgi iletişimini ve bilgide ge­lişmelerini sağlayan bir kurum olarak anlar. Buna kar­şılık müslüman milletlerin millî vicdanı kuvvetlendirmekle bağımsızlıklarını el­de edebileceklerini, nitekim İslâm bir­liği idealinin müslüman milletleri müs­temleke olmaktan kurtaramadığını be­lirtir. Bu açıdan GÖkalp’in hilâfetin ilgasını is­temesi gerekirdi. Fakat GÖkalp öncele­ri, “Halife örf ve icmâa dayanır ve hilâ­fetin istişare meclisi parlamentodur” derken Türkçülüğün Esaslan’nda her çeşit teokratik kurallarla şer’iyye ve ev­kaf mahkemelerinin lağvedilmesini is­temiştir. Onun laik rejimle ilgili açık bir teklifi olmamakla birlikte 1928’de İslâm devletin resmî dini olmaktan çıkarılmış ve 1937’de din ile devlet anayasada res­men ayrılmıştır.

Gökalp yeni Türk Cumhuriyeti’nde di­ne ahlâk, eğitim, sevgi ve millî birlik açı­sından dar bir yer ayırmakta: bir yan­dan dinin toplumdan tamamen tecridi­ne karşı çıkarken öte yandan İslâm’ın hayatiyetini yalnızca ferdin vicdanında devam ettirmesini uygun görmektedir. Ancak bu takdirde dinin içtimaî hizmet­leri mesnetsiz kalmaktadır. Aile huku­kunda da değişiklik isteyen Gökalp er­kekle kadının nikâhta, talâkta, mirasta, meslekî ve siyasî haklarda eşit tutulma­sını çağdaş devletteki eşitlik ilkesinin gereği olarak görür.

Türkçülüğün Esasları’nın “Dinde Türk­çülük” başlıklı bölümünde din bir buçuk sayfalık bir yer işgal edebilmiş ve bura­da sadece Türkçe ezan ve Türkçe hutbe meselesi ele alınmıştır. Uriel Heyd’e gö­re, “Atatürk’ün dine karşı tutumu ol­masaydı Gökalp Türkiye’de İslâmiyet üzerinde çok verimli bir araştırmanın ve hatta ilginç bir dinsel reform hare­ketinin başlatıcısı olabilirdi”.

Erol Güngör “Ziya Gökalp ve Türkçü­lükte Din Meselesi’ başlıklı makalesin­de, Ziya Gö­kalp çapında bir sosyolog ve mütefek­kirin Türkiye’deki en büyük problemler­den birini birkaç sayfa içinde âdeta ge­çiştirmesinin akla birtakım ihtimaller getirdiğini belirterek bu ihtimallerden en kuvvetlisini, “o günkü siyasî atmos­ferin dinî Türkçülük konusunda ihtiyatlı davranmayı gerektirmesi” şeklinde özet­ler. Buna göre belki de Cumhuriyet’in yeni anlayışı ile ters düşmemek İçin sos­yolojinin temel konusu olan din hakkın­da susmayı tercih eden GÖkalp’in Türk­çe ezan ve Türkçe Kur’an teklifi, 1928′-de İlahiyat Fakültesi’nde bir reform he­yetinin çalışmalarına tesir ettiği gibi da­ha sonra resmen uygulamaya konulmuş ve Türkçe ezan 1950’ye kadar devam ettiği halde Kur’an’ın Türkçe okunması deneme halinde kalmıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski