Osmanlı Hicaz Eyaleti, Dönemi, Tarihi, Hakkında Bilgi

Mekke, Medine ve Cidde ile bunlara bağlı kaza ve nahiyeler­den oluşan ve doğudan Necid, batıdan Kjzıldeniz, güneyden Asır sancağı, kuzey­den Kudüs sancağı ve Arîş, Akabe muha­fızlıkları ile çevrili bölgeye Osmanlı idarî taksimatında Hicaz eyaleti (vilâyeti) adı verilmekteydi. Yavuz Sultan Selim’in Mı­sır’ı fethinden (1517) sonra “sulhen” ve “teyemmünen” Osmanlı yönetimine ge­çen Hicaz’da Mekke emirlerinin eskiden beri sahip oldukları imtiyazlı statüler ay­nen korundu. Vezir rütbesinde bulunan Mekke emirleri berat veya menşur ile ta­yin ediliyordu. Bütün Hicaz bölgesinde Os­manlı padişahları adına hutbe okunduğu halde mukaddes yerlere ve peygamber soyundan gelen emirlere duyulan saygı­dan dolayı Mekke ve Medine kalelerine XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osman­lı bayrağı çekilmedi. Ancak bu dönemde sömürgeleşen İslâm ülkelerinden Hicaz’a gelen müslümanlann giderek artmasını dikkate alan Osmanlı Devleti hâkimiyet nişanesi olarak mezkûr kalelere bayrak asılmasına ihtiyaç duydu.

Hicaz bölgesinin idarî ve malî işleri baş­langıçta Mısır valileri tarafından yürütül­mekteydi. Bununla birlikte Mekke ve Me­dine’nin kadı, nâzır-i emval ve şeyhülha-rem gibi görevlileri merkezden tayin edil­mekteydi. Bölgenin bütün masrafları Mı­sır hazinesinden ve Cidde gümrük gelir­lerinden karşılanıyordu. Daha sonra Mı­sır’dan ayrılan Hicaz bir süre Cidde san­cak beyinin idaresi altında kaldı. Cidde sancak beyliği ve Habeş valiliği bazan bir kişiye tevcih edilirdi. Cidde sancak beyli­ğinin Mısır valisine bırakıldığı da olurdu. Bu durumda Mısır valisi Cidde’ye bir mü­tesellim gönderirdi. Bölge, XVII. yüzyıl­dan itibaren daha çok Habeş eyaletiyte birlikte yönetildi: XVIII. yüzyılda Cidde eyaleti valisi, Habeş beylerbeyi ve Mekke şeyhülharemi unvanlanyla anılan vali, Mekke ve Medine ile birlikte Habeş eya­letine bağlı Sevâkin ve Masavva’ı da yönet­mekteydi. Vezir rütbesinde bulunan ve Mekke, Medine, Tâif veya Cidde’de otura-bilen Cidde valileri, “aktâr-ı Hicâziyye nâ­zın” sıfatıyla hac zamanında hacıların her türlü ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü idiler; Cidde gümrüğünün kontrolü de on­lara aitti. Valinin tayin ettiği “nâibü’l-harem” onun adına Harem-i şerifin işlerine bakardı; bedevi Araplar’ın (urban) idaresi ise daha çok Mekke emirlerine bırakılmış­tı. Emîrler hac yollarının ve kervanların güvenliğini sağlamada da valiye yardımcı oluyorlardı. Ancak merkezî hükümetin Mekke emirleriyle valilerin görev ve yet­kilerini açık bir şekilde belirlememesi çok defa bu iki görevli arasında yetki anlaş­mazlığına sebep oluyordu.

Hicaz’da Mekke ve Medine kadıları, şey-hülharemler, Kabe miftahdarlan gibi kla­sik görevlilerden başka valinin maiyetin­de 200 kadar Cidde kulu. sekiz çorbacı, sancaktar, alemdar, debbûs çavuşu ve ka­le kethüdası bulunuyordu. Hicaz’ın idare­si Osmanlılar için bir prestij meselesi sa­yıldığından halkı vergiden ve askerlikten muaf tutulmuştu. Devlet hiçbir fedakâr­lıktan kaçınmayarak bölgeyi düzenli bi­çimde imar etmekte ve halkın ihtiyaçla­rını karşılamaktaydı. Fakat 1744’te Necid’de dinî bir hareket olarak ortaya çı­kan ve Suûd ailesinin benimsemesiyle siyasî bir hüviyet kazanan Vehhâbîlik, 1750’lerden itibaren Hicaz bölgesi için tehlike oluşturmaya başladı ve Osmanlı Devleti’nin buradaki idarî düzenini sars­tı. Babıâli, Vehhâbîler’le Mekke şerifleri arasındaki mücadelede şeriflere çevre va­lileri eliyle yardım etmeye çalıştı; fakat Vehhâbîler’İn Haremeyn’i ele geçirmesi­ne engel olamadı (18011. Şerif Gâlib ve Cidde Valisi Şerif Paşa Mekke’yi geri aldılarsa da şehir 1806’da tekrar el değiştir­di. Hicaz’a hâkim olan Vehhâbîler hutbe­lerde padişahın isminin okunmasını ya­sakladılar. Ayrıca dört mezhebe ait üst düzey görevler ilga edildi, memurlarının görevlerine son verildi ve yerlerine Vehhâbî görüşleri benimseyenler tayin edil­di. Bu sırada Napolyon’un Mısır’ı işgali­nin doğurduğu meselelerle uğraşan Osmanlı Devleti onlara karşı köklü bir ted­bir alamadı. Bölgeyi yağmalayan ve hac yollarının emniyetini tehdit eden Vehhâ­bîler ancak Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından durdurulabildif 1818). Meh­med Ali Paşa, önce oğlu Tosun Paşa’yı, onun ölümünün ardından da diğer oğlu İbrahim Paşa’yı Hicaz’a göndererek sekiz yıl süren bir mücadele sonunda Vehhâbîler’i Hicaz’dan çıkardı. Bu olay İstan­bul’da sevinçle karşılandı. Gazi unvanı alan II. Mahmud, İbrahim Paşa’yı Cidde san­cağı ile birlikte Habeş eyaleti valiliğine ve Mekke şeyhülharemliğine getirdi. Böylece Hicaz bir anlamda Mısır valisinin vesaye­tine verilmiş oldu. Mısır orduları kuman­danlığı da uhdesinde bulunan İbrahim Paşa Cidde’de oturmuyordu; bölgenin yönetimi valilik veya muhafızlık yetkileri tanınan kumandanlara bırakılmıştı. Ya­kınlarını kumandanlığa getiren Mehmed Ali Paşa. Hicaz’ın idarî yapısında önemli değişikliklere gitmedi. Sadece şeriflerin Cidde gümrüğünden almakta oldukları paylan kaldırarak bunları Mısır hazinesi­ne devretti. Fakat bölgenin idaresi pek de kolay olmadı. Mısırlı memurlarla kabi­le reislerinin anlaşamamaları bazı isyan­ların çıkmasına yol açtı. Zevî Zeyd ailesin­den Şerif Yahya isyan ettiği için, bu isyan Mısır’dan gönderilen askerî birliklerle bastırıldıktan sonra şeriflik Zevî Avn aile­sinden İbn Avn’a (Muhammed b. Abdülmu-în) verildi (1827). Hicaz’da Mısır idaresi­ne karşı en ciddi ayaklanmayı, “Türkçe bilmez” lakabıyla ünlü Arnavut Mehmed Ağa başlattı (1832). Ulufelerini alamayan birtakım başı bozuk Arnavut ve Türk as­kerini etrafına toplayan Mehmed Ağa kendisini Hicaz valisi ilân ederek Mekke üzerine yürüdü; fakat Miralay İsmail Bey tarafından püskürtüldü. Mısır valisinin bağımsız davranışlarından rahatsız olan Babıâli isyana tepki göstermedi, hatta benimser bir tavır içine girdi. Mehmed Ali Paşa ise Yeğen Ahmed Paşa kuman­dasında yaklaşık 20.000 kişilik bir kuvve­ti Hicaz’a göndererek isyanı bastırdı ve bölgeyi, Mısır meselesinin büyük devlet­lerin araya girmesiyle halledilmesine ka­dar (1840) elinde tuttu; idare ancak bu tarihten sonra tekrar doğrudan Babıâli’­nin kontrolüne geçti.

Osmanlı Devleti, o sırada Medine şey­hülharemi olan Osman Paşa’yı Cidde vali­liğine tayin ederek bölgede yeni düzenle­melere girişti. Mısır eyaleti veraset yo­luyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakıldığından Hicaz’ın sınırları yeniden belirlendi. Mekke, Medine, Cidde, Yenbu’. Tâif, Tebük ve Râbiğ gibi önemli şehirleri içine alan eya­let kuzeyde Akabe körfezine kadar daya­nıyor ve yaklaşık 45.200 km2>lik geniş bir alanı kapsıyordu; Kızıldeniz’in batı sahil­leri de eskiden olduğu gibi yine buraya bağlanmıştı. Bu kadar geniş bir alanda sağlıklı bir mülkî düzenleme ancak ordu desteğiyle yapılabilirdi; fakat devletin için­de bulunduğu şartlar buna müsait değil­di. Başlangıçta sevkedilen 2000 kişilik as­kerden terhis olanların yerine ulaşım güç­lüğünden dolayı yenileri gönderilemediği için erat mevcudu kısa sürede 800 kişiye düştü. Önceleri daha ziyade başıbozuk askerlerin İstihdam edildiği Hicaz’a Sü­veyş Kanalı’nın açılmasından {1869) son­ra merkezden düzenli asker şevkine baş­landı. Bölgedeki kaleler tamir edildi ve buralara yerleştirilen birliklerden başka Mekke-Medine arasındaki yolların emni­yetini sağlamak üzere 1500 kişilik bir sey­yar kuvvet oluşturulması kararlaştırıldı. Hi­caz’a ayrı bir önem veren II. Abdülhamid döneminde de (1876-1909) ayrıca zapti­ye ve jandarma alayları kuruldu. Bunlara ilâve olarak düzensiz askerlerin kullanıl­masına yine devam edilmiştir. Nitekim Mekke emîrinin kontrolünde bulunan 200-300 kişilik Bîşe ve Medine-Yenbu arasında yol güvenliğini sağlamakla gö­revli 200 civarındaki Ukayl birlikleri de Hicaz’ın güvenliğine katkıda bulunmak­taydı.

Bu dönemde Hicaz eyaleti. Cidde mer­kez olmak üzere dört kaymakamlık ve üç muhafızlıktan oluşmaktaydı. Kaymakam­lık ve muhafızlıklara merkezden tayinler yapıldı. 186O’lı yıllara gelindiğinde dev­letin burada teşkilâtlanma bakımından hayli mesafe katettiği görülmektedir. Hicaz eyaleti 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre vilâyete dönüş­türülerek (1868) sancak, kaza ve nahiye şeklinde yeniden teşkilâtlandırıldı. Mek­ke vilâyet merkezi yapılıp eski eyalet mer­kezi Cidde ile Medine birer sancak haline getirildi ve Cidde kaymakamına “vali kay­makamı” unvanı verildi; Medine ise eski­si gibi şeyhülharemliği de uhdesinde bu­lunduran bir muhafızın idaresine bırakıl­dı. Yenbu’, Leys, el-Vech ve Akabe kaza, Tâif, Râbiğ, el-Ulâ ve Hayber de nahiye merkezi oldu. Vilâyet merkeziyle sancak­larda idare meclisleri, ayrıca Mekke, Me­dine ve Cidde’de belediye teşkilâtları ku­ruldu. 1869’da yapılan yeni bir düzenle­me ile Medine’de muhafızlık ve şeyhülha-remlik görevleri birbirinden ayrıldı. Daha sonra vilâyet kanununun uygulanmasın­dan doğan malî zorluklar yüzünden Hi­caz valiliği mutasarrıflığa dönüştürüidüyse de (1872) kısa sürede bu kadar geniş bir bölgenin mutasarrıflıkla idaresinin im­kânsızlığı anlaşıldı ve tekrar eski sistem benimsendi (1875). Mekke, Medine ve Cidde sancaklarından oluşan Hicaz vilâye­ti, bu durumunu küçük değişikliklerle Os­manlı döneminin sonuna kadar korudu.

Osmanlı yönetimi, Hicaz’da Tanzimat reformlarını uygulamak istediyse de ka­nunlara karşı mahallî geleneklere bağlılı­ğı tercih eden halkın tepkisi buna imkân tanımadı. Ayrıca Mekke emîrleriyle mer­kezden giden idareciler arasındaki anlaş­mazlıklar da buna fırsat vermiyor, reform­lar sebebiyle sık sık isyan çıkarılıyordu. 1857’de köle ticaretini yasaklayan ferma­nın hükümleri böyle bir isyan yüzünden uygulanamadı. Ertesi yıl Cidde’de bir dük­kânda alkollü içki satıldığı bahanesiyle başlayan olaylar, pek çok gayri müslimin ölümüne ve Batılı büyük devletlerle Os­manlı Devleti arasında siyasî kriz çıkma­sına sebep oldu. Ancak bütün bu tepki­lere rağmen bazı önemli adımlar atıldı. 1860’ta başlayan Mekke’deki Mecidiye Hükümet Konağı inşaatı II. Abdülhamid döneminde tamamlandı. Posta ve telgraf idareleri kuruldu. Kızıldeniz limanlarının hepsinde gümrük idareleri oluşturuldu. Hacılar için Mekke ve Medine’de misafir­haneler inşa edildi. Hastahaneler. karan­tinalar, sıhhiye idareleri, suyolları ve çeş­meler faaliyete geçirildi. Hicaz demiryo­lunun açılmasından (1908) sonra İstan­bul ile doğrudan bağlantılı bir merkez ha­line gelen Medine, idarî bakımdan Hicaz’­dan ayrılarak başşehre bağlı bir sancak oldu. Cidde vali kaymakamlığı unvanı da mutasarrıf­lığa dönüştürüldü (1910).

Bölgede mülkî ve askerî teşkilâtlanma­nın yanında din. hukuk ve eğitim konula­rında da birtakım düzenlemeler yapıl­dı. Mekke kadısı eskiden olduğu gibi şer’î mahkemenin başkanlığında bırakıldı. Di­nî işler Mekke emîriyle iş birliği halinde bulunan Mekke müftüsü, şeyhülharem-ler ve Harem-i şerif müdürleri eliyle yürü­tülmekteydi. Müftüler Yavuz Sultan Se­lim zamanından beri İstanbul’dan tayin ediliyordu. Dört mezhep İçin ayn ayn müf­tü görevlendiren Babıâli, her mezhebin fıkhına göre hüküm veren mahkemeler oluşturmuştu. Mekke ve Medine kadıları ile müftülerin bazan uzun yıllar aynı aile­nin fertlerinden seçildiği de oluyordu. Ha­remeyn’de müderrisler halka açık dersler veriyordu. Bu müderrislerin sayısı Ka­be’de yaklaşık altmış ve Mescid-i Nebe-vî’de ise on iki civarındaydı. Dersler Hane­fî ve Şafiî fıkhına göre yapılıyordu. Bede­vilere dinî bilgileri öğretmek için altmış kadar öğretmen tayin edilmişti. Mekke’­de on iki, Medine’de on yedi medrese bu­lunuyordu. Tanzimat’tan sonra modern eğitim kurumları ve kütüphaneler açıl­dı. 1874’ten itibaren Hicaz’da rüşdiyeler eğitime başladı. II. Meşrutiyet dönemin­de ibtidâî mekteplerin çoğaltılmasına ça­lışıldı. Arap ve Türk aydınlarının kurduğu Cem’iyyet-İ Hayriyye-i İslâmiyye’nin gay­retleriyle Medine’de 1913’te fen ve ilahi­yat konularının okutulduğu Medrese-i Külliyye-i İslâmiyye kuruldu. Hicaz’da ilk matbaa. Osman Nu­ri Paşa’nın ilk valiliği zamanında (1882-1886) faaliyete geçti. Vilâyet genelinde eğitim dahil idarî ve mülkî hizmetlerde çok sayıda personel görev yapmaktaydı. Bunların bir kısmı maaşlarını devletten alıyor, gönüllü olarak çalışanlarına ise mer­kezden gönderilen yardımlardan verili­yordu.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında tedricî fa­kat istikrarlı bir şekilde uygulanan poli­tikalar sonunda Hicaz’da merkezî hükü­metin etkinliği giderek arttı. Hicaz de­miryolunun açılması ve bölgenin telgraf hatlarıyla donatılması Osmanlı nüfuzu­nun daha da pekişmesine katkı sağladı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra merke­ziyetçi politikalara hız verilirken 1908’de emirliğe tayin edilen Şûrâ-yı Devlet âzası Şerîf Hüseyin’in karşı politikalarıyla karşı­laşıldı. Bu durum, emîrlerle merkezden gönderilen idareciler arasındaki mücade­leyi artırdı. Merkezî hükümetin kontrolün­den duyduğu rahatsızlığı açıklamaktan çekinmeyen Şerîf Hüseyin valilerin faali­yetlerini engellemeye çalıştı; daha sonra da I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerce anlaşıp Osmanlı Devletİ’ne karşı isyan etti (Haziran 1916) ve İngİlizler’le Fransızlar’ın desteğiyle Medine hariç Hicaz’ın büyük bir kısmını ele geçirerek kendisini Arap topraklarının kralı (melikü’l-bilâdi’l-Arabiyye) ilân etti. Babıâli, Zevî Zeyd ailesinden Şe­rif Ali Haydar’ı Mekke emirliğine tayin et­tiyse de Şerîf Ali Mekke’ye giremedi ve gö­revini Medine’de sürdürdü. İngilizler Suri­ye’yi işgal ederek Hicaz’ın İstanbul ile olan irtibatını kestikleri halde Fahreddin Paşa Medine’yi teslim etmedi. Ancak Mondros Mütarekesi’ne(30Ekim 1918) rağmen di­renmeye devam eden paşa. 10 Ocak 1919′-da subaylarının baskısı üzerine iki buçuk yıldır savunduğu Medine’den çıkmak zorunda kaldı. Böylece Hicaz bölgesinde yak­laşık dört asır devam eden Osmanlı hâki­miyeti fiilen sona ermiş oldu.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski