Heyula Nedir, İslam Felsefesinde, İslam Filozoflarına Göre, Heyula Hakkında Bilgi

Heyûlâ. kelâm ilminde âle­min yaratılışına ilişkin tartışmalara konu olan bir terimdir. Ebû Mansûr el-Mâtürî-dî’den itibaren son döneme kadar önemli kelâm kaynaklarında heyulanın tanımı, türleri ve tenkidine dair açıklamalar yer alır. Mâtüridî’ye göre heyûlâ. başta Aris­to olmak üzere bazı filozoflarca âlemin kendisinden yaratıldığı (tînetü’l-âlem) ka­bul edilen ve varlığının başlangıcı bulun­madığı (kıdemü’t-tîne) düşünülen ilk veya aslî maddedir. Mâtürîdî, Aristo’nun he­yûlâ kavramına yüklediği anlamları da özetler {Kitâbü’t-Teuhîd, s. 147). Mâtürî­dî ekolüne bağlı âlimlerden Ebü’1-Muîn en-Nesefî de heyulanın itti had halinde bulunan bir ilk madde olduğunu söyleye­rek benzer bilgiler verir. Nesefî’ye göre “ashâbü’l-heyûlâ”dan bir grup, heyulada arazların ortaya çıkışını yaratıcı bir varlı­ğın tesirine değil sadece heyulaya bağlar; çünkü yaratıcı bir varlık yoktur; yalnız ezelî olan heyûlâ, yani âlemin aslını oluş­turan belirsiz madde vardır; madde mut­lak yokluktan değil var olan başka bir maddeden meydana gelebilir. Başka bir gruba göre İse yaratıcı bir varlık heyûlâ-da arazları meydana getirmek suretiyle âlemi yaratmıştır {Tebşıratü’l-edille, 1,59, 76-77). Aynı ekolün müteahhir dönem âlimlerinden Beyâzîzâde Ahmed Efendi, heyûlâ ve suret nazariyesinin filozoflara ait tabiat felsefesinin ana unsurunu teş­kil ettiğini, kelâmcıların İse âlemin ezelîli-ği fikrine götüren bu görüşü reddederek onun yerine âlemin hadis olduğunu kanıt­lamaya daha elverişli gördükleri atomcu nazariyeyi benimsediklerini. Ebû Hanîfe’-nin de akaide dair risalelerinde buna işa­ret ettiğini kaydeder (İşâratü’l-merâm, s. 97-98).

Eş’ariyye âlimleri eserlerinde heyûlâ hakkında kapsamlı ve sistemli bilgiler vermişlerdir. Abdülkâhir el-Bağdâdî he-yûlâyı “arazları (suretleri) bulunmayan ve ezelî olan ilk maddî cevher” diye tanım­lar, bu görüşü benimseyenleri de Dehriy-ye içinde bir grup olarak kabul eder (üşû-lü’d-dîn, s. 55, 57). Gazzâlî, filozofların he­yûlâ telakkisini “âlemin yaratılmasından önce sadece bir imkândan ibaret bulunan aslî unsur” olarak Özetler (Tehâfiitü’l-fe-lâsife, s. 76). Heyulaya dair ayrıntılı bilgi veren Şehristânî’ye göre filozofların he-yûlâya ilişkin görüşlerini iki noktada top­lamak mümkündür. 1. Heyûlâ Allah, akıl ve nefsin yer aldığı ezelî ilkelerden biri­dir. Ezelde bütün suretlerden soyutlan­mış bulunan ve sadece suret kabul etme istidadından ibaret olan heyûlâ, ilk sure­tin meydana gelmesiyle üç boyutlu birle­şik bir cisme dönüşerek bilfiil var olmuş­tur. Bilfiil var olan bu ikinci heyulada sı­caklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk keyfi­yetlerinin gerçekleşmesiyle ateş, su, hava ve toprak meydana gelir ki bunlar üçün­cü heyulayı teşkil eder. Son olarak bun­lardan da arazları taşıyan birleşik varlık­lar doğar ve böylece maddenin bir kısmı diğerinin heyulasını oluşturur. 2. Heyûlâ aklî bir cevher olup suretlerden soyutlan­mış maddî bir cevherin fiilî varlığından söz edilemez. Zihnin dışında keyfiyetler ve suretlerden yoksun bulunan mutlak bir cevher yoktur. Çünkü heyulanın belir­li bir birleşme ve ayrılmadan soyutlanma­sı mümkünse de küllî mânadaki birleşme ve ayrılmadan soyutlandığını söylemek delilsiz bir iddiadan ibarettir. Bu da he-yûlânın fiilen suretlerden soyutlanama-yacağmı gösterir {Nihâyetü’l-ikdâm, s. 163-165). Şehristânî Aristo’nun heyulaya ilişkin görüşlerini de nakletmiş ve onu ci­simlerin kaynağını teşkil eden bir unsur olarak kabul ettiğini belirtmiştir (el-Milei, II, 126).

Fahreddin er-Râzî. bütün düşünürleri­nin her cismin aslını oluşturan heyulanın varlığını kabul ettiklerini, ancak mahiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürdükle­rini söyler. Râzfye göre kelâmcılar, heyû-lânın Allah’ın yarattığı cevherlerden iba­ret olduğunu savunurken bazı düşünürler uzay boşluğunda tek tek bulunan atomla­rın birleşerek cisimleri oluşturduğu, bazı düşünürler ise atomların birleşik bir du­rumda iken Allah tarafından parçalana­rak farklı özellikler taşıyan cisimler haline getirildiği görüşündedir. Kur’an’da bu gö­rüşü çağrıştıran bilgiler mevcuttur (el-Enbiyâ 21/30). Tevrat’ta da benzer ifade­ler yer alır [el-Metâlibü ‘l-‘âtlye, VI, 199-200). Müteahhir devir kelâmcılarından Seyyid Şerif el-Cürcânî, heyulanın felsefe geleneğinde kazandığı anlamlan dikkate alarak onu şöyle tanımlamıştır; “Heyûlâ. cismin mâruz kaldığı birleşme ve ayrılma­yı kabul eden, cismanî ve küllî (türe ait) suretlere mahal teşkil eden cevherdir” (efTaVf/âî, “heyûlâ” md.,Şerhu’l-Meuâ-ktf.s. 149).

Selefıyye’nin müteahhir devir âlimlerin­den Takıyyüddin İbn Teymiyye, fiiozofların heyulayı maddenin iki cevherinden bi­ri (diğeri suret] olarak gördüklerini ve ona “suretleri kabul eden mahal” anlamı ver­diklerini, bunun da isabetli bir tanımla­ma olduğunu kaydeder. Ona göre Eflâ­tun ve taraftarları küllî maddenin suret­lerden soyutlanmış şekline heyula demiş­ler, Aristo ise bunu reddetmiştir {Der’ü te’âruz, VII, 233-234).

Mu’tezile kaynaklarında heyula hakkın­da bilgi bulunmamakla birlikte Ebü’l-Mu-în en-Nesefî. Mu’tezile”nin adem ve ma’-dûm konusundaki görüşlerinin heyûlâ İle aynı şey olduğunu, hatta dinî açıdan da­ha çok sakıncalar taşıdığını söyler. Zira Mu’tezile âlimlerinden bazıları, ma’dû-mun yokluk halinde bile cevher olarak var olduğu ve varlıkların mutlak yokluktan yaratılamayacağı görüşünü ileri sürmüş­tür (Tebşıratü’l-ediüe, I, 14-11). Nesefî’-nin bu kanaatini Şehristânî de benimse­yip Mu’tezile için benzer ifadeler kullan­mıştır {Nihâyetü’l-ikdâm, s. 169).

Heyulaya dair bilgileri Aristo ile İslâm filozoflarının yanı sıra daha başka filozof­ların eserlerinden aslına uygun bir şekil­de nakleden kelâm âlimleri (Mâtürîdî, s. 147; Şehristânî, ei-Milel, II. 126), belirsiz veya suretleri kabul eden kuvve halinde bir cevher yahut imkân bile olsa, Allah’ın zâtı ve sıfatlarından başka ezelî hiçbir varlığın bulunmadığı gerekçesiyle bu te­oriye dayanan bütün felsefî görüşleri red­detmişlerdir. Kelâmcılarla Selef âlimleri­nin kanaatine göre heyûlâ nazariyesi akliy-yâta değil taklîdiyyâta dayanmaktadır (İbn Teymiyye, V, 136); kesin aklî deliller­den yoksun olup zandan, hatta hayalî bir­takım spekülasyonlardan ibarettir (Fah-reddin er-Râzî, VI, 214), ayrıca İslâm aka­idine de aykırıdır. Çünkü onlara göre kâi­nat imkân halindeki bir cevherden değil mutlak yokluktan (lâ min şey, lâ an şey) yaratılmıştır (Mâtürîdî, s. 142). Bununla uyuşan yaratılış felsefesi atomcu nazari­yedir. Allah kâinatı atomlardan (cevheM ferd, cüz lâ yetecezzâ) yaratmış, birkaç atomu birleştirerek ve onlarda değişik arazlar (nitelikler) yaratarak cisimleri meydana getirmiştir (Jbn Fûrek. s. 58, 91, 253-254]. Selef âlimleri ise hem atomcu nazariyeyi hem de heyûtâ teorisini red­detmişlerdir. Ancak İbn Teymiyye Allah’ın önce heyulayı, daha sonra ondan yeri ve gökleri yarattığı görüşündedir. Yani ona göre heyûlâ ezelî değil yaratılmıştır, kâi­natın aslını teşkil eden heyûlâ bir tür bu­hardır. Zira Kur’an”da, gökler ve yer bir­leşik bir halde iken Allah’ın onları ayırdığı ve göklerin bir duman (buhar) halinde ol-

duğu bildirilmiştir (el-Enbîyâ 21/30; Fus-sılet 41/11). Yaratılmış bir heyûlâ nazari­yesi bu bilgilerle örtüşür {Der’ü te’âruz, I, 123-125; VIII, 287-290). Kelâmcılarla Se­lef âlimlerinin heyûlâ nazariyesine dair eleştirilerini şöylece özetlemek mümkün­dür: 1. Kâinatın aslını teşkil eden ezelî bir heyulanın varlığını kabul etmek Al­lah’ın varlığını kanıtlamayı güçleştirir. Zi­ra Allah kavramı kâinatı yoktan yaratan bir varlığı ifade eder; söz konusu teoride­ki ezelî ve kâinatın kendisinden oluştu­ğu heyûlâ ise yaratıcı varlık yerine geçer (Mâtürîdî, s. 13, 147;Gazzâ!î, s. 141; Şeh­ristânî, Nihâyetü’l-ikdam,s. 10-11) Bun­dan dolayı Mâtürîdî, “Bizim Allah dediği­mize onlar heyûlâ adını vermişlerdir” der {Kitâbü’t-Teühîd.s. 13, 148]. 2. Tanımı ge­reği kadîm başkasına bağlı olmaz, tesir altında kalmaz ve değişikliğe uğramaz. Şu halde heyulayı hem kadîm kabul et­mek hem de onun değişikliğe uğradığını söylemek çelişkilidir (Mâtürîdî, s. 13; Ne-sefî, i, 72-77; İbn Teymiyye, I, 122-123; 111, 69-70; Viıı. 346). 3. “Her mahlûk mutlaka bir asıldan (mevcuttan) yaratılır, her hadi­sin ihdas edildiği bir aslî kaynağa ihtiyacı vardır, zira duyular âleminde hâkim olan mekanizma budur, bunun aksini iddia et­mek mâkul değildir” denilmek suretiyle kuvve halinde var olan bir heyulanın bu­lunması gerektiğini ileri sürmek tutarlı olamaz. Çünkü bu takdirde varlık alanı sa­dece duyularla algılanabilen madde âle­mine indirgenmiş olur. Meselâ bilgiler du­yularla algılanmaz. Bundan başka kâina­tın nasıl yaratıldığı müşahede edilmedi­ğinden onun “lâ şey”den değil “şey”den yaratıldığını iddia etmek için tahminle­rin ve spekülasyonların ötesinde yeterli bir kanıt yoktur. Ayrıca duyular âleminde her hadisin aslî bir kaynaktan meydana geldiği iddiası da doğru değildir; nitekim cevherlerde bulunan arazların yokluktan ortaya çıktığı duyularla müşahede edil­mektedir. İnsanın fiilleri de yokluktan meydana gelmektedir. Bu da bir şeyin mutlaka bir şeyden yaratılmasının zaruri olmadığını gösterir (Mâtürîdî, s. 15, 142; Bağdadî, s. 58-59; Nesefî, I, 74]. 4. Heyû-lânın imkândan ibaret bir cevher olarak kabul edilmek suretiyle de ezelîliğine hük-medilemez. Çünkü kâinat Allah tarafın­dan icat edildiğine göre heyuladaki im­kân da ancak icat edene atfedilmelidir (Âmidî, s. 274]. 5. Bütün arazlardan veya suretlerden soyutlanmış bir cevher ta­savvur etmek mümkün görülmemekte­dir. Zira heyûlâ tek bir cevher ise ve daha sonra parçalara ayrılarak ondan kâinat meydana gelmişse birleşme arazından yoksun değil demektir. Çünkü bir cevhe­rin parçalanmadan birçok cevher haline gelmesi imkânsızdır. Eğer tek bir cevher olan heyûlâ parçalanmadan kâinatın mey­dana gelmesini sağlamışsa bu da imkân­sızdır. Zira suretleri kabul etmesi cevher­lerini çoğaltmaz (Bağdadî, s. 57-58; Cür-cânî.Şerhu’t-Meuâktf.s. 369-370).

Netice itibariyle kelâm âlimleri, kâina­tın ezelîliği ve buna bağlı olarak Allah’ın varlığı ile sıfatlarının yetkinliğini tartış­malı hale getirdiğini düşünerek sadece Aristocu anlayışı değil her türlü heyûlâ teorisini İslâm akaidine aykırı bulup red­detmişlerdir. Zira heyulanın kâinatın bil­fiil aslî unsurunu teşkil ettiğini kabul edenler de vardır (Mâtürîdî, s. 30). İslâm filozofları, her ne kadar Aristo tarafından varlığın zorunlu maddî sebebi olarak ta­nımlanan ve asla hadis olamayacağı be­lirtilen (Weber, s. 71-72) heyulayı maddî olmayan imkân ilkesi durumundaki bir cevher haline dönüştürerek yumuşatma­ya çalışmışlarsa da kelâm âlimleri bunu dahi Allah’ın yaratıcılığını, dolayısıyla yet­kinliğini zedeleyici ve sınırlayıcı bir düşün­ce kabul etmişlerdir. Çünkü yoktan yara­tabilen bir yaratıcının vardan yaratabilen yaratıcıdan daha yetkin olduğu şüphe gö­türmeyen bir husustur. Allah’ın vardan yarattığı kabul edildiği takdirde O’na bir nevi acz nisbet edildiği gibi O’nun fiilleri de yaratıkların fiillerine benzetilmiş olur. Bunun kabul edilmesi ise mümkün de­ğildir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski