İmam Rabbani Hz. Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Ebü’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidîn el-Fârûkî es-Sirhindî (ö. 1034/1624) Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu.

14 Şevval 971 ‘de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasın­da İmâm-ı Rabbânî [ilâhî bilgilere sahip âlim] ve “müceddid-i elf-i sânî [hicrîn, binyılın müceddidi] unvanlarıyla tanınır.

Soyunun ikinci halifeye dayandığını iddia eden Kabil asıllı bir aileye mensuptur. Ta­savvufa ve özellikle vahdet-i vücûda dair birkaç risalenin müellifi olan babası Çiş-tiyye ve Kâdirî şeyhi idi.

Ahmed-i Sirhindî öğrenimine babasının yanında başladı. Küçük yaşta Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarına intisap etti. Son­raki yıllarda eleştirdiği vahdet-i vücûdu babasından büyük bir şevkle öğrendi. Siyâlkût’a giderek Şeyh Ya’küb Keşmîrî’den hadis, Kadı Behlûl Bedahşânî”den tefsir, Mevlânâ Kemal Keşmîrî’den aklî ilimler okudu. Bu sırada Kübrevî şeyhi olan ho­cası Ya’küb Keşmîrî’ye intisap etti. Öğre­nimini tamamlayıp memleketine döndüğünde on yedi yaşında idi. Yaklaşık üç yıl sonra muhtemelen hocası Şeyh Ya’küb’un aracılığıyla Agra’ya gidip Bâbürlü Hüküm­darı Ekber Şah’ın sarayına girdi. Burada Feyzî-i Hindî ve Ebü’1-Fazl el-Allâmî adlı iki kardeşle dostluk kurdu. Noktasız harf­lerle Sevâtı’u’l-ilhâm adlı bir tefsir ya­zan Feyzî’ye yardım etti. Ebü’1-Fazl ile bir süre sonra aralan açıldı. Ebü’l-Fazl’ı, akılcı felsefeye peygamberliğin gerekliliğinden şüpheye düşecek derecede önem verdiği için eleştirdi. Aralarındaki ihtilâfın bir tar­tışmaya dönüştüğü ve tartışma sırasın­da Ebü’l-Fazl’ın Sünnî âlimlere hakaret ettiği rivayet edilmektedir. Sirhindî ilk eseri İşbâtü’n-nübüvve’y’ı bu sırada kaleme aldı. Onun Agra’dan Sirhind’e dönmek üzere ne zaman ayrıldığı bilin­memektedir. Yolculuğu sırasında bir süre kaldığı Şânesar’da muhtemelen kendisi­ni almak için gelen babasıyla buluştu ve orada eşraftan Şeyh Sultan’ın kızıyla ev­lendi. Sirhind’e döndükten sonra babası­nın gözetiminde seyrü sülûkünü devam ettirdi. Babasından Kelâbâzî’ninef-Ta’arıuî, Sühreverdfnin ‘Avârifü’l-ma’ârif ve Muhyiddin İbnü’I-Arabî’nin Fuşûşü’J-hikem adlı eserlerini okudu. Babasının öl­düğü yıl (1007/1598) hacca gitmek üzere Sirhind’den ayrıldı. Delhi’de. Nakşibendiy-ye tarikatını Hindistan’da yayan Hâce Bâ-ki-Billâh ile karşılaştı. Teklifini kabul ede­rek bir süre onun yanında kaldı; bu arada kendisine intisap etti. Bâki-Billâh’ın bazı müridleriyle birlikte Sirhind’e döndüğünde daimî bir istiğrak haline girdi ve inzi­vaya çekildi. Bu hal zail olunca Bâki-Billâh ile mektuplaşmaya başladı [bu mek­tuplar onun Mektûbât adıyla derlenen eserinin temelini oluşturur; Mektûbât’ta Baki-Billâh’a yazılmış yirmi altı mektup bulunmaktadır] Bir yıl sonra Delhi’ye gi­derek şeyhini tekrar ziyaret eden Sirhin­dî. 1012’deki(1603) üçüncü ve son ziyaretine kadar onunla mektuplaşmayı sür­dürdü. Bu ziyaret sırasında Bâkî-Billâh oğullarının manevî eğitimi için onu görev­lendirdi ve aynı yıl içinde vefat etti. Sir­hindî kısa bir süre sonra Tâceddin Osmânî, Şeyh İlâhdâd gibi halifeleri geride bı­rakarak şeyhin en önemli halifesi konu­muna geldi.

Sirhindî 1028 (1619) yılında Bâbürlü Hükümdarı Cihangir tarafından, manevî makamının yüksekliği ve bilhassa sülük esnasında ilk üç halifeyi aştığına dair id­dialarından dolayı sorgulanmak üzere Ag­ra’ya getirtildi. Verdiği cevaplarla ikna ol­mayan Cihangir, onun tutuklanarak Gevâliyâr (Gvvalior) Kalesi’ndeki hapishaneye gönderilmesini emretti. Cihangir’in Sirhindî’yi. yıllar önce Bâki-Billâh’a yazdığı bir mektupta geçen bu iddialarından dolayı tutuklattığını kabul etmek biraz zor gö­rünmektedir. Dârâ Şükûh’un. muhalifle­rinin onun hakkındaki iftira ve kötüleme­lerinden bahsettiği dikkate alınarak Cihangir’in asıl tutuklama sebebinin bu iddialar olmadı­ğı, açıklamak istemediği birtakım baskı­lar altında kaldığı söylenebilir. Öte yan­dan Sirhindî, Cihangir tarafından kibirli­likle suçlandığını, kendisinin hükümdar önünde secde etmeyi reddettiğini söyler.

Yaklaşık bir yıl sonra serbest bırakılan Sirhindî, hapse girmesini mazharı olduğu cemâl sıfatının tecellîsini tamamlayan ce­lâl sıfatının bir tecellîsi olarak yorumlar. Serbest bırakıldıktan sonra bir müddet anlaşıldığı kadarıyla kendi arzusu ile sultanın sarayında kaldı. Orada oğluna yazdığı bir mektuptaki ifa­desiyle, sultanla İslâm’ın prensiplerinden “bir kıl kadar bile olsa” ayrılmadan olağan üstü sohbetler yaptı. Bu sohbetlerde ak­lın sınırlılığı, âhiret inancı, sevap ve ceza, peygamberliğin sona ermesi ve her yüz­yılda bir müceddidin gelmesi gibi konu­lar konuşuldu. Sirhindî, sa­raydan ayrıldıktan sonra kendisini sulta­nın “dua ordusu”nun değersiz bir neferi olarak tanımlayarak ona sadakatini ifa­de etmiştir.

8 Safer 1034’te (20 Kasım 1624) vefat eden Ahmed-i Sirhindî Sirhind’de defne­dildi. Ardında bıraktığı sayısız halife, daha kendisi hayatta iken görüşlerini ve Nakşi­bendîliğin, adını onun hicrî II. binyılın müceddidi olma iddiasından alan Müceddidiyye kolunu yayma konusunda başarılı oidu. Bunlar arasında Burhânpûr’da faaliyet gösteren Mîr Muhammed Nu’mân, Lahorlu şeyh Muhammed Tâhir, o dönem­de Bâbürlü başşehri olan Agra’da Müced-didiyye’yi yaymak için çaba sarfeden Be-dîüddin Sahârenpûrî. Patnalı şeyh Nûr Muhammed, Müceddidiyye’yi Bengal’e taşıyan Şeyh Hâmid Mangalkotî, Kabil ve Kandehar’da faal olan Kanpûrlu Şeyh Muhammed Tâhir Bedahşî, Mevlânâ Ahmed Berkî, Mektûbât’m derlenmesine yar­dımcı olan ve Sirhindî’nin hayatı hakkında Nesemâtü’J-kuds ve Zübdetü’l-Makâmât adlı iki kitap yazan Hâce Muhammed Hâşim-i Kişmî’den özellikle bahsetmek gerekir. Ma­nevî mirasının devamı konusunda Hâce Muhammed Sâdık (ö. 1025/1616), Hâce Muhammed Saîd (ö. 1072/1662), lakabı Urvetü’l-Vüskâ olan Hâce Muhammed Ma’sûm (ö. 1079/1668) ve Hâce Muham­med Yahyâ(ö. 1096/1685) adlı dört oğlu­nun emekleri de önemlidir. Üçüncü oğlu diğerlerine nisbetle daha etkili olmuştur.

Sirhindî’nin Nakşibendİyye tarikatına intisap etmesi kendisinin de ifade ettiği gibi bütün ruhî terakkisinin temelini oluş­turmuştur. Birçok mektubunda çeşitli vesilelerle bu tarika­tın üstün yanları olarak gördüğü husus­ları saymıştır. Bunların belki de en önem­lisi Nakşibendiyye’nin bidayetinin nihayeti içermesidir. Bu Nakşibendî terimini, sonunda cezbeye götüren bir sülük yerine cezbenin sülük­ten önce gelmesi şeklinde anlayan Sirhin­dî, bunun sûfînin müşahede ettiği şeyleri Allah İle özdeşleştirmesini önlediğine ve onları ölçülü bir şekilde değerlendirme­sine İmkân sağladığına inanmaktadır. Hz. Ebû Bekir’e ulaşan bir silsileye mensup olduğunu iddia eden tek tarikat Nakşibendiyye’dir. Hz. Ebû Bekir, Sirhindî’ye göre peygamberden sonra en mükemmel insandır; onun tarafından temsil edilen sıddîkıyyet makamı en yük­sek velayet makamıdır ve bundan dolayı en yüksek makam olan nübüvvet maka­mı ile derinden bağlantılıdır. Çünkü pey­gambere vahiy yoluyla gelen her şey sid-dîka ilham yoluyla gelir. Ancak vahiy me­lek yoluyla getirildiği için hatadan uzak­tır, halbuki ilham zannîdin onun mekânı olan kalp hata ve fesada müsait olan akıl ve nefisle bağlantılıdır. Bununla beraber sıddîk. peygambere yakınlığından dolayı daha aşağı seviyede bulunanların ulaşa­mayacağı bir ruhî uyanıklık (sahv) sahibi­dir. Sıddîk olmasından dolayı Ebû Bekir, sahip olduğu örnek ruhî uyanıklığı kendi­sinin manevî nesli olan Nakşibendîler’e miras bırakmıştır. Bu ruhî uyanıklık Nakşibendî dervişine birçok şey yanında semâı, raksı, zikr-i celiyi ve mev-lid okumayı terkettirir.[20] Sir­hindî bazı Nakşibendîler’in bu fiilleri yap­tıklarını, hatta “halvet der-encümen” il­kesine aykırı olan kırk gün süren çileye bile girdiklerini söyleyerek onları eleştir­miştir.

Başlangıçta Sirhindîvahdet-i vücûd ve­ya tevhîd-i vücûdî [onun mektuplarında bazan kısaca tevhid olarak geçer] anlayışı­na tam manasıyla bağlıydı. Sirhindî bunu önce babasından öğrenmiş. Baki- Billâh’ın yanında gördüğü seyrü sülük sırasında Nakşibendî geleneği tarafından da kabul edilen bu tasavvuf anlayışını iyice sindir­mişti: “Bu mübarek tarikata intisaptan sonra tevhîd-i vücûdî bana tamamen aşi­kâr oldu … Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Ar-bî’nin marifetinin bütün incelikleri tam manasıyla bana zahir oldu ve ben tecel-lî-i zâtı ile şereflendirildim ki bu makam Fuşûş müellifinin gözünde manevî terak­kinin son mertebesidir; onun ötesinde sa­dece hiçlik vardır. Bu tecrü­benin tesiriyle sarhoş hale gelmiş, ken­dinden önceki birçok meczup sûfî gibi za­hirî manasıyla küfrü şeriattan üstün tu­tan şiirler yazmış, hatta bu şiirler yüzünden şeyhi onu azarlamıştı. Öğrencileri ta­rafından Mcfâiit-i Ledünniyye adıyla derlenen risale Sİrhindî’nin tevhîdi vücû­dî konusundaki yaklaşımlarını içermek­tedir. Sirhindî, bir müddet sonra vahdet-i vücûd anlayışını tasavvufta son mertebe olarak değil sadece ileri mertebelerden biri olarak görüp ondan uzaklaşmaya başladı. Vahdet-i vücûd makamını aşıp bütün hadis varlıkları Allah tarafından yaratılmış gölgeler olarak görme (zılliyyet) makamına geçtiğini, fakat başlangıç­ta birçok büyük şeyhin bulunduğu bu ma­kamın Ötesine geçme konusunda istek­siz olduğunu söyler. Ona göre bu makam vahdet-i vücûda bir ölçüde benzemekte­dir. Sirhindî kemâlin bu makamda bu­lunduğunu düşündüğü, fakat daha son­ra Allah’ın inayeti sayesinde bu makamın da üstüne çıkıp abdiyet makamına eriş­tiğini, bu yeni makamın mükemmelliği­ni bizzat gördüğünü, önceki makamla­rından dolayı tövbe ettiğini, abdiyetin en yüce makam olduğunun, Kur’an ve Sün­net yolu ve bu makama erenlerin keşif­lerinin de tekidiyle ispatlandığını yazar. Sirhindî. kendisinin vahdet-i vücûd ve zılliyyet makamında bulunmaktan ötürü tövbe ettiğinden bahsetse bile bu onun, bu makamları sahte makamlar olduğunu düşünerek tenkit ettiği ve o dönemlerdeki ifadele­rini kınadığı anlamına gelmez. Ona göre bütün haller ve makamlar farklı marifet ve keşifler getirir. Bu durum, şer’î hü­kümlerin birbirini neshetmesinin bir te­zat doğurmamasına benzer. Başka bir ifadeyle vahdet-i vücûd ve aradaki diğer makam olan zılliyyet, te­kabül ettikleri makamlardan sûfînin ge­çişinden dolayı tecrübî geçerliliğe sahip­tir. Ancak bu makamlar sûfînin nihaî ma­kam olan abdiyet makamına ermesiyle hükümsüz kalır. Bu sebeple hata, vah­det-i vücûd makamı iie alâkalı algılama­lardan değil ondan ileride makamlar ol­duğunu algılamamaktan kaynaklanır. Sû­fînin birleştirici tecrübesi bir şühûd me­selesidir. Şühûdun ontolojik bir geçerlili­ği yoktur: vahdet-i şühûd hakikatin vah­det-i vücûddan daha doğru bir ifadesi­dir. İlâhî sıfatlar sadece zahirde değil ger­çekte de çoktur; bunlar aslında zâtın göl­geleridir, ancak ondan farklıdır. Kâinat sıfatların gölgesi olarak farklı bir varlığa sahiptir.

Bizzat Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafın­dan asla kullanılmamış bir terim olan vahdet-i vücûdu eleştirmesine rağmen Sirhindî hiçbir zaman İbn Teymiyye gibi İbnü’l-Arabî muhalifleri arasında sayıla­maz. Onun, “Biz Muhammed-i Arabî söz­lerine muhtacız, Muhyiddin İbnü’l-Ara-bî’nin veya Sadreddin Konevî ve Abdü-rezzâk el-Kâşânî’nin sözlerine değil; biz nassa bakarız, fassa de­ğil; fütûhât-ı Medeniyye [Medine’de va­hiy olan sûreler] bizi el-Fütûhâtü’1-Mek-Aiyye’den müstağni kılar” sözleri, İbnü’l-Arabî’ye aşırı tutkunluk­larından dolayı onun eserlerini yüceltip Kur’an ve Sünnet’e müracaatı ihmal edenlere yöneltilmiş bir eleştiri olarak görülebilir. Sirhindî. İbnü’l-Arabî hakkın­da, “Allah’ın evliya ve makbul kulların-dandır; nasıl olur da o keşiften kaynakla­nan bir hatadan dolayı reddedilebilir?” demektedir. Bununla bir­likte İbnü’l-ArabFden sonra gelen ve na­zarî tasavvuf hakkında eser kaleme alan birçok müellif gibi Sirhindî de onun geliş­tirdiği terminolojiyi sıkça kullanmıştır. Sırf bundan dolayı İbnü’l-Arabî mektebi­ne mensup sayılabilir.

Sirhindî’nin tasavvuf anlayışının önem­li özelliklerinden biri de onun velî ve nebî ayırımına İbnü’l-Arabî’nin ifade ve naza­riyelerini yansıtan yaklaşımıdır. Tasavvufî yaklaşıma göre nebî aynı zamanda ve­lîdir. Nübüvvet velayetin özel bir çeşidi olarak görülebilir. Velî genel bir sınıf olup nebî onun içinde hususi bir cins gibi gö­rünmektedir. Peygamber, Allah’a ileri de­recedeki yakınlığı ve daimî zikri sebebiy­le velî, insanlarla muamelesi söz konusu olduğunda ise nebîdir. Bununla beraber Sirhindî, velînin velayetinin nebînin vela­yetinden farklı olduğunu vurgulamakta­dır; çünkü nebînin Allah’a yakınlığı çaba sarf etme ve sülükte ilerleme sonucu ol­madığı gibi değişim ve dönüşüme uğra­ması da söz konusu değildir. Ayrıca rüya ve keşif gibi benzer tecrübeler hem nebîler hem velîlerde müşterek olmakla bir­likte bunlar sadece nebîler için yakin ifa­de eder. Buna ilâveten nebilerin kendile­rine has bir vahiy alış şekli vardır; bu hu­susi şekil dinin temelini oluşturur. Bun­dan dolayı nebî olan velî nebî olmayan ve­lîden daha üstündür. Sirhindî’den önceki birçok mutasavvıf bunun aksini iddia et­miştir. Onlara göre nebînin davranışla­rının kaynağı insanlarla ilişkileri, velînin davranışlarının kaynağı ise Allah’a yakın­lığıdır. Sirhindî. velînin nebîden daha üs­tün olduğu sonucuna götüren bu yakla­şımı reddetmiştir. Ona göre nebî, nebîli-ği hasebiyle sadece insanlarla değil aynı zamanda Allah ile ilişki içersindedir; iç dünyasında Allah ile, dış dünyasında in­sanlarladır. Tamamen insanlara yönelmiş olanlar nasipsiz lânetlilerdir, halbuki pey­gamberler mahlûkatın en hayırlılarıdır. Nübüvvetin insanlarla ilişki yanında Al­lah’a yönelişi de ihtiva ettiği anlaşılınca onun velayet karşısındaki konumu da ter­sine çevrilmiş, yani nübüvvetin kül. vela­yetin onun içinde bir cüz olduğu anlaşıl­mış olur. Bu yaklaşımın bir sonucu da peygamber tarafından getiri­len şeriatın her şeyi kuşatıcı tabiatı ve bu sebeple tarikata üstünlüğüdür.

Genellikle tasavvuf literatüründe tari­kat şeriatın özü veya şeriatın bir derece Ötesindeki mertebe olarak görülmüştür. Bu görüş her iki durumda da tarikatın şeriata üstünlüğünü iddia eder. Sirhindî ise tarikatı şeriatın bir hizmetçisi haline dönüştürür. Şeriatın üç kısmı vardır: İlim. amel ve ihlâs. Bu üçü kamilen bir arada bulunmadıkça şeriat tam manasıyla tat­bik edilmez. Sûfîleri toplumdaki diğer in­sanlardan ayıran tarikat şeriatın bir hiz­metçisi olup görevi ihlâsı kemâle erdir­mektir. Tarikata intisap etmekten mak­sat yalnızca şeriatı mükemmel bir şekil­de yaşamaktır, yoksa şeriata ilâveten ye­ni şeyler ortaya koymak değildir. Bu tür ifadeleri değerlendirirken onun sadece İslâm’ın hukukî esasla­rını değil vahiy yoluyla gelen dinin tama­mını kastettiğini unutmamak gerekir.

Sirhindrnin, Nakşibendiyye’nin seçkin­liğinin ayırt edici işareti olarak gördüğü Hz. Ebû Bekir’den miras alman “itidal”, onun kendisinin hicri II. binyılın müced-didi olduğu ve dolayısıyla Hz. Peygamber ile hususi bir alâkaya sahip bulunduğunu iddia etmesiyle büyük ölçüde gölgelenmiştir. Bu konuda çıkış noktası, Ebû Da­vud’un es-Sünen’inde yer alan ve her asrın başında Allah’ın üm­mete onun dinini ihya edecek birisini gön­dereceğini ifade eden hadistir. Sirhindî’-ye göre asrın müceddidi başka, binyılın müceddidi başkadır; ikisi arasındaki fark yüz ile bin arasındaki fark gibidir, hatta daha da büyüktür. Önceki ümmetlerde binyılın geçmesi, sıradan bir nebinin değil ülü’l-azm bir peygam­berin gönderilmesini gerektirirdi; şimdi ihtiyaç duyulan, daha önceki ümmetler-deki ülü’l-azm peygamberlerin yerini tu­tacak marifeti tam olan bir âlim ve ariftir.

Kendi zamanını tam bir karanlık ola­rak gören Sirhindî’ye göre bu karanlık, Hz. Peygamber’in velayet yö­nünü nübüvvet yönünden üstün gören ve böylece şeriattan ayrılanlar tarafından temsil edilmektedir. Bu­nunla beraber bininci yılın müceddidine duyulan ihtiyaç, bozulmadan olduğu ka­dar olgunlaşmadan da kaynaklanmakta­dır. Çünkü I. binyılın sona ermesi, II. bin­yılın müceddidi olarak kendisinin “yakî-nin üç mertebesi ve binyıl sonra ortaya çıkan “nama­zın kemâlâtr gibi konular­da “peygamberlerin nurundan istifadey­le” ilim elde etmesini mümkün kılmıştır. Bundan dolayı müceddidin vazifesi, sade­ce zamanın geçmesi sebebiyle aşınmış veya bozulmuş olan şeyleri tashih etmek değil, aynı zamanda daha önce bilinme­yen meseleleri yalnız kendine has bir özel­lik olan doğrudan nebevi bilgiden istifade yoluyla izah etmektir. Bu tür ilimlere ve marifete sahip olan kişi II. binyılın müced-dididir; İspata gerek kalmadan görüldü­ğü gibi onun ilâhî zât, sıfatlar, fiiller, ma­nevî haller, mevâcid, tecelliyat ve zuhu­rat hakkındaki ilmi bütün sûfîlerin mari­fetini ve âlimlerin ilmini aşarak geride bırakır; onların ilmi müceddidin ilmiyle mukayese edildiğinde çekirdeğe nisbet-le kabuk gibi kalır.

Sirhindî, bu iddiasını haklılaştırabilmek için Hz. Peygamber’in ümmeti hakkında söylediği rivayet edilen şu hadisini iktibas eder: “Ümmetimin evveli mi âhiri mi da­ha hayırlıdır bilmiyorum.” Kendisini so­nuncularla özdeşleştiren Sirhindî’ye göre “sonunculuk” Hz. îsâ’nin ve Mehdî’nin de şehâdet ettiği gibi II. binyılın girmesiyle başlamıştır. Daha çok dik­kat çeken bir başka husus da Sirhindî’-nin. nübüvvetin hitama ermesinden son­ra geriye kalan nübüvvet bakiyesinden pay aldığını ima eden sözleridir: Kimse Hz. Muhammed’e has olan ululuğa ortak olamadığı halde o bunu ümmetinden na­sibi olan birine [müceddid-i elf-i sânî] bah­setmiştir. Sirhindî ken­disini “nübüvvet sofrasının bakiyesinden beslenen bir tufeyli” olarak tanımlar. Bazan kendilerine de bir pay düşmesini is­teyen peygamberleri bile kıskandıran sır­ların tufeyliye zahir olduğunu söylemesi onun bu tevazuunun alda­tıcı olduğunu göstermektedir.

Hindistan’a mutlaka peygamberler gönderilmiş olduğuna inanan Sirhindî, bazı yerlerde nübüvvet nurunun bir zamanlar meşaleler gibi parladığınm hâlâ farkedilebilmekte olduğunu söyler. Ona göre bu peygamberlerden bir kısmının hiç ümmeti yoktu, diğerlerinin ise müte-vazi sayıda takipçileri olmakla birlikte hiç­biri bir ümmet oluşturmak için gerekli as­gari sayı olan dörde ulaşamamıştır. Bu­nunla beraber Hindistan’da küfrün önde gelenlerinin sahip olduğu ilâhî öz ve onun aşkınlığı hakkında her ne bilgi varsa as­lında nübüvvet nurlarının kaynağından beslenmiştir; çünkü “bu lânetlilerin topal ve kör akılları” böyle bir ilme ulaşmaktan âcizdir. Onların yaratıcı hakkındaki bilgi­leri hulul hurafesiyle karışmıştır. Sirhindî, İslâm’a girmeden önce Nakşibendî tarikatına intisap etmeyi isteyen bir Hİntli’ye tevhidin temellerini açıklamış ve tevhidin Hindu şirki ve hulul inancı ile hiçbir şekilde telif edilemeye­ceğini söylemiştir. Onun Hindûlar’la mü­nazaraya girmek veya onları hidayete er­dirmek gibi ciddi bir çabasının olmadığı da vurgulanması gereken bir husustur.

Sirhindî, genel tecdid görevinin yanın­da kendisini Nakşibendiyye’nin de ihya edicisi olarak görmüş ve tarikatı yeni fi­kirlerle zenginleştirmiştir. Bunlar arasın­da Müceddidiyye’nin kolay yayılmasına tesir eden en önemli husus, onun şeria­tın başka bir şeye ihtiyaç bırakmaması konusundaki vurgusudur. Bu vurgu tari­katın ulaştığı her yerde zahir ulemâsına cazip gelmesine, hatta bazı durumlarda medrese ve tekke arasında kurumsal bir kaynaşmaya bile yol açmıştır.

Orta ve Batı Asya ile Hint yarımadasın­da Sirhindî’ye gösterilen ilginin vahdet-i şühûdu kabul edip etmemekle ya da onun iyice anlaşılmış olması ile bir alâkası bu­lunmadığı söylenebilir. Birçok önde gelen sûfî gibi Sirhindî’nin mirası da temelde bir metinle (mektûbât) ve ondan doğan sil­sileden [Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolu] ibarettir. Halifeleri ve özel­likle oğlu Muhammed Ma’sûm’un çaba­larıyla Müceddidiyye batıda Haremeyn’e, Suriye’ye, Osmanlı topraklarına ve kuzeyde Mâverâünnehir’e kadar yayılmıştır. Bu süreçte Müceddidiyye. Nakşî geleneğinin mevcut diğer kollarının çoğunun yerini almıştır.

Birçok çağdaş müellif, Mektûbât’ta yer alan çok sayıdaki delili göz ardı ede­rek Sirhindî’nin müceddidlik rolünü siyasî ve sosyal reform olarak yorumlamıştır. Bu yorum, bir yandan Sirhindî’nin farkedilebilir bir şekilde tasavvuf! tecdid anla­yışı ile daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan ıslah kavramlarının karıştırılmasın­dan, öte yandan Sirhindî’ye anakronistik bir şekilde çağdaş telakkilerin atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Sirhindî, bazı siyasî endişeleri ifade etmekle birlikte bunlar doğrudan siyasî anlamda tecdid-le bağlantılı değildir ve kısmen onun Nak­şibendîliğe intisabından öncedir. İşbû-ü’n-nübüvve adlı eserinin girişinde üstü kapalı olarak “zamanımızdaki bir zalim” olarak bahsettiği Ekber Şah’ı ulemâya zulmetmek, “Hindistan’da İs­lâm’ın en büyük şiarlarından biri olan” İnek kesmeyi yasaklamak, müslümanlara ait camileri ve mezarları mahvetmek ve kâfirlerin mâbed ve bayramlarını onur­landırmakla suçlamıştır. Cihangir 1014 (1605) yılında tahta çıktığı zaman bir baş­ka yorum daha yapmış, bu hadiseyi yeni bir dönemin başlangıcı olarak görmüştür. Sirhindî, küfre ve özellikle onun mahallî tezahürü olan Hinduizm’e kesin olarak düşmandır. Ona göre zaruret hali dışın­da kâfirlerle her türlü muameleden kaçı­nılmalıdır.

Modern çağ öncesi dönemde tarikat mensupları arasında Sirhindî’nin ihtilâfa sebep olan tek düşüncesi vahdet-i vücû­du eleştirerek vahdet-İ şühûdu savunmasıydı. Takipçileri, bu iki kavramın müsbet ve menfi taraflarını değerlendiren çalış­malar yapmışlardır. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Fayşalât vahdeti!’1-vücûd ve’ş-şühûd adlı risalesinde her iki kavram ara­sındaki farkın sadece lafzî olduğunu ve hakkıyla anlaşıldıkları takdirde aynı sonu­ca götürdüklerinin anlaşılacağını ispatla­maya çalışmış, Mîr Muhammed Nasır An-delîb Nâie-i ‘Andelîb (Bopal 1890) ve oğlu Hâce Mîr Derd ‘İlrnü’I-Kitâb (Delhi 1310/1892) adlı eserlerinde vahdet-i şü-hûdu savunmuşlardır. Gulâm Yahya’nın Mirza Mazhar Cân-ı Cânân’m isteği üze­rine kaleme aldığı Kelimetü’I-hak, vah­det-i şühûdun daha keskin ve polemik yönü daha fazla bir savunması olup Şah Veliyyullah’a cevap olarak yazılmıştır. Mir­za Mazhar’ın bir başka müridi Gulâm Ali Dihlevî de yalnızca vahdet-i şühûdun ge­çerli olduğu görüşündedir. Şah Veliyyullah’ın oğullarından Şah Refîuddin, Dam-gu’i-bdfil adlı eseri ka­leme alarak babasının görüşlerini müda­faa etmiştir. Onun ardından Şah Veliyyullah’ın torunlarından Şah İsmail Şehîd Abakât adlı eserinde vahdet-i vücûdun üstünlüğünü savunmuş, ancak daha son­ra bizzat kendi keşfinin bir sonucu olarak vahdet-i şühûdu savunan Seyyid Ahmed-i Birilvfnin etkisiyle görüşünü değiştirmiş­tir. Nakşibendiyye tarikatına mensup olan Hint-İran şairi Abdülkâdir Bîdil’in bazı şi­irlerinde vahdet-i şühûdu ifade ettiği söy­lenmiştir. Hint yarımadası dışında, kendisi hiçbir tarikata mensup olmayan Osmanlı Devleti’nin son şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi, Sirhindî’yi bâtıl bir akîde olan vahdet-i vü­cûdu başarılı bir şekilde reddettiğinden dolayı övmüştür.

Abdullah Hivİşâgi Mearicü’l-vilûye adlı eserinde, Sirhindî’nin “müceddid-i elf-i sânîlik hakkındaki iddialarına karşı yazılan reddiyelerle çağdaşı Hindistanlı âlimlerin onu şiddetle tenkit eden bazı fetvalarını aktarmıştır. 1093’te (1682), devam edegelen ihtilâfın bir neticesi olarak Sir-hindî’nin muhalifleri Haremeyn ulemâ­sından onun düşünceleriyle alâkalı otuz iki hususta fetva istediler. Muhammed b. Abdürresûl el-Berzencî, onların bu isteğine cevap olarak kaleme aldığı Kad-hu’z-zend adlı risalede Sirhindî’nin Ka­be’nin hakikatinin hakîkat-i Muhamme­di’den üstün olduğu hakkındaki nazari­yesini şiddetle reddetmiş ve onun “mü­ceddid-i elf-i sânı” kavramını, haşrin hic­retten 1400 sene sonra gerçekleşeceğine dair yerleşmiş Ehl-i sünnet inancına aykırı olduğunu ileri sürerek alay konusu yap­mıştır. Dönemin Mekke şerifi Saîd Bere-kât, Berzencî’nin kitabını bütün Hare­meyn ulemâsının Sirhindî’yi kâfir saydığı mealindeki bir mektupla beraber Hin­distan’a göndermiştir. Buna karşılık Mu­hammed Bekel-Uzbekî ve Hasan b. Mu­hammed Murâd et-Tûnisî Kadhu’z-zend’e birer reddiye yazmışlardır. Uzbe-kTnin eseri cAtıyyetü’l-vehhâb fi’l-ha-tâ ve’ş-şevâb başlığıyla Mektûbât’m Arapça tercümesinin kenarında yayım­lanmıştır (I, 1-184). Sirhindî’nin halifele­rinden Şeyh Âdem Benûrrnin üstadının görüşlerini müdafaa için yazdığı üç eser henüz basılmamıştır. Yaklaşık 100 yıl son­ra kendisini XII. (XVIII.) yüzyılın müceddi-di olarak gören Şah Velİyyullah ed-Dihle-vî, Şevâhidü’t-tecdîd başlıklı eserinde Sirhindî’nin XI. (XVII.) yüzyılın müceddidi olduğu konusundaki iddiasında neden haklı olduğuna dair on bir sebep sırala­mış, ancak onun binyılm müceddidi ol­ması konusuna girmemiştir. Sirhindî’nin görüşleri etrafındaki tartışmalar XIX. yüzyılda ortadan kalkmış gibi görünmek­tedir. Bununla beraber Vekil Ahmed Si-kenderpûrî ikisi Farsça, biri Arapça üç ki­tap yazarak Sirhindî’yi savunmuştur.

Tarikata mensup olmayan bazı Hindis­tanlı ve Pakistanlı yazarlar, Sirhindî’nin fa­aliyetlerinin siyasî ve sosyal boyutuna aşı­rı vurgu yaparak aslında onun önde gelen tarafı olan tasavvuf? yönünü geri plana it­mişlerdir. Bu bakış açısının dikkate değer ilk örneği Sirhindî’yi Hint müslümanları-nı zalim idarecilerden, bozulmuş sûfîlerden ve dünya peşinde koşan âlimlerden kurtardığı için öven Mevlânâ Ebü’l-Kelâm Âzâd’dır. Pakistan’da Cemâat-i İslâmî’nin kurucusu olan Mev-dûdî de Sirhindfyi benzer şekilde Hint ya­rımadasında İslâm’ı kurtarmakla över ve onun “müceddid-i elf-i sânî” olduğunu ka­bul eder. Fakat bu sıfatı ona Sirhindî’nin kendisinin öne sürdüğü sebeplerden do­layı değil, Ekber Şah ve Cihangir’e karşı durarak yaygın tasavvufu bozuk felsefî düşüncelerden arındırdığı ve halk arasın­da yaygın olan bâtıl hurafelere acımasız­ca saldırdığı için lâyık görür. Muhammed İkbal ise Sirhindî’yi yeni bir din psikolojisi geliştirdiği ve Nietzsche’nin sözünü ettiği “yön verici güç dünyası”nı keşfettiği için tasavvufun ihya edicisi olarak görür. Tasavvufun ıslahı meselesi Muhammed Abdülhak el-Ensârî’nin Su-fism and Shari’ah: A Study of Shaykh Ahmad Sirhindi’s Eftort to Reform Su-fism (Leicester 1986) adlı çalışmasında da merkezî bir yer işgal eder.

İrfan Habîb, Sirhindfnin Hinduizm kar­şıtlığı meselesine gerektiğinden fazla vur­gu yaparak onu 1948’de Hindistan’ın bö­lünmesine yol açan cemaatleşmeye se­bep olmakla suçlamıştır. Sirhindî’ye aşırı derecede olumsuz bir tavırla yaklaşan Seyyid Abbas Rızvî aslî kaynakların geniş bir taramasına da­yanan iki eser kaleme almıştır: Müslim Revivalist Movements in Northern India in the Sixteenth and Sevente-enth Centuries ve A History of Sufism in India. Yazarın önyargıları ve alıntı yaptı­ğı kaynakların çok defa çıkardığı sonuç­ları desteklememesi bu kitapların değe­rini düşürmektedir.

Gayri müslim araştırmacılar tarafından Sirhindî hakkında çok az çalışma yapıl­mıştır. Yohannan Friedmann’ın Shaykh Ahmad Sirhindi: An Outline of His Thought and a Study of His Image in the Eyes of Posterity (Montreal 1971) adlı eseri yukarıda ortaya konulan saptır­maları düzeltici mahiyette olmakla bir­likte ilgi alanı çok dardır. Bir Batı dilinde Sirhindî’nin tasavvuf düşüncesini kap­samlı bir şekilde ele alma konusundaki tek çaba Johan G. J. ter Haar’ın Follower and Heir of the Prophet: Shaykh Ah­mad Sirhindi (1564-1624) as Mystic adlı eseridir (Leiden 1992).

Eserleri

1. İsbâtü’n-nübüvve. Allah inancına paralel olarak peygamberliğe inancın da zorunlu olduğunu ispat etmeyi amaçlayan eser, Ekber Şah’ın “dîn-i ilâhî” adıyla savunduğu sinkretizm bütün din­lere aynı anda inanma anlayışı tarafından desteklenen şüpheciliğe karşı kaleme alınmıştır. Arapça yazılan kitap Gulâm Mustafa Han tarafından Urduca tercü­mesiyle birlikte yayımlanmıştır (Karaçi 1383/1963).

2. Teyîd-i Ehli’s-sünne (Redd-i Reuâftz). İran Şiî ulemâsı ile Mâverâünnehir Sünnî ulemâsı arasındaki bir tartışmanın ürünü olan eser Şîa’ya bir reddiyedir. Sirhindî’nin, ileride kendisini takip edecek olan Nakşibendî geleneği çizgisine miras bırakacağı kuvvetli Şîa düşmanlığının zeminini hazırlayan eseri Gulâm Mustafa Han Farsça metni ve Ur­duca çevirisiyle birlikte neşretmiştir (Ka­raçi 1384/1964).

3. Mektûbât. Sirhindî’­nin görüşlerini yansıtan eser mektupla­rının derlenmesiyle meydana gelmiştir.

Üç ciltten (defter) oluşan kitabın ilk cildi 1023(1616) yılında Yâr Muhammed Talkânî tarafından derlenmiş olup 313 mek­tup. 1028’de (1619) Abdülhay Pütnî ta­rafından derlenen II. cilt doksan dokuz mektup, Sirhindî’nin ölümünden sonra Muhammed Hâşim-i Kişmî tarafından derlenen III. cilt 114 ve daha sonra ekle­nen on mektupla birlikte eser toplam 536 mektup ihtiva eder. Hint yarımadası, Or­ta Asya ve Türkiye’deki kütüphanelerde çok sayıda yazma nüshası bulunan Mek-tûbât’m edebî değeri pekyüksek değildir. Birkaçı dışında bütün mektuplar Farsça’­dır. Eserin iki cilt halinde çeşitli baskıları yapılmıştır. Mektûbât, Müstakimzâde Süleyman Sâded-din Efendi tarafından 1158’de (1745) ağ­dalı bir dille Türkçe’ye (İstanbul 1277), Muhammed Murad el-Kazânî tarafından Arapça’ya (Mekke 1317) tercüme edilmiş­tir. Arapça tercüme bazı yerlerde Farsça aslından daha anlaşılır niteliktedir. Hü­seyin Hilmi Işık eserin ilk cildini (istanbul 1968), Abdülkadir Akçiçek Arapça tercümesinin tamamını (İstanbul 1979) Türk­çe’ye çevirmiştir. Mektûbât’m Kadı Alîmüddin tarafından yapılmış Urduca ter­cümesi de bulunmaktadır (Lahor 1913). Eserin bazı bölümleri ayrıca yayımlan­mıştır.

Sirhindî’nin diğer eserleri şunlardır: Mü/tâşed Ayniyye (Karaçi 1384/1965); Havâşî ve Tcflîkât ber Şerh-i Rubâciyyât-ı Hâce Bâkî-Billâh (Karaçi 1386/ 1966); Ma’ârif-i Ledünniyye (Karaçi 1388/1968); Mebde1 ü Me’âd (Karaçi 1403/1983); Risâle-i Tehlîliyye (Karaçi 1403/1983).

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski