Türk edebiyatında hüsn-i ta’lîl, Arap belagatına göre fazla ayrıntılı olmayıp daha yalın bir söz sanatıdır ve belagatın bedî bahsinde yer alır. Bu sanata “hüsn-i tevcih” de denilir. Edebî sanatları psikolojik temellere dayandırarak yeni bir tasnif denemesi yapan Ali Nihad Tarlan, hüsn-i ta’lîli heyecana bağlı ve doğrudan doğruya heyecan mahsulü sanatlar arasında göstermiştir.
Şiir sanatının hayale verdiği önem itibariyle hüsn-i ta’lîl, bir olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılmasını sağlar. Şairin, olup bitenleri hakikî ve mantıkî sebeplerden başka ruha cazip gelen hayalî sebeplere bağlaması yahut aklî verileri örtüp onun yerine gönlündeki özlemleri ön plana çıkarması ifadeyi güçlendirir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, hayatı ve dış dünyayı kendisine nasıl geliyorsa öyle algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta’lîle başvurur. Şiirde ise şairin ümitsizlikleri, karamsarlıkları, üzüntü veya kuruntuları kadar ümitleri, tesellileri, mutlulukları, idealleri veya sevinçleri de belli bir heyecanın mahsulü olarak hüsn-i ta’lîl yoluyla kolayca anlatılabilir. Özellikle kendisi için eşyada bir manevî mesaj yahut derin hakikatler aramaya meyilli şairlerde hüsn-i ta’lîle sık rastlanır. Bu şairlere göre yağmurun yağışı semanın kendisi için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe benzeyen sevgiliyi anıp hasretle göz yaşı dökmesine, şarabın kırmızı oluşu güzellerin dudağın-daki rengi görünce kendinden utanıp kızarmasına, miskin siyahlığı yüzünün karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boyluyu seyretme arzusuna bağlı tecellîler olarak algılanabilir. Bu bakımdan Arap, Fars ve Türk belagatlarında önemli bir edebî sanat kabul edilen hüsn-i ta’lîl sebepten ziyade sonuçla ilgili bir anlam zenginliğine sahiptir ve genellikle ilk mısra-da anlatılan olay, İkinci mısrada alışılmışın dışında bir sebeple izah edilmek suretiyle gerçekleştirilir. Böylece zikredilen gerçek dışı sebep, sözü edilen oluşuma uygun analojik bir sonuç doğurarak muhatabı hızla aynı hissî mantık silsilesi içine çekip hayrete düşürür, öne sürdüğü sebeplerin hale uygunluğuna inanan bir sanatçının bilinen şeyleri bilinmeyen sebeplerle açıklama yolunu denediği hüsn-i ta’lîlin başarısı muhatapta uyandırdığı heyecanla ölçülür. Meselâ Fuzûlî “Su Ka-sidesfndeki, “Hâk-i pâyineyetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su” beytinde suyun (Dicle ırmağı) gürül gürül akışını, Hz. Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için hasretle başını taştan taşa vurarak ilerlemesi şeklinde göstermektedir. Necati’nin, “Lâle-hadier yine gülşende neler etmediler Servi yürütmediler goncayı söyletmediler beytinde de lâle yanaklı güzellerin gül bahçesine girmesiyle servinin olduğu yerde çakılıp kaldığı, goncanın da dilinin tutulduğu ifade edilmektedir. Gerçekte servi zaten yerde sabit durmakta, goncanın da söz söyleme gibi bir özelliği bulunmamaktadır. Necâtî Bey bu gerçek sebeplere şairane bir üslûpla biri sevgilinin boyunu, diğeri de dudağını görmekle kendilerinden geçip bu özelliklerini yitirdikleri şeklinde bir yorum ve izah getirmektedir.
Hüsn-i ta’lîl, gerçek sebebi maksatlı olarak bilmezlikten gelerek (tecâhül-i arif) onun yerine başkasını koymak bakımından teşbih sanatlarına benzer. Ancak teşbihin unsurlarını müşahhas varlıklar oluştururken hüsn-i ta’lîlde müşahhas varlıklar mücerred duygu ve hayallerle izah edilir.
Belagat kitaplarının bir kısmı, hüsn-i ta’lîli sebebin yahut ispatın mümkün olup olmaması yönünden alt bahislere ayırmışlardır. Gösterilen sebebin kati olmaması halinde şibh-i hüsn-i ta’lîl (yan hüsn-i ta’lîl) ortaya çıkar. Bu durumda ifadede “galiba, sanki, âdeta, meğer” gibi zan bildiren bir kelime yer alır. “Bâriş-i baran müsadif düştü hicran şanına Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryan sehâb” beytinde şairin yağmurun yağmasını kendi haline ağlamak şeklinde gösterirken “sandım” diyerek şüphesini bildirmesi hüsn-i ta’lîli yarıya indirmektedir.
Hüsn-i ta’lîl klasik Türk şiirinde sıkça kullanılmıştır. Ancak şairler, sanat gösterme gayretinden ziyade tabii olarak zihinlerine geliveren ifadelerdeki hüsn-i ta’lîli tercih etmişler, hatta zarif insanlar da konuşmaları arasında sık sık bu sanattan faydalanarak nükteler yapmışlardır. İki büklüm olup güçlükle yürüyen bir ihtiyarın, “Böyle ne yapıyorsunuz?” sorusuna “Yitirdiğim gençliğimi arıyorum” cevabını vermesi, yahut kahvenin yasaklandığı bir dönemde kahve kavurmakla meşgul bir tiryakiye zaptiyenin, “Ne yapıyorsun?” demesi üzerine biraz fazla kavrulmuş olan kahveyi göstererek, “Bunu yakıyorum” demesi gibi.
TDV İslâm Ansiklopedisi