Haşimiler Kimdir, Tarihi, Hakkında Bilgi

Hz. Hasan’ın soyundan gelen Mekke emirleriyle Hicaz, Suriye, Irak ve Ürdün krallık aileleri.

X. yüzyıldan XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar (1924) Mekke’nin yönetimini elin­de bulunduran emîrlerle I. Dünya Savaşı’ndan sonra bir müddet Hicaz, Suriye. Irak ve halen Ürdün’de hüküm süren kral­ların mensup olduğu ailenin adıdır. Bu ül­kelerdeki devletler Hâşimî Krallığı adıyla tanınmıştır. Aile adını Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf a nisbetle almıştır.

Resûl-i Ekrem’in torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soylarından gelen şerif ve seyyidlerin Hicaz’da eskiden beri büyük nüfuzları bulunuyordu ve Mekke’nin ida­resi bazı fasılalarla da olsa uzun süre on­ların yönetiminde kalmıştı. Nihayet Hz. Hasan’ın soyundan gelen sülâle,916-950 yılları arasında Karmatîler’in sürdürdük­leri baskınlar ve sonunda Mekke’yi istilâları ile ortaya çıkan krizden faydalana­rak gücünü arttırdı ve onların bölgeden çekilmeleriyle burayı idaresi altına aldı.

Karmatîler’in Mekke’den çekilmesin­den sonra Benî Hasan’ın Benî Mûsâ ko­lundan Hz. Hasan’ın dokuzuncu ve II. Mûsâ’nın dördüncü kuşaktan torunu olan Ca’fer b. Muhammed b. Hüseyin el-Emîr (Ebû Muhammed) idareyi ele geçirdi (ona nisbetle bu aileye Benî Ca’fer adı da ve­rilmektedir) ve Fâtımîler adına hutbe okutmaya başladı. 1010-1011 yıllarında Ebü’l-Fütûh el-Mûsevî, Abbasî halifesiyle Fatımî halifesinin Hicaz üzerindeki nüfuz mücadelesinden faydalanarak hutbeyi kendi adına okutmaya teşebbüs ettiyse de daha sonra bundan vazgeçti (1012) Muhammed b. Ca’fer b. Muhammed b. Abdullah b. Ebû Hâşim de Mekke emîri olunca (1063) kendisinden öncekiler gibi Hicaz bölgesi üzerindeki Fâtımî-Abbâsî rekabetinden faydalandı; ancak bağım­sız bir hilâfet kurmak yerine daha çok yar­dım aldığı sultan adına hutbe okutmayı tercih etti.

Kızıldeniz sahilindeki Yenbû civarında güçlü bir emîr olan Katâdeb. İdrîs, 1201′-de buradan hareket ederek kendi içlerin­de ihtilâfa düşen emîr ailesini Mekke’nin dışına sürdü. Bazı kaynaklara göre, bu olaydan önce Katâde’nin oğlu Hanzale 1200 yılında Mekke’yi istilâ edip babası­nın burayı ele geçirmesine zemin hazır­lamıştı. İyi bir asker olan Katâde, önce ya­yılmacı politikasıyla hâkimiyetini Yenbû’dan Mekke’ye doğru genişletti; arkasın­dan da son emîr Muksir b. îsâ b. Füleyta’nın Mekke’de bulunmadığı bir sırada, esasen daha önce gönüllerini kazandığı Mekke ileri gelenlerinden hiçbir mukave­met görmeden bölgeyi idaresi altına al­dı. Katâde b. İdrîs de II. Musa’nın on veya on ikinci kuşaktan torunu idi; daha son­ra Mekke’yi asırlarca idare eden emirler onun soyundan geldiler. Eyüp Sabri Pa­şa, Katâde’ye kadar Hz. Hasan ve Hz. Hü­seyin’in soyundan gelenlerin her ikisine birden seyyid ve şerif denilirken ondan sonra Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere şerif, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid denilmeye başlandığını söylemek­tedir {Mir’âtü’l-Haremeyn, ili, 268). Ka­tâde, yirmi yıl kadar süren idaresi boyun­ca hâkimiyetini Medine, Tâif, hatta Ne-cid’in bir bölümüne kadar genişletmiş ve mümkün olduğunca Mısır ve Bağdat’tan etkilenmeden müstakil bir idare kurma­ya çalışmıştı. Aile içi iktidar kavgaları sıra­sında 1220 yılında doksan yaşının üzerin­de iken öldürülen Katâde’nin yerine oğlu Şerîf Hasan geçti. Şerif Hasan, Abbasî ha­lifesinden yardım almak ümidiyle Bağ­dat’a gitti; ancak orada vefat etti. Bu du­rum Mekke idaresi üzerinde, Katâde b. İdrîs’in sekizinci torunu Muhammed 1. Ebû Nümeyy’in 1254 yılında idareyi ele geçirmesine kadar sürecek olan bir mü­cadeleyi başlattı.

Tarih boyunca siyasî bir güç olarak or­taya çıkan müslüman devletler, daima gözlerini İslâm’ın kiblegâhı Mekke’ye ve civarına çevirmekteydiler. Zira bu bölge üzerinde nüfuz kazanan güç, bütün müs-lümanlan hem dinî hem siyasî açıdan et­kileyebiliyordu. Bu durumu farkeden Os­manlı sultanları, önceleri kazandıkları za­ferleri çeşitli hediyeler ve zafernâmeler-le Mekke emîrlerine bildirip zafer sevinç­lerine onları da ortak ederek gönüllerini çelmeye çalışmışlardı. Yıldırım Bayezid’-den itibaren başlayan surre gönderme geleneğinin yanı sıra İstanbul’un fethin­den sonra Fâtih Sultan Mehmed de bü­tün İslâm âlemini etkileyen bu büyük zaferi müjdelemek için Mekke emîrine, kıymetli hediyelerle birlikte İstanbul’u ta­rif ve tavsif eden ve kiliselerin nasıl cami­ye çevrildiğini anlatan bir de nâme gön­dermişti. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethi üzerine (1517) o sırada Katâdeler’-den Mekke emîri olan Şerîf Berekât b. Muhammed, bir elçilik heyetiyle birlikte on iki yaşındaki oğlu Ebû Nümeyy’i Mısır’a gönderip padişaha tazimlerini ve Osman­lı hâkimiyetini benimsediğinin bir nişa­nesi olarak da Mekke’nin anahtarlarını sundu. Yavuz Sultan Selim de pek çok he­diye ile birlikte Şerîf Berekât’a Mekke Emirliği menşurunu yolladı ve ayrıca ken­disine Mısır hazinesinden maaş bağlattı: Haremeyn ahalisine de 200.000 altın ile külliyetli miktarda erzak gönderdi. Bu ta­rihten itibaren Mekke ve Medine’de hut­be Osmanlı padişahlarının adına okunma­ya başlandı. Osmanlı Devleti, Hz. Peygam­berin torunları olmaları sebebiyle genel­de bütün seyyid ve şeriflere büyük değer vermiş, onlara maaş ve çeşitli tahsisatla birlikte Cidde gümrüğü gelirlerinin önem­li bir bölümünü bağlamıştır. Hicaz bölge­sinin kendi kontrolünde kalmasına dikkat eden devlet Mekke emîrlerine karşı ol­dukça müsamahakâr davranmıştır.

II. Ebû Nümeyy’in ölümüyle birlikte (1584} aynı soydan gelen ve Mekke’nin idaresi için birbiriyle mücadele eden üç aile ortaya çıktı. Bunlardan biri Zevî Zeyd (Şürefâ-i Zeydiyye), diğeri 1672’den sonra çok defa iktidarı onlarla paylaşan Zevî Berekât (Âl-i Berekât). üçüncüsü de Abâdile diye bilinen Zevî Abdullah (veya dede­lerine nisbetle Zevî Avn) ailesidir. 1830′-Iardan itibaren emîrlerin Zevî Zeyd ve Zevî Avn ailelerinden seçilmesi âdet hali­ne geldi. Osmanlı sultanları şerif ailelerin­den herhangi birine emirliği tevdi edebi­liyordu; ancak adı geçen iki ailenin XIX. yüzyılda daha güçlü ve bedevîler üzerin­de daha etkili olması sebebiyle emirler daima bunların birinden tercih edildi. 1851 -1856 ve 1880-1882 yıllan arasında Zevî Zeyd ailesinden Abdülmuttalib Efen-di’nin emirliği hariç tutulursa son dönem emirlerinin hepsi Zevî Avn ailesinden se­çilmiştir. II. Meşrutiyetin ilânından son­ra da durum değişmemiş ve Avn ailesine mensup Şerîf Abdullah Paşa b. Muham­med emirliğe tayin edilmiştir. Ancak onun Mekke’ye hareket hazırlığı içinde iken ansızın ölümü üzerine yerine aynı aileye mensup olan ve 1893’ten beri İstanbul’­da oturan Şûrâ-yı Devlet âzası Şerif Hü­seyin b. Ali gönderildi (1908).

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli anlaş­malar yapan İtilâf devletleri Hicaz üze­rinde de birtakım hesaplar içindeydiler. İngilizler, daha savaşın başlarında iken İttihatçılar ile çekişmesini de göz önün­de tutarak Mekke Emîri Şerif Hüseyin’in hareketlerini takibe almışlardı. Sonunda bekledikleri oldu ve Şerif Hüseyin’in Os­manlı Meclis-i Meb’ûsanı’nda Hicaz tem­silcisi sıfatıyla bulunan oğlu Abdullah, Mısır’daki İngiliz yetkilileriyle görüşme­ler yaparak muhtemel bir isyan girişimin­de kendilerini desteklemelerini istedi. Bunun üzerine İngilizler, pek çok vaadle Şerîf Hüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmesi için teşvike başladılar. Va-adlerin başında, hilâfetin Osmanlı Devle-ti’nden alınarak Hâşimî ailesine verilmesi ve büyük bir Arap devletinin kurulması gelmekteydi. Şerif Hüseyin ile İngiltere’­nin Mısır fevkalâde komiseri Sir Henry McMahon arasında 1915 yılı boyunca sü­ren pazarlıklar nihayet 27 Haziran 1916′-da isyanın gerçekleşmesiyle sonuçlandı. Osmanlı Devleti isyanın hemen ardından temmuz başında Mekke Emirliği’ne Zevî Zeyd ailesine mensup Meclis-i A’yân reis vekili Şerîf Ali Haydar’i tayin etti. Aynı ayın sonlarında Medine’ye ulaşan Şerîf Ali Haydar isyan sebebiyle Mekke’ye gide­medi ve emirlik görevini oradan yürüt­meye çalıştı. Kasım ayında ise Şerîf Hü­seyin kendisini “Arap ülkelerinin kralı” olarak ilân etti. Mart 1917’de Medine’nin Osmanlı askerlerinden boşaltılması kara­rının verilmesiyle birlikte önce Şam’a giden, daha sonra da İstanbul’a dönen Şe­rîf Ali Haydar emirlik unvanını iki yıl daha taşımış ve tahsisatını da almıştır. Hicaz’­da kontrolün tamamen Şerîf Hüseyin’in eline geçerek bölgenin Osmanlı hâkimi­yetinden çıkması üzerine emirlik mües­sesesi Mayıs 1919’da Meclis-i Vükelâ ka­rarıyla kaldırıldı.

Öte yandan kendisini Arap ülkeleri kra­lı ilân eden Şerîf Hüseyin’i İtilâf devletleri sadece Hicaz kralı olarak tanımışlardı. Sa­vaştan sonraki barış görüşmelerinde de durum değişmeyince büyük bir hayal kı­rıklığına uğrayan Şerîf Hüseyin, 1924 yı­lında Türkiye’de hilâfetin ilgasının ardın­dan kendisini halife ilân etti. Ancak bu çı­kışı da kabul görmemiş, kendisiyle çekiş­me içinde bulunduğu muhalifi Abdülazîz b. Suûd’un aşırı tepkisine yol açmıştır. Nitekim Necid’den harekete geçen Ab­dülazîz b. Suûd’un kuvvetleri aynı yılın ekim ayında Mekke’yi ele geçirdi. Bunun üzerine Şerîf Hüseyin, yerine oğlu Emîr Ali’yi Hicaz kralı olarak bırakıp önce Aka­be’ye çekildi, oradan da 1925’te Kıbrıs’a iltica etmek zorunda kaldı; Emîr Ali de Abdülazîz b. Suûd’un Hicaz’ı tamamıyla ele geçirmesinden sonra babasının arka­sından gitti. Böylece tarihte ilk defa orta­ya çıkmış olan Hicaz Hâşimî Krallığı (1916-1925) kısa zamanda tarihe karışmış oldu.

Şerîf Hüseyin’in Faysal, Abdullah, Ali ve Zeyd adlarında dört oğlu vardı. Bunlardan, I. Dünya Savaşı başladığı sıralarda Os­manlı Meclis-i Meb’ûsanfnda Hicaz tem­silcisi olarak bulunan Abdullah ve Faysal isyanın hazırlanmasında ve sonrasında önemli çalışmalar yapmışlar ve İtilâf dev­letleri nezdinde itibar kazanmışlardı.

Emîr Faysal, babasından aldığı emir üzerine bedevîlerden oluşturduğu kuv­vetlerin başında önce Akabe’yi ele geçirdi ve arkasından Osmanlı kuvvetlerine karşı ölüdeniz’in güney ve güneydoğu tarafla­rında bir dizi askerî faaliyette bulundu. Daha sonra babasının tasvibiyle İtilâf kuv­vetlerine bağlı Kuzey Arap Ordusu’na ku­mandan olarak tayin edilen Faysal, İtilâf kuvvetleri kumandanı Allenby’nin emriy­le birtakım İngiliz subay ve askerlerinin eşliğinde Ağustos 1918’de Suriye’ye doğ­ru harekete geçti. Eylül sonunda Şam’ı kuşatan Faysal’ın kuvvetleriyle İngiliz bir­likleri Osmanlı askerinin bir gün önce tah­liye ettiği şehre 1 Ekim 1918’de girdiler. Şerif Hüseyin’e ve oğlu Emîr Faysal’a gö­re Şam bölgesinin ele geçirilmesi, kurula­cak Hâşimî devleti için atılacak son adım­lardan biriydi. Zira böylece Hicaz dışında da kendilerini kabul ettirme imkânı doğacak ve büyük Arap devleti gerçekleş­miş olacaktı. Emîr Faysal ile görüşen Al-lenby, Şam ve civarının düşmanın işgal edilmiş bölgeleri hükmünde sayıldığı için orada sivil bir idarenin kurulmasının mümkün olmadığını belirtmişti. Bundan kısa bir süre sonra 30 Ekim 1918’de im­zalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti gücünü kaybetti; böylece Emîr Faysal’a karşı bölgede İtilâf devletlerinden başka muhatap kalmadı. Faysal, Fransa’­nın muhalefetine rağmen İngiltere’nin desteğiyle Ocak I919*da toplanan Paris Barış Konferansfna katıldı. Fakat kendi­si Araplar adına katıldığını belirterek on­ların bir bütün halinde istiklâlini savun­duysa da sadece Hicaz temsilcisi olarak kabul edildi. Paris Barış Konferansından Suriye’nin geleceği hakkında sağlıklı bir karar çıkmadığı gibi İngiltere ile Fransa da karşı karşıya geldi. İki devletin yap­tığı çetin müzakereler neticesinde Suri­ye Fransa’ya bırakıldı. Emîr Faysal Ocak 1920 ortalarında Suriye’ye döndü ve aynı yılın mart ayında toplanan eşraf kongre­sinde Filistin ve Lübnan’ı da içine almak suretiyle “büyük Suriye kralı” ilân edildi. Ancak bu durum, 1920 Nisanında topla­nan San-Remo Konferansı’nda reddedile­rek daha önce yapılan gizli anlaşmalar ge­reği Suriye ve Lübnan Fransız mandasına bırakıldı. İki taraf arasında 24 Temmuz’-da cereyan eden Meyselûn Savaşı’nın ar­dından Fransızlar Şam’ı işgal edip Suri­ye’deki Hâşimî krallığına son verdiler.

Öte yandan Londra’da İngiliz işgali al­tındaki Irak bölgesinin (Basra, Bağdat, Musul ve Deyrizor) idare şekli tartışılıyor ve bu konuda çeşitli fikirler ileri sürülü­yordu. Sınırları belli olmamakla birlikte İrak’ın bir bütün halinde idare edilmesi veya bölgelere taksim edilerek ayrı ayrı emirliklerin kurulması üzerinde en çok durulan görüşlerdi. Nihayet VVilson’un önerisiyle, o sıralarda Londra’da bulunan Faysal İngilizler’in desteğini alarak 23 Ağustos 1921’de Irak kralı ilân edildi ve böylece Hâşimî ailesinin yönetiminde İrak Krallığı kuruldu. 3 Ekim 1932’de ülkesi­nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini sağ­layan Faysal, Irak’ın bağımsızlığının ger­çekleşmesine paralel olarak bir lrak-Su-riye birliği kurmak istediyse de Suriye’­deki siyasî çevrelerin muhalefetiyle kar­şılaştığı için bunu başaramadı. 8 Eylül 1933 tarihinde ölen Faysal’ın yerine oğlu Gâzî geçti. Faysal’ın ölümüyle birlikte Irak’­ta bir sürtüşme dönemi başladı. Genç kral Gâzî’nin iktidar devri (1933-1939) bir dizi kabile ayaklanmasına, askerî ihtilâllere. hızlı kabine değişikliklerine ve İngi­lizler’in bölgedeki imtiyazlarına karşı or­taya çıkan millî direnişlere sahne olmuş­tur. Gâzî’nin bir kazada ölmesi üzerine tahta küçük yaştaki oğlu II. Faysal çıktı. Yeni kralın yaşının küçüklüğü sebebiyle idare onun adına kral naibi Abdülilâh ta­rafından yürütüldü. Abdülilâh, İngiliz­ler’in yardımıyla Irak liderliğinde bir Arap birliği oluşturma hareketine girişti ve 1942-1943 yıllan Irak-Suriye-Filistin-Ür-dün federasyonu kurma müzakereleriy­le geçti. Irak 1955 yılında Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere ile Bağdat Paktı’nı imzaladığı zaman Suriye ve Mısır mem­nuniyetsizliklerini açıkça ortaya koydu­lar. Kral naibi Abdülilâh ile II. Faysal’ın 14 Temmuz 1958 tarihinde Abdülkerîm Ka­sım tarafından gerçekleştirilen askerî ih­tilâlde öldürülmeleriyle Hâşimî ailesinin Iraktaki krallığı da sona ermiş oldu.

I. Dünya Savaşı sonrasında Şark-ı Ür­dün, Allenby’nin “düşmanın işgal edilmiş doğu bölgesi” taksimatı içinde kalmıştı. Faysal b. Hüseyin’in Suriye Krallığı’nı te­sisi üzerine Kerek ve Amman buraya bağ­lanmış, Maan ve Akabe de Hicaz Kralı Hü­seyin’e itaatini bildirmişti. Fakat Suriye’­nin Fransız mandasına terkedilmesi ve Faysal’ın Şam’dan çıkarılması ile bu böl­ge başsız kaldı ve anarşiye sürüklendi. Bu arada Mekke’de bulunan Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah, kardeşini Fransız-lar’a karşı desteklemek maksadıyla Ka­sım 1920 ortalarında Maan’a geldi. Bu­rada birtakım kabile reisleri ve mahallî liderler tarafından karşılanan Abdullah, Suriye halkına bir beyanname neşrede­rek onları Fransızlar’a karşı savaşa çağır­dı. Fransızlar’a göre Abdullah el altından İngilizler tarafından destekleniyordu; bu durum iki müttefiki karşı karşıya getir­di. Bunun üzerine İngilizler, eskiden beri kendileriyle dost olan ve savaş boyunca babası ile aralarındaki ilişkileri düzenle­yen Abdullah’ı, her türlü yardım ve des­teği vererek kendi himayelerinde Ürdün emîri ilân ettiler (1 Nisan 1921). 1923 yılında da Abdullah’ın başkanlığında müs­takil bir Ürdün hükümetinin kurulması­na karar verildi. Bu arada ona yardımcı ol­mak üzere yanına İngiliz subay ve müşa­virleri gönderildi ve gerekli malî yardım­lar sağlandı.

Emîr Abdullah, II. Dünya Savaşı başlar başlamaz hâmisi İngilizler’e savaşta yan­larında yer alabileceğini bildirmişti. Baş­langıçta savaş Avrupa’da seyrettiği için İngiltere buna gerek duymadı. Fakat çar­pışmalar 1941 ‘de Ortadoğu’ya sıçrayınca.

Emîr Abdullah’ın İngilizler’in yardımıyla 1921’den itibaren kurulmuş olan Glubb Paşa kumandasındaki ordusu (Arap Lejyo­nu), Irak’ta Alman subayların yardımıyla iktidarı ele geçiren Râşid Ali’ye karşı kul­lanılarak savaşa iştirak ettirildi. Arkasın­dan da bu ordu İngiliz kuvvetlerinin Suri­ye’ye girmesinde büyük rol oynadı ve bu hizmetleri karşılığında Abdullah’a bağım­sızlık sözü verildi. Savaşın bitmesinden sonra verilen söz yerine getirilerek Ür­dün’ün bağımsızlığı ve Abdullah’ın krallı­ğı ilân edildi (22 Mart 1946); böylece ha­len sürmekte olan Ürdün Hâşimî Krallığı tarih sahnesine çıkmış oldu. Kral Abdul­lah 19S0 yılında, Filistin’de Arap Birliği askerlerinin işgali altındaki topraklan Ür­dün Hâşimî Krallığfna ilhak etti. Bunun üzerine Mısır Ürdün’ün Arap Birliği’nden çıkarılması için girişimlerde bulundu. Ür­dün bağımsızlığına kavuşmuş olmasına rağmen ordusu hâlâ İngiliz kumandasındaydı ve bu durum yeni filizlenen Arap milliyetçilerini rahatsız ediyordu. Onların bu muhalefeti Kral Abdullah’a yönelmiş­ti ve bu ortam içinde Abdullah 20 Tem­muz 1951 günü Kudüs’te öldürüldü. Ür­dün meclisi, Abdullah’ın yerine o sırada hastalığından dolayı İsviçre’de tedavi gör­mekte olan Tallâl’i kral ilân etti; ancak onun rahatsızlığı sebebiyle ülkeyi daha çok vekili ve küçük kardeşi Naîf yönetti. 11 Ağustos 1952 tarihinde Ürdün Parla­mentosu Tallâl’i görevden alarak yerine oğlu Hüseyin’i getirdi. Halen Şerîf Hüse­yin b. Tallâl’İn yönetiminde bulunan Ür­dün Devleti son Hâşimî krallığıdır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

 

Daha yeni Daha eski