Hutbe Nedir, Ne Demek, Tarihi, Nerede, Ne Zaman Okunur, Hakkında Bilgi

Hutbe. Cuma ve bayram namazları başta olmak üzere bazı ibadet ve merasimlerin icrası esnasında topluluğa hitaben yapılan konuşma.

Sözlükte “bir topluluk karşısında yapı­lan etkileyici konuşma” anlamına gelen hutbe, dinî literatürde başta cuma ve bayram namazları olmak üzere belirli iba­detlerin icrası esnasında irat edilen, ge­nelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip (hatîb) denir. Câhiliye devri Arap toplumunda çok yaygın olan bu konuşma sanatı, İslâm döneminde de bir yandan sosyal hayatın bir parçası ve edebî sanat­ların bir türü olarak devam etmiş (bk. Hitabet) öte yandan dinî bir muhteva ka­zanarak bazı ibadetlerin şekil şartı veya tamamlayıcı unsuru olmuştur.

Hutbe kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de geç­memekle birlikte hem sözlük hem terim anlamıyla birçok hadiste yer almış, Hz. Peygamber’in hutbelerinden çeşitli ör­nekler zamanımıza ulaşmıştır. Fıkıh âlim­leri, “Ey iman edenler! Cuma günü na­maz için ezan okunduğu zaman Allah’ı zikretmeye koşun (Cum’a 62/9) me­alindeki âyette geçen “Allah’ı zikir”den maksadın hutbe olduğunu belirtip Resûl-i Ekrem’in hutbesiz cuma namazı kıl­dırmamasını ve, “Namazı benim nasıl kıldığımı görüyorsanız öyle kılın emrini dikkate alarak cuma hutbesinin farz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Fakihler, cuma hutbesinin rükün ve şartlarının nelerden ibaret olduğu husu­sunda kısmen farklı görüşlere sahiptir. Ebû Hanîfe’ye göre hutbenin rüknü Al­lah’a hamd, O’nu tehlil ve teşbih etmek­tir; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre bu­nun hutbe olarak adlandırılacak ölçüde uzun olması gerekir. Mâlikîler’in koyduğu “Arap örfünde hutbe sayılması” ölçüsü de bu görüşle paralellik arzeder. Şâfiîler ise hutbenin Allah’a hamd, Peygamber’e salavat, takvaya davet (nasihat ve irşad), ikin­ci hutbede müminlere dua, iki hutbeden birinde tek başına anlam bütünlüğü olan bir âyet okuma şeklinde beş rüknünün bulunduğunu söylemişlerdir. Hanbelîler, Şâfiîler tarafından belirtilen rükünleri ikinci hutbede müminlere dua etme rük­nü hariç kabul etmişler, ancak bazı Hanbelî fakihleri iki hutbenin ve hutbeden sonra kılınan cuma namazının arasında fasıla bulunmamasını, ayrıca cuma için gerekli olan sayıdaki cemaatin duyabile­ceği kadar yüksek sesle okunmasını da rükün olarak saymışlardır. Bu iki husus diğer fakihler tarafından hutbenin rüknü değil şartı kabul edilmiştir.

Cuma hutbesinin sahih olabilmesi için cuma vaktinde ve namazdan önce okun­ması, hutbeyi dinleyen belirli miktarda bir cemaatin bulunması, hutbeye niyet edilmesi, hutbenin rükünlerinin Arapça okunması gibi şartlar aranmıştır. Hutbe için gerekli cemaat Hanefîler’e göre en az bir, Mâlikîler’e göre on iki, Şafiî ve Hanbelîler’e göre ise kırk kişiden oluşur. Cuma namazında ise Hanefîler cemaat olarak en az üç kişinin varlığını şart koşarken diğer mezhepler hutbe ile namaz arasında bir fark gözetmemişlerdir. Hutbede niyet yalnız Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre şart olup diğer iki mezhep bunu gerekli görmemiştir. Hutbenin Arapça okunma­sı, Hanefîler’den Ebû Yûsuf ile Muham-med’in de dahil olduğu çoğunluğa göre şarttır. Ebû Hanîfe ile diğer Hanefî fakih­leri ise bu görüşe katılmamış ve hutbe­nin Arapça’dan başka bir dille de okunma­sının sahih olacağını söylemişlerdir. Hut­benin Arapça okunmasını şart kabul eden Hanbelîler’e göre hatip Arapça bilmiyor­sa başka dilde de okuyabilir. Şafiî âlimleri de hutbenin rükünleri Arapça olmak kay­dıyla başka dilde ayrıca vaaz ve irşadda bulunulmasında bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Hutbede Arapça okuma şartı, esasen Kur’ân-ı Kerîm ile hamdele ve salvele gibi şekilleri sünnetle belirle­nen dua ve zikirlerle ilgili bulunduğu gibi, hutbenin asıl amacı cemaati dinî konular­da aydınlatmak olduğundan öğüt kısmı­nın her toplumun kendi dilinde okunma­sı tabiidir.

Hutbenin minberden okunması ve ha­tibin hutbeye başlamadan önce bir süre oturması, abdestli olması (Şâfiîler’e gö­re şarttır) cemaate dönmesi ve minbere oturduğu zaman huzurunda ezan okun­ması hutbenin sünnetleri arasında yer alır. Saîd b. Yezîd’in rivayetine göre cuma günü ilk ezan, Hz. Peygamber ile ilk İki halife devrinde imam minbere oturduğu vakit okunurdu. Hz. Osman’ın hilâfeti dö­neminde Medine nüfusunun artması üze­rine günümüzde minarelerde okunan dış ezan ilâve edilmiştir. Hatibin sesini yükseltmesi, hutbenin uzatılmaması, ikinci hutbenin daha kısa tutulması da hutbenin sünnetlerindendir. Resûl-i Ekrem namazın uzun. hutbe­nin kısa tutulmasını emretmiştir. Hz. Peygamber’in hutbe okurken asâ veya yay gibi bir nesneye da­yandığı rivayet edildiği için hatibin bu tür şeylerden birine dayanmasının sün­net olduğu fakihlerin çoğunluğu tarafın­dan kaydedilmişse de Hanefî âlimleri, yalnız savaş yoluyla fethedilen ülkelerde İslâm’ın gücüne imada bulunmak üzere kılıca dayanılarak hutbe okunmasını uy­gun görmüşlerdir.

Hutbe sırasında zaruret olmadıkça ko­nuşmak Hanefî ve Şâfıî mezheplerine gö­re mekruh, Hanbelîler ve Mâlikîler’e göre haramdır. Hanefî ve Mâlikîler’e göre na­maz kılmak da böyledir. Şâfıî ve Hanbelî­ler’e göre ise bu durumda yalnız tahiyyetü’l-mescid namazı kılınabilir.

Ramazan ve kurban bayramlarında okunan hutbeler sünnettir. Bunlar cuma hutbesinden farklı olarak namazdan son­ra okunur ve hutbeye tekbir getirilerek başlanır. İlk hutbenin dokuz, ikinci hutbe­nin yedi tekbirle başlaması müstehaptır. Hac ibadetinin ifası esnasında okunan hutbeler de sünnet olup Şâfiîler’e göre dört, diğer mezheplere göre üç defa icra edilir. Birinci hutbe zilhicce ayının 7. günü Kabe’nin yanında öğle namazından son­ra, ikincisi arefe günü Arafat’ta cem” ile kılınacak namazdan önce. üçüncüsü bay­ram günü Mina’da, dördüncü hutbe ise ikinci gün yine Mina’da okunur. Birinci ve üçüncü hutbede hatip oturmayıp konuş­masını tek hutbe halinde yapar. Bu hut­belerin hepsinde hac menâsikiyle ilgili bil­giler verilir. Fakihlerin çoğunluğuna göre yağmur duası münasebetiyle kılınacak namazdan sonra hutbe okumak mendup-tur. Ebû Hanîfe ise bu esnada hem nama­zın cemaatle kılınmayacağı hem de hut­be okunmayacağı görüşündedir. Öte yan­dan Şafiî fakihleri, güneş tutulması sıra­sında kılınacak namazdan sonra da cu­ma hutbesi gibi iki hutbe okunmasının mendup olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamber’in başta cuma ve bay­ram namazları olmak üzere çeşitli vesile­lerle İrad ettiği hutbeler muhtelif hadis kaynaklarında yer aldığı gibi bu alanda erken dönemlerden itibaren müs­takil eserler de yazılmıştır. Resûl-i Ekrem’in genel olarak irşad metodu, hutbeleri ve sözlü tavsiyelerinin incelenmesinden an­laşıldığına göre başarılı bir hatipte her şeyden önce sağlam bilgi, samimiyet, şevk ve heyecan bulunma­sı gerekmektedir. Hatibin ayrıca giyim ku­şamının düzgün olması, güzel konuşma­sı ve cemaatle iletişim kurabilecek bir ol­gunluğa sahip bulunması da güven telkin edip başarılı olmasının vazgeçilmez şartlarındandır. Hz. Peygamber’in hutbeleri­nin maddî ve manevî hayatın ihtiyaçlarıy­la yakından ilgili, ferdî veya içtimaî prob­lemlerin çözümüne yönelik olduğu bilin­mektedir. Ayrıca hutbelerini kısa tuttuğu ve bunu tavsiye ettiği de rivayet edilmek­tedir. Toplu­mun beklenti ve ihtiyaçlarına cevap vere­cek nitelikte olması gereken hutbelerde cami dışında bulunan kişi ve grupların eleştirisi yerine bizzat hitap edilen cema­atin ihtiyaçlarının göz önünde bulundu­rulması, İslâmiyet’in öngördüğü şekilde birlik ve beraberliğe özendirici konuşma­ların yapılması, gerek Kur’ân-ı Kerîm’in gerekse sünnetin genel irşad yönteminin zaruri kıldığı bir davranıştır. Hutbelerde zaman zaman kötü hareketlerin sebep olacağı felâketlerin hatırlatılması nebevi irşad yöntemlerinden biri olmakla birlikte Kur’an’da ilâhî rahmetin her şeyi kuşattığına (A’râf 7/156) ve son peygam­berin bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiğine (Enbiyâ 21/107) dikkat çe­kilmesi müjdeleyici, iyimser, ümit verici, barışçı ve hoşgörülü bir üslûp kullanma­nın korkutucu, ümit kırıcı, sert bir üslûp­tan daha yapıcı olduğunu göstermekte­dir. Âl-i İmrân sûresinin. Ey Peygam­ber! Allah’tan bir rahmet olarak sen on­lara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet ve bağışlanmalan için dua et” (3/159) mealindeki âyeti, Kur’an ve Sünnet’in öngördüğü ir­şad faaliyetlerinde takip edilecek yöntem­le ilgili kuralların bir özeti sayılabilir.

Resûl-i Ekrem’den sonra hutbe dinî fonksiyonu yanında siyasî hâkimiyetin sembolü olarak da önem kazanmıştır. Hz. Ebû Bekir halife seçildiği zaman takip edeceği siyasetin temel prensiplerini açık­layıcı mahiyette veciz bir hitabede bulunmuş diğer üç halife de bu geleneği sürdürmüştür. Valiler de göreve başladıklarında benzer konuşma­lar yaparlardı. Öte yandan ilk zamanlar­da cuma hutbesini halife okur, namazı da o kıldırırdı. Daha sonra hutbe ve namaz için görevliler tayin edilmeye, hutbe sıra­sında hâkimiyet ve istiklâlin sembolü ola­rak halifenin ve sultanın ismi zikredilme­ye başlandı.

İbn Haldun’un kaydettiğine göre hali­fe adına ilk hutbe okuyan kişi Hz. Ali’nin Basra valisi Abdullah b. Abbas’tır. Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında orta­ya çıkan anlaşmazlık sırasında Hz. Ali’nin adının hutbede okunması onun hilâfeti­nin bir alâmeti sayılmış, halkın da sükût ederek dinlemesi kendisine biat olarak kabul edilmiştir. Muhtemelen Muâviye de bu uygulamayı sürdürmüştür. Ancak halifenin göreve başlarken hutbe irat etmesi âdetinin Emevîler devrinde ne ölçüde korunduğu kesin olarak bilinmemektedir.

Abbasîler döneminde İslâm toprakla­rının genişlemesi, devlet teşkilâtında Sâsânî menşeli geleneklerin etkili olması ve resmî meşguliyetlerin artması, halifelerin halktan uzak kalmalarına ve dolayısıyla cuma namazını bizzat kıldırma geleneği­ni terketmelerine yol açtı. Bunun yerine bir din âlimi hatip olarak tayin edildi ve Abbasî devri boyunca hutbede halife adı­nın anılarak kendisine dua edilmesi hilâ­fetin sembolü oldu. Bir halife başa geçtik­ten sonra hilâfet merkezinde ve ülkenin diğer yerlerinde adına hutbe okutur, ilk hutbede maiyetiyle birlikte camiye gide­rek hatibe hil’at giydirir ve mükâfat verir­di. Özellikle camide veya sarayda halktan biat alma âdeti terkedilince umumi bia­tin yerini alan hutbenin önemi daha da arttı. Hutbede bir kimsenin adının halife olarak anılmasına halkın tepki gösterme­mesi bir onay kabul edilirdi. İkinci hut­bede halifenin İsim ve lakabı zikredilerek dua edilir zaman zaman da halife ve sultanlar övgü dolu uzun lakap ve vasıflarla anılırdı. Kur’an ve Sünnet’e bağlılığıyla tanınan Nûreddin Mahmud Zengî, hatiplere gönderdiği bir fermanda kendisinin hutbede lâyık olmadığı va­sıflarla anılmamasını, hatiplerin övgüde aşırı gitmemesini emrederek kendi be­lirlediği sade dua cümlelerinin okunma­sını istemiştir.

İslâm devletlerinde bir hükümdarın meşruiyet kazanması onun saltanatının halife tarafından tasdik edilmesiyle müm­kün olurdu. Bunun ilk şartı da hükümda­rın kendi ülkesinde halife adına hutbe okutmasıydı. Doğu İslâm dünyasında ge­nellikle Abbasî, zaman zaman da Fatımî halifeleri adına hutbe okunmuştur. Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu hükümdarları da Sünnîler’in hâmisi sıfatıyla birkaç istis­na dışında Abbasî halifeleri adına hutbe okutmuşlardır. İslâm tarihi boyunca bazı kadın hükümdar ve yöneticilerin de ken­di adlarına hutbe okuttukları bilinmekte­dir. Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin’in hanımı olup Mısır’da Mem­luk tahtına geçen Şecerüddür, Kutluğ-hanlılar Hükümdarı Türkân Hatun. İlhanlılar’dan Olcaytu Han’ın kızı Satı Bey Ha­tun ve Celâyirl iler’den Döndü Hatun bun­lardan bazılarıdır.

Siyasî bakımdan hutbenin bir önemi de halife ile sultan veya eyalet valileri ve ma­hallî hanedanlar arasındaki güç dengesi­nin bir işareti olmasında ortaya çıkmak­tadır. Horasan valisi ve Tahinler haneda­nının kurucusu Tâhir b. Hüseyin, bağım­sızlık işareti olarak Halife Me’mûn’un ye­rine hutbede kendi adını okutup eyalet valileri içinde bu uygulamayı başlatan ilk kişi olmuştur (207/822). Saffârî Emîri Amr b. Leys. bazı yetkilerinin elinden alınması üzerine (276/889) Abbasî hanedanının ön­de gelen simalarından Muvaffak’ın adını hutbelerden kaldırdı. Halife Râzî-Bİllâh’ın emîrü’l-ümerâlığa getirdiği (324/936) Bas­ra ve Vâsıt Valisi İbn Râik ile Bağdat Sâhibüşşurtası Muhammed b. Yakut’un adla­rının hutbede kendi adından sonra okun­masına müsaade etmesi bir başka örnek­tir. Hamdânîler’den Nâsırüddevle’nin is­mi ve lakabı cuma hutbelerinde zikredil­di. Ancak bu bir kural halini almadı. Halifelerin güçlerinin zayıflaması ve hükümdarlıkları tanınan bazı müsta­kil yöneticilerin adlarının halifenin adıyla birlikte anılmaya başlanması diğer taşra hanedanları için bir problem teşkil etti. Bir halifeyi tanıma, hutbede adı onunla birlikte anılan taşra yöneticisinin üstün­lüğünü de kabul etme anlamına geldiğin­den bazan halifeyi de tanımama yoluna gidildi. Meselâ Sâmânîler, Büveyhîler’in üstünlüğünü kabul etmiş olmamak için Mutî’-Lillâh’ın (946-974) halifeliğini tanımadılar. Ancak kendi yönetimlerini meş­rulaştırmak amacıyla onların hal’ettiği Müstekfî-Billâh’a biatlarını sürdürdüler; hatta ölümünden sonra bile adını hutbe­de anmaya devam ettiler.

Büveyhîler devrinde görüldüğü üzere siyasî alandaki güçlerine bağlı olarak hut­bede bazan halifenin adıyla birlikte taşra­daki bir hanedanın hükümdarı, onun nâib veya önemli bir valisi yahut başka bir ha­nedanın hükümdarının adı da anılıyordu. Büveyhî Hükümdarı Adudüddevle (978-983), hutbede halifeden sonra kendi adı­nı zikrettirmekle yetinmeyip naibi İzzüddevle’nin adını da zikrettirmiştir. Yine Büveyhîler’den Bahâüddevle hutbelerde kendi adından başka Büveyhîler’in Musul emîri Haccâc, Ukaylî emîri Ali ve kardeşi Mukallid’in isimlerini de okutmuştur. Gazneliler Devleti toprak­larında Abbasî halifesinin adı İslâm top­lumunun manevî lideri olarak anılırken Gazneli Mahmud hâkimiyeti altına aldığı müslüman ülkelerde hutbeyi kendi adı­na okuttu. Böylece devlet yapısında hali­feyi manevî, hükümdarı siyasî lider ola­rak tanıma temayülü ortaya çıktı. Halife­nin izni alınarak veliahdın adının hutbede anılması Gazneli Mahmud’un başlattığı bir uygulama olup devlette istikrarın sağ­lanması amacını taşımaktaydı. Gazneli geleneği Selçuklular tarafından devam ettirilmiştir.

İslâm tarihinde devletler arasındaki güç dengesi de zaman zaman hutbelere yan­sımıştır. Özellikle taht kavgaları sırasın­da Abbasî halifeleri Bağdat’a hâkim olan taraf adına hutbe okutmuşlardır. Mese­lâ 492’de (1099) Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar adına hutbe okutarak onu meşru hükümdar ilân eden Halife Müstazhir-Billâh, ertesi yıl Berkyaruk’un or­dusunun Bağdat’a yaklaşması üzerine onu meşru sultan ilân ederek adına hut­be okutmaya başlamıştır. Taht iddiacıları Bağdat’ta adlarına hutbe okutmak iste­meyen halifeleri tehdit ettikleri gibi ba­zan da halifeleri dikkate almadan kendi adlarına hutbe okutmaktan çekinmemiş­lerdir. Hatta mahallî emîrler bile diledik­leri kişiler adına hutbe okutmuşlardır. Selçuklular, Gazne-liler’in Horasan ve Mâverâünnehir’deki hâkimiyetlerine son verip onları tâbi dev­let haline getirince Gazne’de hutbe sıra­sıyla Abbasî halifesi. Selçuklu Sultanı Mu-hammed Tapar, Melik Sencer ve Gazne Sultanı Behram Şah adına okunmaya baş­landı. 514 Muharreminde (Nisan 1120) Bağdat’ta Büyük Selçuklu Hükümdarı Sencer ile yeğeni ve Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar adına hut­be okunmuştur.

Abbasî hilâfetine rakip olan Fâtımîler, hâkimiyetleri altına aldıkları topraklarda yalnız kendi halifelerinin adını okuttular. 370 (981) yılından itibaren Mekke’de Ab­basî halifesi yerine Fatımî halifesinin adı hutbede anıldığı gibi Fâtımîler’in Rahbe valisi olan Arslan el-Besâsîrî Bağdat’ı ele geçirdiğinde (1059) Fatımî halifesi adına hutbe okuttu. Ebû Ali Ahmed b. Efdal or­dunun desteğiyle vezir olunca Fatımî Ha­lifesi Hâfız-Lidînillâh’ın (i 131-1149) adı­nı hutbelerden çıkarıp kendi adının zikre­dilmesini emretti. Seiâhaddîn-i Eyyûbî1-nin Fatımî hilâfetine son vermesi üzeri­ne Mısır’da tekrar Abbasî halifeleri adına hutbe okutulmaya başlandı.[29] Bu arada 316’dan (928) itibaren Endülüs Emevî Hükümda­rı III. Abdurrahman, daha sonraki dönem­lerde Muvahhid ve Hafsî hükümdarları halife unvanıyla cuma hutbelerini kendi adlarına okutmuşlardır.

Abbasî hilâfetine son veren Moğollar’ın İslâmiyet’i kabul etmeleri hutbe konusun­da yeni bir uygulama getirdi. Mısır’daki Abbasî hilâfetini tanımayan Moğollar, kendi yönetimlerinin meşruiyetine bir te­mel olarak Sünnî çevrelerde Hulefâ-yi Râ-şidîn’in. Şiî çevrelerde ise on iki imamın adını hutbede okuttular. Memlûk hükümdarları, herhangi bir siyasî gücü bulunmayan Mısır Abbasî halifelerinin adını hutbede kendi adlarıyla birlikte okutuyor­lardı. Hindistan’da Bâbürlüler Hulefâ-yi Râşidîn’in yanında kendi hükümdarla­rının adlarını anarken Âdilşâhîler ve Ku-tubşâhîler gibi Şiî hanedanları on iki imam ve kendi hükümdarları adına hutbe okut­tular. İran’da Safevî Devleti’nin kurulma­sından sonra bu yönetimin manevî ön­derliğine bağlılıklarını ifade için hutbeye Safevî hükümdarının adını da dahil etti­ler. Bâbürlü Hükümdarı Evrengzîb 1665′-te Kutubşâhîler ile bir antlaşma yapınca on iki imamın ve Safevî hükümdarlarının adının hutbede antlmamasını şart koştu. Ancak Evrengzîb’in oğlu I. Bahadır Şah (1707-1712) Şiî mezhebini benimsediğin­de hutbede on iki imamın adının anılma­sını emrettiyse de halkın tepki gösterme­si üzerine bu uygulamadan vazgeçti.

Anadolu beyliklerinden bağımsız olan­larda hutbe bey adına okunurdu. Karaca-hisar Osman Bey tarafından fethedilip ki­lisesi camiye çevrilince (1291) ulemâdan Dursun Fakih ilk defa hutbede Osman Bey’in adını andı. Bu sırada Osmanlı Bey­liği henüz Selçuklu Devleti’ne tâbi İdi. Os­man Bey’den sonra da bu uygulama sür­dürüldü. Devletin güçlü olduğu dönem­lerde çok uzak bölgelerde bile himaye edilmesini isteyen müslüman devletler­de hutbe Osmanlı sultanı adına okunmuş­tur. Açe. Cava, Seylan, Batavya, Sumatra gibi Hint Okyanusu’ndakİ küçük müslü­man devletler bunlardan bazılarıdır. Dev­letin elinden çıkan bir kısım topraklarda da zaman zaman hutbe Osmanlı hüküm­darı adına okunmuştur. Meselâ Küçük Kaynarca Antlaşması ile (1774) Kırım’ın bağımsızlığı tanınırken ülkenin dinî yön­den Osmanlı Devleti’ne bağlılığını teyit çer­çevesinde cuma ve bayram hutbelerinin padişah adına okunması kabul edilmiştir.

Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında, bir taraftan eski gücünü kaybeden Os­manlı Devleti’nin dünyanın çeşitli yerle­rindeki müslüman topluluklarla dinî bağ­larını kuvvetlendirerek Batılı güçlere kar­şı siyasî destek elde etme arzusu, diğer taraftan sömürgeci güçler karşısında İs­lâm dünyasının tek hâmisi görülen Os­manlı Devleti’nin himayesini temin yönün­deki çabalar sonucunda İngiliz yönetimin­deki Hindistan’da ve Kâşgar’da  olduğu gibi Uzakdoğu’da ve Afrika’­nın çeşitli ülkelerinde de hutbe Osman­lı sultanı adına okunmuştur. II. Abdülhamid’in İslamcılık siyasetiyle daha çok önem atfedilen bu durum Osmanlı Devleti’nden sonra da uzun yıllar devam etmiştir.        

1876 anayasasının 7. maddesinde pa­dişah adına hutbe okunması onun hâki­miyet hakları arasında sayılmıştır. Ancak son halife Abdülmecid’in sürgün edilme­sinin ardından Cumhuriyet hükümeti ve İslâm milleti adına dua edilmeye başlan­dı. Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimi zamanında hutbenin dili konusunda de­ğişiklik yapıldı ve ilk olarak 24 Kasım 1922 tarihinde Abdülmecid’in Büyük Millet Meclisi”nce hilâfet makamına seçilmesin­den sonra murahhaslar heyeti başkanı Müfid Efendi tarafından Fâtih Camii’nde Türkçe hutbe okundu. 23 Şubat 1925te birçok milletvekili hutbenin Türkçe okun­masını ve aynı yılın sonbaharında hutbe­de geçen duaların hem Türkçe hem Arap­ça olarak okunmasını teklif etti. 1926 yılı Ramazan ayında İstanbul’da Göztepe Ca­mii imamı Cemâleddin Hoca dua ve âyet­lerle birlikte hutbenin tamamını Türkçe okudu, bu yüzden de bir süre görevden uzaklaştırıldı. Daha sonra oluşturulan ko­misyon 1926’da Diyanet İşleri Reisliği’ne yeni bir teklif sundu. Başkan Rifat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe giren talimat­ta (1927) âyet ve hadis metinlerinin dışın­da kalan bölümlerin Türkçe okunması is­tendi. 1928 yılı Nisan ayının sonunda İs­tanbul müftüsü Fehmi Efendi, hutbeye halkın iman ve ahlâk konularında aydın­latılacağı Türkçe bir kısmın ekleneceğini bildirdi. 5 Şubat 1932 tarihinde İstanbul’­da Süleymaniye Camii’nde tamamı Türkçe olan bir hutbe okunduysa da bu uygu­lama devam ettirilmedi.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski