Heyula Nedir, Felsefede ve Filozoflara Göre, Heyula Hakkında Bilgi

Heyûlâ. Âlemin ilk maddesi anlamında felsefe ve kelâm terimi.

Modern Batı dillerinde hyle, hyle şek­linde yazılan Grekçe üle kelimesinden Arapça’ya giren heyülâ, Aristo felsefesi­nin İslâm dünyasına geçmesinden sonra bu felsefedeki terim anlamıyla İslâm dü­şüncesi alanında da kullanılmaya başlan­mıştır. Kelime Grekçe’de önceleri “orman, ağaç. bunlardan çıkarılan ham madde” yahut “ağaç yapı malzemeleri” mânası­na gelirken daha sonra “canlı cisimlerin maddî yapısı, bileşimi” anlamında kulla­nılmıştır. Ancak felsefede kazandığı yay­gın terim anlamını Aristo’nun ünlü “madde-sûret” (hylomorphism) teorisine borç­ludur.

Aristo, her tabii cismi meydana geti­ren iki ilkeden biri olan heyulayı “tama­men belirsiz, cisme arız olan değişmeyi kabul edici kuvve halinde bir cevher” şek­linde tarif etmiştir. Bu cevherin tek başı­na fiilî varlığı yoktur. Zira fiilî var oluşu suret temsil eder ve esasen tabii varlık maddede gerçekleşen surettir. Madde ise sırf kuvvedir; varlığı da bilkuvvedir. su­retle birleşmeksizin fiilen gerçekleşemez. Bir varlıkta madde (heyûlâ) ne nisbette bulunuyorsa o varlık o nisbette kuvve ha­lindedir. Bu. İnsan aklının varlığı için dahi söz konusudur. Aristo felsefesinde mad­de ayrıca sebepliliğin de bir parçasıdır (bk. DETERMİNİZM). Belirsizliğin ilkesi olan madde, belirliliğin ilkesi olan sureti alma kabiliyet veya kuvvetinde olduğun­dan oluş sürecinde değişmenin imkânı anlamında bir sebep teşkil etmekte ve buna maddî (heyûlânî) sebep denilmekte­dir. Madde, özü itibariyle daima küllî olan surete cisim planında ferdiyet kazandır­dığı için aynı zamanda tabii âlemde ferdîleşmenin de ilkesidir (Abdurrahman Be-devî, s. 129-143; Kaya, s. 212-215; EBr., XI, 983-984}.

Aristocu ve Yeni Eflâtuncu anlamıyla heyûlâ. İslâm felsefe geleneğinde Kindi’-den itibaren önemli bir yer tutmuştur. Kindî’nin tarifine göre heyûlâ “suretleri taşıyan, edilgin, cevheri güç”tür. Kindî bu kavrama özellikle duyulur (mahsûs) âlemi temeilendirirken başvurur. Bir varlığı cis-manî ve duyulur kılan onun heyûlâsıdır. Metafizik âlem ise duyularla algılanma­yan, dolayısıyla heyulası olmayan varlık­lar alanıdır. Bu varlıklar metafizik ilminin konusudur ve akılla bilinir (Resâ’il, s. 107-108, 166). Fârâbî de terimin Aristocu muhtevasını tekrar eder. Ona göre heyû­lâ suretleri kabul etme istidadıdır, bilfiil var olmak için surete muhtaçtır. Tabii su­retler de heyuladan bağımsız var olamaz. Ancak biri diğerinin varlık sebebi değildir: heyûlâ ve suret bir arada bulunan ayrı ayrı sebeplerdir. Heyûlâ sureti kabul edip cismanî cevher haline gelince sıcaklık, so­ğukluk, kuruluk ve yaşlık gibi tabii keyfi­yetleri kabul eder ve ilk merhalede “ustu-kussât” denilen dört basit unsuru kendi­sinde gerçekleştirir. Sonra bunlardan ma­denler, bitkiler ve hayvanlar meydana ge­lir (Fârâbî, ctlyûnü’l-mesâ% s. 70; a.mlf., el-Mesâ’iiü'[-müteferrika, s. 108; a.mlf., et-TaHîkâUs. 8, 16).

İhvân-ı Safa, heyulayı kısaca “suretleri kabul eden her bir cevher” şeklinde ta­nımlamıştır. Onlara göre dört çeşit he­yûlâ vardır: “Yapı malzemesi” anlamında heyûla’s-sınâa, dört unsuru ifade eden heyûla’t-tabîa. âlemin mutlak maddesi olan “mutlak cisim” anlamında heyûla’l-küll, “duyularla algılanmayan, akılla kav-ranabilen basit cevher” demek olan heyû-la’l-ûlâ (Latinler’in “materia prima” de­dikleri ilk madde). İlk heyûlâ ancak suret alınca cisimleşmekte ve algılanabilmek-tedir. Varlık mertebeleri içinde alttaki üsttekinin heyûlâsıdır. Dolayısıyla bir şey hem heyûlâ hem suret olabilir ve bu ilk heyûlâ kavramına ulaşıncaya kadar de­vam eder. İlk heyûlâ nicelik ve nitelikten yoksundur: o basit bir cevherdir; tabii bir düzene göre bütün tabii suretleri alabilir ve farklı cisimler böylece oluşur. Aristo’­da heyûlâ ferdîleşme ilkesidir: İhvân-ı Sa-fâ’ya göre ise aksine bu farklılığın sebebi heyûlâ değil surettir: farklı suretleri al­masına rağmen heyûlâ değişmeden ka­lır. İhvân-ı Safa, heyûlâ hakkında düşün­ce tarihindeki farklı görüşleri de etraflı­ca ele almış olup başlıcaları şunlardır: a) Heyûlâ farklı nitelikler deki atomlardan oluşur. Bunlar birleşip çeşitli mürekkep cisimleri meydana getirir. Bu tanımlama Eflâtuncu fikirleri hatırlatmaktadır, b) Heyûlâ mütecanis yapıda atomlardan olu­şur. Farklı şekillerde birleşmeleri halinde arazlar ortaya çıkar. Bu da Demokritos-çu atom anlayışıyla uygunluk arzetmek-tedir. c) Heyûlâ basit, ruhanî bir cevher­dir ve bütün niteliklerden bağımsızdır. Bu görüş Aristocu ilk madde kavramını hatırlatmaktadır. İhvân-ı Safa daha son­ra heyulanın ezelî mi, yaratılmış mı oldu­ğunu tartışan görüşleri ele alır ve ikinci görüşü benimser {Resâ% II, 5-8; III, 468-473).

İslâm dünyasında heyûlâ kavramına merkezî bir önem atfetmekle birlikte Aristocu madde kavramını kabul etme­yen Ebû Bekir er-Râzî bu tartışmalar ara­sında çok farklı bir yere sahiptir. Ona gö­re heyûlâ âlemin yaratılışını mümkün kı­lan beş ezelî ilkeden biridir (diğerleri tan­rı, nefis, mutlak zaman |dehr| ve mutlak mekândır [halâ, boşluk]). Heyûlâ atom­lardan başka bir şey değildir. Bu atomlar boyutludur. Eğer öyle olmasalardı birle­şerek boyutlu bir birim oluşturamazlar­dı. Heyûlâ, ezelî bir ilke olarak hadis olan cisimlerin varlık şartıdır. Cisimlerin ağır veya hafif, karanlık ya da aydınlık oluşu, boşluğun heyulayı oluşturan atomlar ara­sına ne ölçüde nüfuz ettiğiyle ilgilidir {er-Resâ’itü’l-fetseftyye, s. 195-197, 217-227).

İbn Sînâ, cisimleri oluşturan cevherleri inceleyerek maddenin varlığını kanıtla­maya çalışmıştır. Buna göre cismin ma­hiyeti onun uzunluk, genişlik ve derinlik denilen üç boyuta sahip oluşudur. Üç bo­yutluluk her cisim için fiilî gerçeklik arze-den bir surettir. Dolayısıyla cisimde, de­ğişken olabilen geometrik şekil yahut ni­teliklerin ötesinde onun tanımlanmasını mümkün kılan cevher surettir. Ancak fi­lozofa göre cismin suretten ibaret olma­dığı da ortadadır. Çünkü süreklilik, bü­tünlük yahut birleşiklik (ittisal) kadar sü­reksizlik, bölünebilirlik ve ayrışabilirlik de (infısâl) cisme ait olgulardır. Bu olguların suret cevherinden gelmediğini kanıtla­rıyla gösteren İbn Sînâ, hem ittisale hem de infisâle kuvve halinde kabiliyetli olan başka bir cevherin bulunması gerekti­ğini, bunun da suretle birleşerek cismi oluşturan madde olduğunu belirtir. Su­ret bu maddede bir kısmıyla değil bütü­nüyle kaimdir; aynı şekilde madde de su­retten bağımsız bir varlığa sahip değil­dir. O yer kaplamayan, konumu (vaz*) bu­lunmayan, duyularla algılanamayan aklî bir cevherdir; fiilî varlığı ancak cismanî su­retle birleşerek, başka bir deyişle cismi oluşturarak kazanır [en-Necât, s. 202-205; ‘tlyûnü’l-hikme, s. 48).

Aristocu felsefeye bağlılığıyla tanınan İbn Rüşd’e göre heyûlâ varlığın meydana gelmesini sağlayan ezelî bir ilkedir. Varlık fiil halini belirlediğine göre ondan önce bir kuvve ve bir imkân halinin bulunması gerekir; işte bu ezelî imkâna filozof he­yûlâ demekte, heyulayı oluş ve bozulu­şun sebebi veya temeli saymaktadır. Su­retle birleşerek meydana getirdiği cis­min oluş ve bozuluşa uğramasına sebep olan heyûlâ esasen suretten (varlıktan) ay­rılamaz. Bir şey oluşup bozuluyorsa heyûlâsı var demektir. Aksini düşünmek, o şeyin birleşik değil basit olduğunu ileri sürmek anlamına geleceğinden saçma­dır (Tehâfûtü’t-Tehâfüt, I, 197-198, 244, 355|.

Burada şu hususu önemle belirtmek gerekir ki düşünce tarihi boyunca heyu­layı ezelî bir ilke olarak kabul eden hiçbir filozof onu Tanrı’ya eş tutmuş veya O’nun-la kıyaslamış değildir. Özellikle İslâm Meş-şâîleri’ne göre heyûlâ ezelî bir imkândan ibarettir; bu durumda imkânın ezelî ol­ması ezelînin mümkin olmasını gerektir­mez. İnsan, herhangi bir eylem ve olay­da kuvve ve imkân halinin fiil durumun­dan önce geldiğini bilir. İşte âlemin de bilfiil varlık sahnesine çıkmadan önce bir imkân halinden söz etmek gerekir. Ke-lâmcıların adem (yokluk) dedikleri bu du­rumu filozoflar “heyûlâ”. “kuvve” ve “im­kân” terimleriyle ifade etmekte, âlemi ya­ratan ilâhî irade ve kudretin yöneldiği bir ezelî İmkânın varlığını kabul etmenin, onun mutlak yokluktan (adem-i matız) meydana geldiğini savunmaktan daha mâkul olduğunu söylemektedirler.

Ünlü mutasavvıf Muhyiddin İbnü’1-Ara-bî’de ve onun ekolünde de heyûlâ kavra­mı önemli bir yer tutmaktadır. İbnü’l-Ara-bî’nin çeşitli eserlerinde ‘teayyün’ etmiş yani belirli bir mevcudiyet kazanmış cisim yanında teayyün etmemiş, ilk madde ya­hut suretlerin mahalli olan karanlık cev­her anlamında “heba” terimi kullanılmak­ta ve bu kavramın felsefî terminolojideki karşılığının heyûlâ olduğu belirtilmekte­dir (bk. heba). Yine İbnü’l-Arabî’nin “ta­biat ve âlemin cevheri” anlamında kullan­dığı “en-nefesü’r-rahmânî” tabiriyle “he-yûlânî cevher” arasında paralellikler oldu­ğu anlaşılmaktadır (e(-Mu’cemü’ş-şû/îy-ye,S- 1064, 1095-1097; krş. Kâşânî, s. 45-46).

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski