Hücre (Türk-İslam Mimarisinde) Özellikleri, Hakkında Bilgi

Türk-İslâm mimarisinde çeşitli yapı türlerinde mevcut küçük boyutlu yaşama birimi.

Arapça’da “küçük ve dar oda” anlamı­na gelen kelimeOsmanlı Türkçesi’nde höere olarak da telaffuz edilmiştir. Daha ziyade Türk-İslâm mimarisinde kullanı­lan bu terim, bir veya birkaç kişinin barı­nabileceği küçük yaşama birimlerini ifa­de eder. Diğer İslâm ülkelerinde aynı tür­de birimler başka şekilde adlandırılmak­ta, meselâ Mısır’da medrese hücreleri­ne beyt, tarikat yapılarındaki hücrelere beyt veyahîlve (halvet) denilmektedir. Buradan hareketle halvet yahut halvethâ-ne için az da olsa hücre teriminin kullanıl­dığı görülmüştür. Ayrıca duvar veya paye­lerin içine oyulmuş bir nevi dolap da hüc­re olarak adlandırılmıştır.

Türk-İslâm mimarisinde hücre terimi­nin en yaygın biçimde kullanıldığı yapı tür­leri medrese ve tekkelerdir. Anadolu’da XIV. yüzyıldan önceki Dânişmendli, Artuk-lu ve Selçuklu medreselerinde talebe hüc­releri üstü açık veya kubbeyle örtülü avlu­nun çevresinde sıralanmakta, genellikle dikdörtgen planlı olan bu birimlerin en­leri 2-3,50 m., boyları da 3-4,50 m. dola­yında bulunmaktadır. Büyük çoğunluğu sivri beşik tonozlarla örtülmüş, birer do­lap nişi (hücre) ve ocakla donatılmıştır. Ka­pılar daima avluya açılmaktadır. Örnekle­rin bir kısmında muhtemelen emniyet tedbiri olarak dış duvarlar sağır bırakılmış veya mazgal pencerelerle donatılmış, ba-zan da tonozun merkezine delikler aça­rak mekânı tepeden aydınlatma ve hava­landırma yoluna gidilmiştir. Ancak hücrelerin sokak kotuna göre yüksekte kal­ması veya dış duvarların güvenliği sağlan­mış bir ortama açılması halinde nisbeten geniş pencerelere yer verilmektedir. Ay­nı dönemlerin medreselere göre çok daha az örneği günümüze gelebilmiş tarikat yapılarındaki derviş hücreleri de konum, boyut ve tasarım açısından medrese hücreleriyle aynı özellikleri paylaşır.

Anadolu’da Selçuklu Devleti’nin çökü­şünden sonra XIV. yüzyılda Osmanlılar dışındaki beylikler Selçuklu medrese tasa­rımına büyük ölçüde sadık kalmışlar, tale­be hücrelerinin düzenini pek değiştirme­mişlerdir. Aynı şey. Doğu Anadolu’da XV. yüzyıla ve XVI. yüzyıl başlarına ait Ak-koyunlu medreselerinin hücreleri için de söylenebilir. Ancak özgün mimarisiyle günümüze ulaşabilmiş en eski Osmanlı eğitim yapısı olan İznik’teki Süleyman Pa­şa Medresesi 1331 -1354 arası, Anadolu Türk mimarisinde bu yapı türünün geli­şiminde yeni bir çığır açmış ve Osmanlı medreselerinin prototipi olmuştur. Bu ya­pının getirdiği en önemli yenilik, tipik bir Osmanlı medresesinin “alâmet-i farika”sı olan kare planlı ve kubbeli talebe hüc­releridir. Ayrıca bu hücrelerde görülen ve daha sonraki Osmanlı medreselerinde sürdürülecek olan diğer bir yenilik, söz konusu mekânların dışarıya açılan altlı üstlü iki pencereyle donatılarak bol ışığa kavuşturulmuş olmasıdır.

Diğer taraftan Karaman’da, I. Murad Hudâvendigâr’ın kızı ve I. Alâeddin Ali Bey’in eşi Nefise Sultan’ın 1382’de yap­tırdığı Hatuniye Medresesi, Karamanoğlu mimarisinde ilk ve son olarak görülen ka­re planlı ve kubbeli hücreleriyle erken Os­manlı mimarisinin etkisini yansıtır. Orhan Gazi döneminden XVIII. yüzyıl sonlarına kadar, erken döneme ait bazı istisnalar dı­şında Osmanlı medreselerindeki talebe hücrelerinin büyük çoğunluğu İznik Sü­leyman Paşa Medresesi’nde gözlenen dü­zeni devam ettirmiştir. Ancak örneklerin çoğunda dışa açılan pencerelerin yanı sı­ra avluya açılan birer pencere de tasarlan­mış olması bir farklılık teşkil eder.

Osmanlı dönemi tarikat yapılan içinde, açık avlulu ve revaklı medreselerin şema­sını tekrar eden örneklerde avluyu kuşa­tan derviş hücreleri de Osmanlı medrese­lerindeki talebe hücrelerinin benzeridir. Ancak bu mekânlar arasında, medrese hayatıyla tasavvufî hayatın özündeki fark­lılıktan kaynaklanması muhtemel olan önemli bir fark göze çarpar. Osmanlı med­reselerinin büyük çoğunluğunda talebe hücreleri dışa açılan pencerelerle donatıl­mışken medrese şeması arzeden tekke-lerdeki derviş hücreleri dışa kapalı olarak tasarlanmıştır. Koca Sinan’ın tasarladığı İstanbul Üsküdar’da Atik Valide Sultan Külliyesi’ndeki tekke ile (1579) İstanbul Kadırga’da Sokullu Mehmed Paşa Külli­yesi’ndeki tekke ( 1573-1574’ten az sonra) bu anlayışa örnek gösterilebilir.

Malzemesinin dayanıksızlığından ötürü hemen hiçbirisi XIX. yüzyıldan geriye gitmeyen ahşap tarikat yapılarında ise aynı döneme ait ahşap konutlarla büyük bir kaynaşma görülür. Bu arada geniş prog­ramlı kuruluşların bazılarında bağımsız bir yapı oluşturan, fakat çoğunlukla se­lâmlık kanadının bünyesinde yer alan der­viş hücreleri de gerek boyutları gerekse iç düzenleri bakımından geç dönem Os­manlı konutlarındaki odalardan pek fark­lı değildir. Gençliğinde İstanbul Eyüp’teki Bahariye Mevlevîhânesi’nde (1877) ”hüc­renişin” olan Abdülbaki Gölpınarlı özgün mefruşatıyla donatılmış bir mevlevîhâne hücresini şöyle tarif eder: “Hücre kapısın­dan, dar bir giriş yerine girilirdi ki burda, ayakkabıları koymağa yarayan ve dıvara çakılmış raf da bulunurdu. Asıl hücreye bu giriş yerinden iki, yahut bir basamakla çıkılırdı. Hücreye girilince, sol tarafta ve kapı karşısında dedenin oturduğu yer, ya­nında kahve ocağı, arkasında, gerekli şey­leri koymaya yarayan dolap, odanın karşı­sında boylu boyunca bir kerevet bulunur­du. Kerevetin üstündeki mindere züvvâr. yâni ziyaretçiler, müsâfirler otururlardı. Kerevetin üst tarafında, dıvarda lamba konacak yer ve lamba, yahut mum şam­danı, karşı dıvarda yatak konan bir büyük dolap, bir tarafta da Kur’ân-ı Kerîm ve bâ­zı kitapların konmasına yarayan bir raf bulunur, bu raf yoksa, kenara konmuş bir rahle, bu işi görürdü. Hücreye kilim döşenirdi ve bütün müştemelât anlat­tıklarımızdan ibaretti.

Hücre terimi tarikat ehli arasında en çok Mevleviler tarafından kullanılmış, bundan da yeni terim ve tabirler türetil­miştir. Mevlevîhânelerdeki hücrelerde ika­met eden dedelere “hücrenişin” denirdi. Bin bir günlük çilesini başarıyla dolduran ve dede payesini kazanan “çilekeş can­ların kendilerine tahsis edilen hücreye geçişine “hücreye çıkmak” tabir edilir, bu vesileyle düzenlenen törende çekilen özel gülbank “hücre gülbangi” olarak adlan­dırılırdı. Hücreye çıktıktan sonra üç gün halvete giren hücrenişin, bitiminde mey­dancı dede tarafından “hücre küşâdı” de­nilen bir törenin ardından rnevlevîhânedeki gündelik hayata katılırdı. Bu arada bir veya iki kişinin oturup yatabileceği kü­çük odaları tanımlayan “hücre-i dervişa­ne” (hücre-i fakîrâne) tabiri de tarikat ter­minolojisinden halk diline geçmiş olma­lıdır.

Osmanlı döneminde medreselerin ve tarikat yapılarının yanı sıra kervansaray ve han gibi konaklama yapılarında da kü­çük yaşama birimleri hücre olarak adlan­dırılmış, ayrıca bu terim hayır eserlerine gelir sağlamak amacıyla kiraya verilen odalar için de kullanılmıştır. Hücreler bir kapıya sahip olduklarından sayıları “bab” terimiyle ifade edilmektedir. 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defte­ri’rvie teşhis edilen birçok örnek arasın­da, 884 Saferinin ortalarında (Mayıs 1479 başları) tescil edilmiş Çakır Ağa vakfına bağlı “kârbânsaray höcerât 62 bâb”. 901 Cemâziyelevvelinin başlarına (Ocak 1496 ortaları) ait Hâce Pîrî vakfına bağlı “kâr­bânsaray maa hacerât 40 bâb”, Abdüsselâm Bey vakfının gayri menkulleri ara­sında geçen iki adet “hân-ı höcerât-ı fevkâniyye ve tahtâniyye” kayıtları zikredile­bilir. Aynı kaynakta, İstanbul’un hemen her yerinde tahtânî ve fevkani konumda pek çok bağımsız vakıf hücrenin de kaydı bulunmaktadır.

Öte yandan bütün yapı türlerinde du­varlarda veya payelerde çok defa içine şamdan, kitap vb. şeylerin konulması için. bazan da süsleme amacıyla tasarlanan nişlere Osmanlı devrinde hücre denil­mekteydi. Batılılaşma dönemi Osmanlı sivil mimarisinde “şerbetlik” adı verilen nişlerin köşeleri genellikle düşey bir dizi oluşturacak şekilde hücrelerle donatılır­dı. Ayrıca hapishanelerde tutukluların barındığı mekânlara da hücre denilmiş­tir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski