Hatmi Nübüvvet Nedir, Ne Demek, Hakkında Bilgi

Hatm-i Nübüvvet. Hz. Muhammed’in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğini ifade eden bir tabir.

Sözlükte “bir şeyi tamamlayıp sona er­dirmek; mühürlemek” anlamlarına gelen hatm ile “Allah’tan haber verme” mânasındaki nübüvvet kelimelerinden oluşan hatm-i nübüvvet (hatmü’n-nübüvve) tam­laması Allah ile kulları arasındaki elçilik görevinin sona erdiğini belirtir.

Hatm-i nübüvvet İslâm öncesi dinler­de de söz konusu edilmiştir. Yahudilikte Malakİ’nin son peygamber olduğuna ina­nılır. Bununla birlikte bu dinin kutsal me­tinlerinde yeni bir peygamberin gelece­ğine işaret eden ifadeler de (meselâ bk. Tesniye. 18/18; Malaki, 3/1; 4/5} mevcut­tur. Hıristiyan­lık’ta Hz. İsa’nın beklenen Mesîh olduğu­na inanıldığı için ondan sonra bir peygam­berin gelmeyeceği kabul edilir. Ancak Ahd-i Cedîd’de îsâ’nın, “Ben de babaya yalvaracağım ve o size başka bir parakleti, hakikat ruhunu verecektir, tâ ki daima sizinle beraber olsun” (Yuhanna, 14/15-16) şeklindeki İfadeleri, Hz. îsâ’dan son­ra başka bir peygamberin geleceği şek­linde yorumlanmıştır (bk. Faraklit).

Maniheist literatürde “son peygam­ber” mânasını taşıyan tabirler kullanıl­mıştır. Mani, îsâ”nın müjdelediği kurtarı­cının kendisi olduğunu iddia etmiş ve Ma­niheist metinlerde, en son peygamber olduğuna işaret etmek için onun hakkın­da “peygamberlik mührü” anlamına ge­len ifadelere yer verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de hatm-i nübüvvet ta­biri yer almamakla birlikte Hz. Peygam­ber için kullanılan “hâtemü’n-nebiyyîn” terkibi (Ahzâb 33/40) onun Allah’ın re­sulü ve nebilerin sonuncusu olduğunu açık şekilde belirtmektedir. Âyette ge­çen ve Âsim kıraatine göre “hâtem” ola­rak okunan kelime çoğunluğun kıraatin­de “hatim” şeklinde okunmaktadır. An­cak Taberî’nin de belirttiği gibi her iki okuyuşta da kelime “peygamberlerin so­nuncusu” mânasındadır. Müfessirler, aynı âyetin başın­da yer alan, “Muhammed sizin erkekleri­nizden hiçbirinin babası değildir” cümle­sini, genellikle yahudilerde görüldüğü­nün aksine nübüvvetinin babadan oğula intikal etmediğine, dolayısıyla yeni bir peygamber beklentisi içinde bulunulma­ması gerektiğine bir işaret saymışlardır.

Hadis kaynaklarında yer alan çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Pey­gamber nebilerin sonuncusu olduğunu, risâlet ve nübüvvetin kendisiyle sona er­dirildiğini açıklamış; bu arada kendisini, bütün bölümleri ikmal edilip yalnız bir tuğlası eksik kalan güzel bir sarayı tamamlayan tuğlaya benzet­miş, böylece başka bir peygambere ihti­yaç kalmadığına dikkat çekmiştir. Ayrıca isimlerinden birinin “âkıb” olduğunu, bunun da “ken­disinden sonra peygamber gelmeyen ki­şi” anlamına geldiğini söylemiştir.

Siyer, şemail ve delâilü’n-nübüvve ki­taplarında. Resûl-i Ekrem’in sırtında bu­lunan mührün onun nübüvvetiyle birlik­te son peygamber oluşunun da delili sa­yıldığı kaydedilirse de kelime benzerliği dışında (hâtemü’n-nübüvve-hâtemü’n-nebiyyîn ) bu hususa delil teşkil edecek bir şeyin bulunmadığı anlaşılmaktadır

İslâmiyet’in doğuşundan zamanımıza kadar geçen süre içinde Kur’an ve Sün-net’e bağlı olan bütün âlimler. Hz. Muhammed’in gelişiyle nübüvvetin sona er­diğine inanmanın İslâm akaidinin temel bir ilkesi olduğunu kabul etmişler ve bu­nun zarûrât-ı dîniyye arasında yer aldığı hususunda görüş birliğine varmışlardır. Buna göre hatm-i nübüvvete inanma­mak veya bu konuda sürekli bir şüphe içinde bulunmak dinden çıkmayı gerek­tirir. Âlimlerin bu hususta dayandıkları delilleri şöylece özetlemek mümkündür:

1. Hatm-i nübüvvet konusunda mânası apaçık olan. hiçbir şekilde te’vil edileme­yecek naslar mevcuttur. Bunların başın­da Hz. Muhammed’in nebilerin sonun­cusu olduğunu belirten âyet gelir(Ahzâb 33/40) Dinin tamamlandığını, insan­lar için din olarak sadece İslâm’ın kabul edileceğini (Mâide 5/3], İslâm’dan baş­ka din arayanların âhirette hüsrana uğ­rayacağını ve İsteklerinin asla dikkate alınmayacağını (Âl-i İmrân 3/85), Kur-‘an’ın tahrife uğramaktan korunacağını (Hicr 15/9], Hz. Muhammed’in bütün âlemlere peygamber olarak gönderildi­ğini (En’âm 6/19;A’râf 7/158; Furkân 25/l; Seber 34/28) bildiren âyetler bu konudaki kesin nakli delillerdendir. Hatm-i nübüvvete dair hadisler de Hz. Peygamber’in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğine aykırı düşen bir inancı benimse­meye imkân vermeyecek kadar açıktır. Buna göre Kur’an’a ve Sünnet’e iman eden herkesin Hz. Muhammed’den son­ra bir peygamberin gelmeyeceğine de kesinlikle inanması gerekir.

2. İslâm dinini Hz. Peygamber’den öğrenen ashabın nübüvvet id­diasında bulunanlarla savaşması bu hususta realiteye dayanan tarihî bir delildir. Eğer yeni bir peygamberin zu­huru Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmasay­dı ashap bu iddiada bulunanlarla savaş­maz ve onları öldürmezdi. İslâm âlimleri ashabın bu ko­nudaki icmâına uymuşlar ve muhalif gö­rüş beyan edenlerin müslüman olama­yacağına hükmetmişlerdir.

3. Nasların ve icmâın yanı sıra aklen de Hz. Muhammed’den sonra yeni bir peygamberin gelmesine lüzum kalmadı­ğını kabul etmek gerekir. Zira Allah’ın insanlara peygamber göndermesi onla­ra kendi varlığını ve birliğini tanıtma, buyruklarını İletme, dinî ve dünyevî konu­larda ihtiyaç duyacakları bilgileri anlat­ma, kendilerine dünya ve âhirette mutlu olmalarını sağlayacak doğru yolu göster­me amacına yöneliktir. Bütün bunlar en kâmil mânada Hz. Peygamber’in getirdi­ği vahiylerde mevcuttur. Ergenlik çağına giren insanların, duyularını ve vahyin ay­dınlattığı akıl yürütme güçlerini kullan­mak suretiyle ihtiyaç duydukları bilgileri üretmeleri, duyuların ve aklın erişemedi­ği konularda ise sadece vahye dayanarak gerçeklere ulaşmaları mümkündür. Ayrı­ca Hz. Muhammed’in nübüvveti evren­sel olup getirdiği vahiy tahrife uğrama­mış, dolayısıyla yeni bir peygambere ihti­yaç kalmamıştır. Ancak nü­büvvetin Hz. Peygamber’le sona ermiş olduğu gerçeği, bundan böyle ilâhî reh­berliğin artık seçilmiş kişilere dayanmayıp sosyal görev haline dönüştüğü anla­mını taşımakta ve kıyamete kadar bütün müslümanlara tebliğ ve temsil sorumlu­luğu yüklemektedir

4. Hz. Muhammed’in vefatından zamanımıza kadar hiçbir peygamberin zuhur etme­mesi de hatm-i nübüvveti doğrulayıcı sosyolojik delillerden biridir. Zaman za­man peygamberlik iddiasında bulunan­ların ortaya çıkması ise bu gerçeği değiş­tirmez. Zira gerek İslâm dünyasında ge­rekse gayri müslimler arasında peygam­berlik İddia edenlerin hiçbiri iddialarını kanıtlayamamış ve ciddiye alınmamıştır. Nitekim tarih boyunca bunlar sadece bi­rer yalancı veya maceracı olarak değer­lendirilmiş ve sahte peygamber diye ni­telendirilmiştir.

Başta Ehl-i sünnet olmak üzere Mu’te-zile. mutedil Şîa ve Haricî âlimleri hatm-i nübüvveti kabul etmektedir. İsnâaşeriyye İmâmiyyesi âlimlerinin bu inancı be­nimsemekle birlikte imamların nasla ta­yin edildiğini ve masum olduklarını ileri sürmelerinin bu inançlarını zedeleyici bir mahiyet arzettiğini söylemek mümkün­dür. Günümüz İsnâa-şeriyye İmâmiyyesi’ne mensup âlimler, nübüvvetin sona ermesiyle gelişen olay­lar karşısında takip edilmesi gereken yo­lun tayini konusunda ihtiyaç duyulan bil­gilerin velâyet-î fakiri* müessesesi yo­luyla üretileceğini ve dolayısıyla bu mües­sesenin nübüvvet çizgisini devam ettirdi­ğini kabul ederler.

Hakim et-Tlrmizî başta olmak üzere pek çok sûfî hatm-i nübüvvet inancın­dan hareket ederek “hatm-i velayet” te­orisini geliştirmiştir. Buna göre bir “hâtemü’I-enbiyâ” olduğu gibi bir “hâtemü’l-evliyâ” da olmalıdır. Zira velayet nübüv­vetin bâtınıdır. Nübüvvetin zahiri dinî hü­kümleri ve şeriatı haber vermek, bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulun­maktır. Her ne kadar tebliğ etme bakı­mından nübüvvetin zahiri tamamlanmış-sa da ilâhî kemâlin yeryüzüne yansıma­ları olarak kabul edilen velîlerin tasarruf görevleri sürdüğünden nübüvvet velayet şeklinde devam etmektedir.

İslâm’a intisap iddiasında bulunmakla birlikte zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan temel ilkelerden birini veya birkaçını in­kâr ettiklerinden küfre düştüklerine hük­medilen Gâliyye grupları hatm-i nübüv­vet ilkesine aykırı inançlar benimsemiş­lerdir. Bu zümre içinde yer alan Beyân b. Sem’ân ile Ebü’l-Hattâb el-Esedî pey­gamberlik iddiasında bulunmuşlar, an­cak müslümanlar arasında taraftar top­layamamışlardır. İmamlarını peygamber olarak kabul eden bazı Bâtıniyye ve İsmâİliyye grupları da hatm-i nübüvvete aykı­rı telakkiler benimseyenler arasında zik­redilebilir. Tarihî, siyasî ve içtimaî sebep­lerle İslâm dünyasında dinî hayatın zayıf­ladığı ve çeşitli alanlarda gerilemenin başgosterip ileri boyutlara ulaştığı XIX. yüzyıldan itibaren hatm-i nübüvvet inan­cına aykırı görüşler Babîlik. Bahaîlik ve Kadıyânîlik tarafından yeniden canlandı­rılmaya çalışılmıştır. İsnâaşeriyye”nin kol­larından Şeyhiyye’den koparak ortaya çıktığı kabul edilen Bâbîliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed (ö. 1850) önce bâb (Mehdî’ye açılan kapı}, ardından mehdî, daha sonra da kendisinin Hz. Muhammed’in nübüvvetini sona erdiren ve İs­lâm’ı nesheden yeni bir peygamber oldu­ğunu iddia etmiştir. Mirza Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra Mirza Hü­seyin Ali (ö. 1892), kendisinin babın ön­ceden haber verdiği “Allah’ın ortaya çıka­racağı zat” olduğunu söyleyerek Bahâî-liği kurmuştur. Bahâîliğe göre Hz. Pey­gamber resullerin değil nebîlerin sonun­cusu olduğundan Allah ondan sonra yeni resuller gönderebilir. Bahâullah da gele­ceği vaad edilen resuldür. Onun gelişiyle din tamamlanmıştır.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Hindis­tan’da ortaya çıkan Kâdıyânîliğin kurucusu Mirza Gulâm Ahmed de benzer şe­kilde müceddidlikle başlayan iddialarını mesîhlikve mehdîlikle devam ettirmiş, sonunda kendisinin yeni bir şeriat getir­meyen bir peygamber olduğunu ileri sü­rerek gerçek maksadını ortaya koymuş­tur. Mirza Gulâm da Babîlik ile Bahâîliğin delillerini kullanmış ve Kur’an’da Hz. Mu-hammed’in nebîlerin sonuncusu değil “nebîlerin süsü” olduğunun belirtildiğini iddia etmiştir.

Babîlik, Bahaîlik ve Kâdıyânîliğin orta­ya çıkışından sonra özellikle Hint alt kıta­sında eleştiri ve red niteliğinde birçok eser kaleme alınmış, toplantılar yapılmış ve hatm-i nübüvvete karşı olan görüşler­le mücadele etmek için çeşitli müesse­seler kurulmuştur.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski