Abdüllatif Harputi Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Abdüllatif Harpûtî (1842-1916) Son dönem Osmanlı din âlimi.

Harput’ta doğdu. Asıl adı Abdüllatif Lutfi’dir. Ailesi hakkında fazla bilgi bu­lunmamakta, ancak doğumundan yakla­şık üç asır önce Harput’un Germili köyü­ne yerleşen Koca Mehmed Ağa’nın bü­yük oğlu Mustafa Ağa’nın beşinci nesil­den torunu olduğu kaydedilmektedir. İlk tahsilini Harput’ta, yakın akrabası Müf­tü Ömer Naîmî Efendi’den ders alarak tamamladı. Ardından İstanbul’a gidip Fâtih medreselerine girdi. Buradan ica­zet aldıktan sonra Adana’ya geçerek bir müddet ders okuttu ve orada evlendi. Ab­düllatif Efendi bir süre sonra ailesiyle bir­likte İstanbul’a döndü ve hemen ardın­dan Beyazıt Camii dersiâmlığı ile Meclis-i Tedkîkat-ı Şer’iyye üyeliğine tayin edildi. Muhtemelen aynı şeyhe bağlı olmaktan kaynaklanan dostlukları sebebiyle döne­min Ticaret ve Nâfia Nâzın Zihni Paşa’nm uzun süre ilmî müşavirliğini yaptı. Paşa­nın 1891 yılında Selanik valiliğine tayin edilmesi üzerine bütün resmî görevlerin­den istifa edip onunla birlikte Selânik’e gitti ve on yıl kadar orada kaldı.

Hüseyin Vassâf. Abdüllatif Harpûtî’nin ilk gençlik yıllarında Harpuftaki Nakşİ-bendiyye meşâyihinden Beyzade Hacı Ali Efendi’ye intisap ettiğini, İstanbul’a gel­dikten sonra ise Şeyhülislâm Uryânîzâde Esad Efendi’ye bağlandığını, son olarak da uzun süre Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’n-de görev yapan Necib Efendi’ye intisap ettiğini belirtir {Sefine, IV, 61-62, 65; krş. DİA, VIII, 274). Harpûtî’nin, aynı şeyhe bağlı olan Zihni Paşa ile Selanik’te bulun­duğu yıllarda o bölgedeki birçok Halvetî şeyhiyle görüştüğü, bu sırada Nevrekop’taki bir Halvetî şeyhinden çok etki­lendiği kaydedilmektedir (Sunguroğlu, II, 142).

Abdüllatif Harpûtî. 1901 yılında Sela­nik’ten İstanbul’a dönünce Dârülfünun’a ilm-i kelâm müderrisi olarak tayin edildi ve 29 Cemâziyelâhir 1319(13 Ekim 1901) tarihinde kendisine haremeyn payesi tev­cih edildi {İimiyye Salnamesi, s. 63). Aynı yıl huzur dersleri muhataplığına seçildi (Ebü’l alâ Mardin, II-Ili, 274). Dârülfünun’-daki hocalığı yanında Medresetü’l-vâizîn’de de kelâm dersleri okutan Harpûtî 1910’da hacca gitti, orada verdiği Arap­ça vaazlar âlimler tarafından takdirle kar­şılandı (Sunguroğlu, II, 142). Beyazıt Ca­mii dersiâmlığı sırasında birkaç defa top­lu icazet verdi. En ünlü öğrencisinin To­katlı Mehmed Nuri Efendi olduğu kayde­dilmektedir (Albayrak, IV, 38).

İstanbul’da vefat eden Abdüllatif Har­pûtî Merkezefendi Kabristanı’na defne­dildi. Ondan söz eden bazı yeni araştırma­larda, büyük bir ihtimalle hicrî ve rûmî ta­rihlerin birbirine karıştırılmasından kay­naklanan bir yanlışlık sebebiyle, milâdî karşılığının 1914 olduğu belirtilerek Ölü­mü için 1330 ve 1333 şeklinde iki farklı tarih verilmektedir (meselâ bk. Sungu­roğlu, II, 142; Yeni Türk İslâm Ansiklopedi­si, s. 18). Ancak Harpûtî hakkında bugü­ne kadar yapılan araştırmaların hiçbirin­de kaynak olarak kullanılmayan Sefîne-tü’l-evliyâ’da (IV, 65) Hüseyin Vassâf’ın naklettiği mezar taşı kitabesine göre Har­pûtî 3 Ağustos 1332 (16 Ağustos 1916) tarihinde vefat etmiştir. Ayrıca 1332 yılın­da İstanbul’da yayımlanan Târîh-i İlm-i Kelâm adlı eserinin sonunda rahatsızlı­ğından söz ederek bu çalışmasını tamam-layamadığını belirtmiş olması da Hüse­yin Vassâf tarafından verilen tarihin isa­betli olduğunu göstermektedir.

İshak Sunguroğlu, Harpûtî’nin tıp dok­toru olan ve dönemin iktidarı tarafından Trablus’a sürgün edildiği sırada Mısır’a kaçıp Meşrutiyet’in ilânından sonra İstan­bul’a dönen, ancak doktorluk mesleğini icra etmeyerek ticaretle meşgul olan Faik adında bir oğlunun bulunduğunu, bu za­tın da vefatında babasının Merkezefen-di’deki kabrinin yanına defnedildiğini kay­deder (Harput Yollarında, II. 142).

XIX. yüzyıl sonlarında pek çok Osmanlı âlimi tarafından diie getirilen dinî ilimle­rin, özellikle kelâm ilminin metot ve muh­teva bakımından yenilenmesi fikri, Batı dünyasında ilim ve felsefe alanında elde edilen yeni gelişme ve değişmelerin bu âlimlerce de görülüp tesbit edilmesine dayanmaktadır. Bu dönemin felsefe ve kelâmla meşgul olan ünlü simaları Batı’-da Aristo felsefesinin, dolayısıyla klasik kelâmla iç içe bulunan eski Yunan dü­şüncesinin geçerliliğini kaybettiğini. Batı dünyasında ilimde artık deney ve tecrü­benin hâkim olduğunu, klasik kaynaklar­da Dehriyye ve Sûfestâiyye şeklinde adlan­dırılıp mücadele edilen grupların yerleri­ni materyalist ve pozitivist inkarcı akım­ların aldığını, bu gelişmeler karşısında ke­lâm ilminin mutlaka modern Batı felsefesiyle yakından ilgilenmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. İslâm dünyasının Avru­pa medeniyetine hangi ölçülerde yaklaş­ması gerektiğinin, müslümanlarm siyasî varlığı ve İslâm ümmetinin geleceği gibi Önemli konuların ciddi mânada tartışıldı­ğı, İslâmî ilimlerin, bu arada kelâm ilmi­nin bu tür gelişmeler karşısında yenilen­mesi gereğinin savunulduğu bu “arayış dönemi” âlimlerinden biri olan Abdülla-tif Harpûtî de “dinî ilimlerin temel disip­lini konumunda olan kelâm ilminin Batı’-da gelişen ilmî ve felsefî akımlar karşı­sında, gerek muhatabı olduğu akımlar gerekse dayandığı klasik ilmî ve felsefî veriler açısından zamanın oldukça geri­sinde kaldığı” şeklindeki kanaat ve şikâ­yetlere katılmış ve bu ilmin yeniden ted­vin edilmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre, ortaya çıkan yeni felsefî akım ve gelişmeleri mutlaka dikkate alması ge­reken “üçüncü bir ilm-i kelâm dönemi” yaşanmaktadır. Tenkihu’l-kelâm adlı eseriyle söz konusu dönemin yeni telif tarzına örnek olabilecek bir çalışma or­taya koyduğunu söyleyen müellif, bu yol­da daha ileri ve ciddi adımların atılması­nı ise kendinden sonraki nesillerden bek­lediğini ifade etmiştir {Tenkihu’l-kelâm, s. 5-6; Tarîh-i ilm-i Kelâm, s. 114).

Tenkihu’l-kelâm’\n incelenmesinden anlaşılacağı üzere müellif, fikrî mesaisini büyük ölçüde İslâm dininin objektif ilme aykırı düşmediği noktasında yoğunlaştır­mıştır. Harpûtî bu amaçla tabiat ilimleri alanındaki gelişmeleri takip etmiş, bu tür konulara temas eden âyetleri yeni bir anlayışla açıklamaya çalışmıştır. Ancak bu açıklamalarında aşırı tevillere gitme­miş, gaybî hakikatleri maddîleştirme ça­bası içinde bulunmamıştır.

Kelâm ilminin, itikadı konuları aklî yön­temlerle desteklemek amacıyla kullandı­ğı ilmî verilerin {vesâil) zamanla değişti­ğini tesbit eden Harpûtî. ulûhiyyet ve nü­büvvet bahislerini günün ilmî anlayışıyla ispatlamak için öncekilerden farklı bilgi­ler kullanmıştır. Meselâ ısı, ışık. madde, kuvvet ve elektrik gibi fizik konularının yanı sıra gök tabakaları, ay, güneş, yer küresinin özellikleri gibi astronomi bilgi­leri, bazı kimyasal etkileşimler, ayrıca in­sanın biyolojik ve psikolojik yönleri üze­rinde durmuştur. Genelde dinin, özelde İslâmiyet’in ilerlemeye engel teşkil ettiği yolundaki iddiayı iftira olarak niteleyen Harpûtî, cebir anlayışının da İslâm’ın fer­dî ve içtimaî sorumluluk telakkisiyle bağ­daşmadığını vurgulamıştır. Harpûtî bu çabaları ve telif ettiği eserlerle, yakın dönemde kelâm ilmini yeniden şekillendirip fonksiyonel hale getirme girişimlerinin ilk temsilcileri arasında yer almaya hak kazanmıştır.

Eserleri

1. Mecâlisü’1-envâri’l-ahadiyye ve mecâmi\t’l-esrâri’l-Muham-mediyye. Müellif, itikadı ve amelî konu­larda geniş halk kitlelerine yönelik, kıs­salarla süslenmiş, âyet ve hadislere da­yalı çeşitli öğütlerden oluşan “mev’iza” türündeki bu eserini 1306 yılının Zilhic­ce ayında (Ağustos 1889) tamamladığını kaydetmektedir. Harpûtî’nin “meclis” adı­nı verdiği otuz sekiz ana başlıktan oluşan ve Türkiye’deki din görevlileri tarafından uzun yıllar vaaz kitabı olarak kullanılan eserin pek çok baskısı bulunmaktadır f is­tanbul 1306, 1311, 1313). Arapça metin­ler ve bunların bazı Türkçe açıklamala­rından oluşan, halk ve din görevlileri ara­sında Mev%a-i ‘Abdüllatîf olarak da ta­nınan eser, Ahmet Aslantürk tarafından tercüme edilerek Abdullâtif başlığı al­tında orijinal metniyle birlikte yayımlan­mıştır.

2. Tenkihu’l-ke­lâm fî ıaka’idi ehli’l-İslâm. Harpûtî’nin, Darülfünun ve Medresetü’l-vâizîn’deki ke­lâm hocalığı sırasında kaleme aldığı en önemli çalışmasıdır. Müellif, kelâmda ye­ni bir metodoloji ve telif tarzı oluşturma amacıyla Arapça olarak yazdığı bu eseri­ni bir mukaddime, üç bölüm {rükün) ve bir hatime şeklinde düzenlemiştir. Har­pûtî Tenkihu’l-kelâm’m baş tarafında, Dârülfünun’da kelâm derslerini okutma­ya başladıktan sonra takip edilebilecek klasik bir kaynak aradığını, ancak döne­min problemlerine ışık tutup bunlara ce­vap veren herhangi bir çalışma bulama­dığı için bu eseri telif etmek zorunda kal­dığını belirtmektedir. Ona göre, sadece kendi dönemlerindeki ehl-i bid’at fırka­ları ile eski Yunan felsefesine dayalı gö­rüş ve akımları reddetmek amacıyla ka­leme alınan klasik eserler yeni bid’atla-ra, pozitivizm gibi çağdaş felsefî akımla­ra yeterli cevaplar ihtiva etmemektedir. Eserin mukaddimesi kelâm ilminin tari­fi, mevzuu, gayesi gibi bahislere ayrılmış, ana bölümler ise klasik kelâm kitapların­da olduğu gibi ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât konularına tahsis edilmiştir. Eser imamet konusuyla sona ermekte­dir. İlk defa sayfanın üst tarafında metin, altında Türkçe tercümesi ve daha aşağıda Türkçe bazı dipnotların yer aldığı bir ter­tiple yayımlanan eserin (İstanbul 1327) ikinci baskısında (İstanbul 1330) tercü­me kaldırılmış, buna karşılık Türkçe dip­notları zenginleştirilmiştir. Tenkihu’l-ke­lâm’m dörtte üçünü bu dipnotlar teşkil etmektedir. Eser, Fırat Üniversitesi’nin Elâzığ’da düzenlediği Türk-İslâm Tarih, Medeniyet ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyumu’nda (23-26 Mart 1987), E. Ruhi Fığlalı tarafından bir tebliğ çerçe­vesinde değerlendirilmiştir. Fikret Kara-man’ın yaptığı yüksek lisans çalışmasın­da ise eser Türkçe’ye çevrilmiş, bu arada müellifin kelâma dair bazı görüşleri de incelenmiştir {Abdüllatif Harpûtî ve Tenkıhu’l-Kelâm fiAkald-i Ehti’l-lslâm’ın Tercemesi. Kayseri 1990. Erciyes Üniversi­tesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

3. Tek-mile-i Tenkihu’l-kelâm. Eserin iç kapa­ğına konulan 15 Şevval 1330 (27 Eylül 1912) tarihli “İfâde-i Mahsûsa”dan anla­şıldığına göre Tekmile, Harpûtfnin Da­rülfünun ve Medresetü’l-vâizîn’de edin­diği tecrübelerden sonra Tenkihu’1-ke-iâm’a eklemeyi gerekli bulduğu açıkla­malardan oluşmaktadır. Eser, söz konu­su açıklamaların esas metnin neresin­de yer alacağı belirtilerek Tenkihu’l-ke­lâm’m ikinci baskısına eklenmiştir (İs­tanbul 1330).

4. îlm-i Hey’et ile Kütüb-i Mukaddese Arasındaki Zahirî Hilafın Tevcih ve Tevfîki Hakkında Risale. Tenkihu’l-kelâm’m birinci baskısının sonuna eklenen (s. 439-456) bu risalede, astronomi alanında eski dönemlerde hâ­kim olan genel kanaatle İslâm âlimlerinin buna dair yorumları ve ilgili âyetleri tefsir edişleri, modern çağdaki ilmî yak­laşımlar, buna karşı takınilması gereken tavır ve takip edilecek yöntem hakkında bilgi vermektedir. Müellif bu risaleyi, ya­yımına izin vermek üzere Tenkîhu’1-ke-fâm’ı incelemeye alan Bâb-ı Fetva ilgilile-rince ileri sürülmüş eleştirilere cevap ma­hiyetinde kaleme aldığını, fakat yine de II. Meşrutiyetten Önce yayımlamaya ce­saret edemediğini belirtmektedir. Risa­le, Bekir Topaloğlu tarafından sadeleşti­rilerek bazı notlarla birlikte “Astronomi ve Din” başlığı altında yayımlanmıştır {Kelâm tlmi-Giriş, İstanbul 1981, s. 295-316). Fırat Oniversitesi’nin Elazığ’da dü­zenlediği Türk-İslâm Tarih, Medeniyet ve Kültüründe Fırat Havzası Sempozyu-mu’nda (23-26 Mart 1987) Mehmet S. Aydın bu risaleyi geniş bir şekilde tanıt­mıştır.

5. Târîh-i İlm-i Kelâm (İstanbul 1332). Müellifin hayatı ve eserleriyle ilgili araştırmalarda tanıtılmayan bu eser bir mukaddime, dört bölüm (bab) ve çeşit­li alt başlıklardan oluşmaktadır. Eserin muhtasar bir mezhepler tarihi izlenimini veren birinci bölümünde İslâm tarihi bo­yunca ortaya çıkan itikadı fırkalar kısaca tanıtılmakta, ikinci bölümde dinler anla­tılmakta, üçüncü bölümde felsefenin kı­sa bir tarihçesi yapılmakta, son bölümde de devrin inkarcı akımlarına dikkat çekil­mektedir. Bu arada müellifin dönemindeki İslâm âlimlerini bekleyen âcil göre­vin, kelâmı asrın ihtiyaçlarına göre yeni­den tedvin ve telif etmek olduğu vurgu­lanmaktadır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski