Hevâ. Nefsânî arzu ve eğilimleri ifade eden bir ahlâk ve tasavvuf terimi.
Sözlükte “istek, heves, meyil, sevme, düşme” gibi anlamlara gelen hevâ kelimesi terim olarak “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” yahut “doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis” mânasında kullanılmıştır.
Câhiliye döneminde genellikle “nefsin tutkusu”, özel olarak da “aşk” anlamında kutlanılan hevâ (meselâ bk. Antere, s. 103, 119, 190)iyi yahut kötü hertürlü istek ve arzuyu da ifade ediyordu. Nitekim Câhiliye şairi Teebbeta Şerran bir yakınını överken, “O başına gelen felâketten pek şikâyetçi olmaz, hevâsı da çoktur” diyordu. Buna karşılık Muhllaka sahibi Haris b. Hillize, “Sözleşmede yer alanları nevalar nasıl bozar?”; diğer bir Muallaka şairi Lebîd b. Rebîa da, “Onlar şereflerini kirletmezler, işleri de lekeli olmaz: çünkü akılları hevâlarıyla birlik olup sapmaz” derken hevâyı ahlâka ve akla aykırı davranışların kaynağı olarak göstermişlerdir. İslâmî dönemde kelimenin bu olumsuz anlamda kullanımı yaygınlık kazanmıştır. Zebîdî’nin kaydettiğine göre İbn Sîde, aslında nevanın hem iyi hem de kötü istekleri kapsadığını, ancak pratikte kötülük anlamı taşıdığını, iyi isteklerin ifade edilmesi için “güzel hevâ” yahut “doğruya uygun hevâ” gibi bir niteleme ile birlikte kullanılması gerektiğini belirtir.
Kur’ân-ı Kerîm’de hevâ kelimesi, hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere on âyette tekil, on sekiz âyette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir. Hadislerde de aynı mânada sıkça kullanılmış, hadis mecmualarında bu konuyla ilgili özel bablar açılmıştır (bk. Dârimî, “Mukaddime”, 30, 35; Buhârî, “Ahkâm”, 16; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 2, 3,”Edeb”, 116) Bazı hadis ve haberlerde ise hevâ kelimesi olumlu veya olumsuz bir değer İfade etmeksizin “arzu, istek, niyet” anlamında yer almaktadır (meselâ bk. Müsned, il, 34, 97; Dârimî, “Mukaddime”, 30; Buhârî. “Tefsîr”, 33/7, “Nikâh”, 29).
Kur’an’da, bayağı arzularına esir olan insan “hevâsını tanrı edinen” diye tanıtılmış (Furkân 25/43; Câsiye 45/23) ve hevâ başlıca sapıklık sebeplerinden biri sayılmıştır. Gazzâlî bu âyeti yorumlarken ilâh kelimesinin “mâbud” anlamına geldiğini, mabudun da “buyruğuna uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların nevalarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder. Hevâlarına uyanlar tam bir sapıklığa düştükleri gibi (Câsiye 45/23) bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar (Mâide 5/77; En’âm 6/56). Müminler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâları-na hem de kâfir, zalim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin nevalarına uymaktan menedilmiştir..
Kur’ân-ı Kerîm’de hevâya uyma yasaklanırken (Bakara 2/120) nevanın olumsuz arzu ve eğilimlerden ibaret olduğuna dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden âyetlerin birinde, “O nevasına göre konuşmaz; onun konuşması vahiyden ibarettir” denilmektedir (Necm 53/3-4). Mü’minûn sûresinin 70-71. âyetlerinde Resûl-i Ekrem’in insanlığa gerçeği getirdiği, insanların çoğunun ise gerçekten hoşlanmadığı ifade edildikten sonra, “Eğer hak onların hevâsına uysaydı gökler, yer ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu” buyurulmuştur. Nisa sûresinin 135. âyetinde her durumda adaleti ayakta tutmayı emreden ifadenin ardından gelen, “Hevâmza uyarak sapmayın” buyruğu da adaletin mutlak oluşuna karşılık nevaların değişkenliğini gösterir.
Zâhid ve sûfîlerin hevâ ile ilgili uyarıları tasavvuf literatüründe önemli bir yer işgal ettiği gibi hemen her zâhid ve sûfî, hevâyı kendi dinî ve ahlâkî hayatı için en büyük tehlikelerden biri olarak görmüştür. Tasavvufî hayatın en önemli ilkeleri olan riyazet ve mücâhedenin temel amacı nefsi her türlü bedenî ve dünyevî tutkulardan arındırıp manevî hazlara yöneltmektir. Tasavvuf ahlâkının ilk ve seçkin temsilcilerinden olan Haris el-Muhâsibî, “Sana düşmanın olan şeytandan neler gelirse hepsi nefsinin hevâsı aracılığı ile getir” der. Bu düşünce diğer bütün mutasav-vıflarca da benimsenmiştir. İlkzâhidlerden Ebû Süleyman ed-Dârâ-nî, nefsin hevâsına uymamayı en faziletli amellerden sayarken Sehl et-Tüsterî, nefsin bayağı isteklerine karşı koymaktan daha üstün bir kulluk bulunmadığını söylemiştir. Hücvîrî de temel sıfatının hevâ olduğunu söylediği nefse karşı gelmeyi bütün ibadetlerin başı ve ahlâkî çabaların en değerlisi olarak nitelendirmiştir. Aynı mutasavvıf insanların tutkularını ikiye ayırır. Bunların ilki lezzet ve şehvet hevâsı yani cinsî arzu, yeme içme arzusu gibi bedenî istek ve tutkular, diğeri de halkın gönlünde mevki kazanma ve reislik hevâsıdır. Özellikle ikincisi, hem ona müptelâ olanları hem de müptelâ olan kimseye saygı duyup peşinden gidenleri saptırdığı için tehlikelerin en büyüğüdür. Gazzâlî’nin İhyâ’ü ‘ulûmi’d-din’in-de hevânın bu iki çeşidiyle ilgili olarak yaptığı tahliller. hem tasavvuf literatüründe hem de genel olarak İslâm düşüncesinde hiçbir zaman aşılamamıştır.
Sûfîler arasında hevânın İyi olan bir türünden söz edenler de vardır. Necmed-dîn-i Dâye. felsefî gelenekte çoğunlukla “iffet” terimiyle ifade edilen ölçülü şehvet yerine “mutedil hevâ” tabirini kullanmayı tercih eder ve insanların zararlı şeylerin defi için itidal derecesinde gazap duygusuna muhtaç olmaları gibi menfaatlerin celbi için de aynı derecede bir hevâ duygusu taşımaları gerektiğini belirtir. Muhyid-din İbnü’l-Arabî de “nefsânî istekler” anlamındaki hevâyı yermekle birlikte Allah sevgisinin derecelerinden söz ederken bu sevginin en alt derecesi için hevâ, en yüksek derecesi için aşk terimlerini kullanır. Ona göre Kur’an’da yerilen hevâ avamın istekleridir; gerçekte ise hevâ ariflere, irade avama aittir.
İslâm ahlâkı literatüründe hevâ konusu özellikle Ebû Bekir er-Râzfden itibaren geniş ilgi görmüştür. et-Tıbbü’i-rûhanî adlı eserinin ilk iki bölümünü aklın önemi, hevânın yerilmesi ve akıl-hevâ çatışması gibi konulara ayıran Râzî hissî, tabiî ve hayvani arzulardan ibaret olduğunu söylediği hevâyı aklın karşıtı olarak göstermiş ve bu konuda sonraki ahlâkçılara ışık tutacak görüşler ortaya koymuştur. Onun. hevâyı insanın yapısından gelen arzu ve ihtiraslar diye niteleyen ve konuyu akıl-hevâ çatışması şeklinde ele alarak yüksek bir ahlâka ulaşmak için hevâyı baskı altına almak ve her durumda aklın buyruklarına uymak gerektiğini savunan görüşleri, beşerî aşk hususundaki olumsuz tavrı, hevâ ve aşk kavramlarının anlam ilişkisi {a.g.e., s. 39-40), aklın buyruğu ile nevadan kaynaklanan yargıların birbirine karışabileceği endişesi ve bunları ayırt etmenin ölçülerine dair verdiği bilgiler kendisinden sonra da genel kabul görmüştür. Meselâ Mâverdî de Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eserine akıl-hevâ çatışmasını inceleyen bölümle başlar (s. 19-40). Ancak Mâverdî, RâzTden farklı olarak konuyu âyet. hadis ve diğer dinî ve edebî literatürle zenginleştirmiştir. Râgıb el-İsfahânî’nin ez-Ze-rîb ilâ mekârimi’ş-şerî’a adlı eseri ve Gazzâlfnin M/zdnü’7-bmeİ’i de aynı yaklaşımı sürdüren örneklerdendir. Bu iki eserde de aklın karşısına konulan beşerî istek ve tutkuların hepsine birden hevâ adı verilmiş, aklın melekten, hevânın şeytandan destek aldığı ifade edilmiş, aklın buyruğu ile hevânın istekleri arasında ayırım yapmanın her zaman kolay olmadığına dikkat çekilerek bu hususta bazı ölçüler verilmiştir. Bu arada İbrâhîm sûresinin 24. âyetindeki “güzel ağaç”Ia aklın, “çirkin ağaçla da hevânın kastedildiği, böylece âyette aklın faydalanyla hevânın zararlarına işarette bulunulduğu belirtilmiştir. Yine bu eserlerde nevaya karşı koyma hususunda insanlar başlıca üç sınıfa ayrılmıştır. Hevâsına yenik düşenler ilk sınıfı, akıl ve iradelerini kullanarak nevalarına karşı sürekli mücadele verenler ikinci sınıfı, nevalarına hiç uymayanlar da üçüncü sınıfı oluşturur. Yalnız peygamberlerle velîler üçüncü mertebeye ulaşabilir. Gazzâlî bu son mertebeyi “en büyük güç. peşin nimet, tam hürriyet ve kölelikten kurtuluş” olarak değerlendirir. Hevânın esaretinden kurtulmanın gerçek hürriyet sayılması, başta sûfiler olmak üzere bütün İslâm ahlâkçılarının ortak görüşüdür. Dinin, belirli zaruretlere bağlı olarak verdiği ruhsatların istismar edilebileceğinden kaygı duyan Gazzâlî, bu istismarın sebebi olarak da hevâ ve şehvet kelimeleriyle ifade ettiği nefsânî arzu ve ihtirasları gösterir ve insan oğlunun yaşadığı sürece kötü arzularının baskısından kurtulamayacağını söyler.
Hevâyı şehvetin eş anlamlısı gibi kabul edenler varsa da Râgıb el-İsfahânî bu iki terim arasında önemli bir fark bulunduğu görüşündedir. Ona göre şehvetin biri iyi, diğeri kötü olmak üzere iki çeşidi vardır. Bunların ilki ilâhî bir fiil olup insan nefsinin bedene fayda sağlayan şeyleri elde etme gücüdür; diğeri de insanî eylemlerin ürünüdür ve nefsin bedenî lezzet sağlayan şeylere kapılmasıyla meydana gelir. Düşünme yeteneğini kendisine bağımlı kılan bu şehvete hevâ denir. Sonuç olarak düşünme cehdi akim kontrolünde işlediğinde iyilik ve güzellikler üretir, hevânın etkisine kapıldığında ise kötülük ve çirkinlikler doğurur. Aynı açıklamaları Gazzâlî de tekrar eder. Ancak Gazzâlî, kelimelerden ziyade onlara yüklenen anlamların önemli olduğunu düşündüğü için özellikle İhyâ’ü ‘ulû-mi’d’dîn’m III. cildinde bu iki kelimeyi eş anlamlı olarak kullanmış ve daha çok şehvet kelimesiyle ifade ettiği bedenî ve dünyevî tutkularla ilgili geniş tahliller yapmıştır.
Hadis, akaid, kelâm ve mezhepler tarihi literatüründe, genellikle sünnet çizgisinden saparak inanç ve davranışları beşerî görüş ve arzular doğrultusunda oluşturma eğilimleri için “ehvâ”, bu eğilimleri birer akım haline getirenler için de “ashâbü’l-ehvâ” (Dârimî, “Mukaddime”, 35) ve daha çok “ehl-i ehvâ” tabirleri kullanılmıştır.
TDV İslâm Ansiklopedisi