Osmanlılar’in İran bölgesine hâkim olan devletlerle siyasî münasebetleri, Fâtih Sultan Mehmed döneminde Anadolu’da Türk birliğinin teşekkülü sırasında gerçekleşmiştir. XV. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’nun doğu kesimine doğru ilerleme siyaseti takip eden Fâtih, Diyarbekir ve Tebriz merkez olmak üzere Doğu Anadolu, Kuzey İrak ve İran’ın büyük bir kısmını hâkimiyeti altında bulunduran Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’la rekabet içine girmişti. Uzun Hasan’ın Trabzon-Rum İmparatorluğu ile Karamanoğulları Bey-liği’ni koruma gayretleri ve Orta Anadolu’ya yönelik faaliyetleri Osmanlı-Akkoyunlu savaşını kaçınılmaz hale getirmiş. İki müslüman Türk devleti arasında başlayan çatışmalar, 1473’te vuku bulan Ot-lukbeli Meydan Savaşı’nda Osmanlılar’ın kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Osmanlılar’ın İran’a yönelik asıl siyasî ve askerî ilgileri, din ve dünya görüşleri bakımından farklı bir ideolojiye sahip olarak ortaya çıkan Safevî Devleti’nin kuruluşuyla daha da arttı.
XVI. yüzyılın başlarında zayıflamaya devam eden Akkoyunlu Devleti toprakları hızla gelişen Safevîler’in eline geçti. Safevî Şahı İsmail’in ön ayak olduğu iktidar mücadelesinde dayandığı başlıca kuvveti. Anadolu’dan Azerbaycan ve İran’a göç etmiş olan Oğuz-Türkmen kabileleri teşkil ediyordu. Bu oymaklar arasında XV. yüzyılda Anadolu’da İmâmiyye Şiîliği inancının, önceleri biraz daha basit ve İslâm öncesi Türk inançlarına fazla yer veren bir senkretizm şeklinde etkili olmasında Safevî ocağı şeyhleri Cüneyd ve oğlu Haydar’ın (Şah İsmail’in babası) önemli payı olmuştu. İsmail ve onun müridlerininyeni devlet kurmak için başlattıkları askerî ve siyasî faaliyetleri, Şiî inancı ve mezhebinin yayılması, resmîleştirilmesi yolundaki hareketleri, Şiîliğe mütemayil Türkmen kabilelerinin mezhebî duygularını istismar etmelerine zemin hazırladı. Anadolu’nun büyük kısmını saran ekonomik-sosyal kökenli huzursuzluklar konar göçer grupların Alevîlik, Bektaşîlik ve Şiîliğe açık sempatilerinin de rolüyle Şah İsmail’in giriştiği siyasî-mezhebî mücadelede önemli bir âmil oldu.
Oğuz-Türkmen oymakları içinde Şeyh Oğlu adıyla tanınan İsmail, kendisinin İmam Ali ailesine mensubiyetini nefeslerinde iddia etmekle beraber annesi tarafından Uzun Hasan’ın torunu olmasından da faydalanmaktaydı. Akkoyunlu hükümdarlarından Elvend’e karşı Nahcıvan yöresinde kazandığı savaştan (1501) sonra Tebriz’e giren İsmail, müridleri tarafından Uzun Hasan’ın ikametgâhına getirilerek dedesinin tahtına oturtulmuştu. Venedik’in Tebriz’deki resmî temsilcisi. İsmail’in bir şah gibi tanınmasında Uzun Hasan’ın torunu olmasının büyük payı olduğunu belirtmektedir. Doğu sınırlarında meydana gelen bu değişiklik II. Bayezid’i oldukça endişelendirmiş. Osmanlı idaresi altındaki topraklarda yaşayan Şiî temayüllü Türkmen grupları üzerindeki etkili Safevî propagandası iki devleti karşı karşıya getirmişti. Ancak bu durum sıcak bir çatışmaya yol açmadı; II. Bayezid. sınır boylarında ve Türkmen gruplarının kalabalık olarak bulundukları yerlerde propaganda amacıyla gelip giden ve halife denilen ajanlara karşı sert tedbirler aldı. Buna rağmen Safevîler bu gruplar üzerinde etkili oldular ve 1511′-de Teke bölgesi Türkmenlerinin de desteklediği Şahkulu isyanı patlak verdi. Ardından Nûreddin Şah İsmâirin emriyle Varsak, Afşarlı, Karamanlı, Bozoklu ve başka Türkmen topluluklarından Safevîler için Anadolu’dan asker toplamakla görevlendirildi. Şah İsmail’in etkili propagandası sonucu onu gerek dinî bir lider gerekse kazandığı zaferlerle bir kahraman olarak gören ve merkezî idarenin sistemi icabı aldığı tedbirlerden memnun olmayan Türkmen kitleleri Orta ve Doğu Anadolu’dan İran tarafına göç ettiler. Bu göçler ve isyanlar Anadolu’nun emniyetini artık iyice sarsmaya başlayınca tehlikeyi daha şehzadeliği sırasında anlamış olan yeni Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim İran seferine çıkmaya karar verdi.
Ulemâdan, Şîa mezhebine mensup olanlarla savaşmanın caiz olduğuna dair fetva alan Yavuz Sultan Selim’İn esaslı bir hazırlıktan sonra, genişlemeye başlayan ve Anadolu’da mevcut nizamı altüst eden Safevî Devleti’nin “kökünü kazımak” ve doğudaki yarı müstakil mahallî beylerin ve diğer teşekküllerin kendine bağlılığını güçlendirmek amacıyla çıktığı sefer Çaldıran ovasında Şah İsmail’in hezimetiyle sonuçlandı (920/1514). Savaşın ardından Osmanlı orduları Tebriz’e girdi. Böylece Osmanlılar doğrudan doğruya İran’a adım atmış oluyorlardı. Azerbaycan’da fütuhatı genişletmek niyetinde olan Yavuz Sultan Selim yeniçerilerin muhalefeti yüzünden ele geçirdiği yerleri, bu arada Tebriz’i boşaltıp geri döndü. Dönüş sırasında, o zamanki İslâm dünyasının en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Tebriz’in ilim ve sanat erbabından çoğunu aileleriyle birlikte İstanbul’a göç ettirdi.
Çaldıran Savaşı’ndan önce Şah İsmail’e tâbi olan topraklar Fırat nehrine kadar uzanıyordu. Bu savaşın ardından Yavuz Sultan Selim’İn doğuda uyguladığı askerî ve siyasî tedbirler Diyarbekir, el-Cezîre ve Kuzey İrak’ın bazı bölgelerindeki yerli beylerin birçoğunun bağlılığını sağlamıştı. Mısır’ın fethinden sonra Şah İsmail’in barış ricasıyla İstanbul’a gelen elçisine olumlu bir cevap vermeyen Yavuz Sultan Selim. İslâm dünyasının lideri olma iddiasını daha da pekiştirmek için Şîa’nın kökünü kazımak ve İran ülkesini fethetmek düşüncesine daha sıkı bağlandı. 925’te (1519) başlayan Celâlî isyanı. Düzmece Murad olayı vb. iç karışıklıklar, onun bu fikrini gerçekleştirmesini daha da âcil hale getirdiyse de bu meselelerle olan meşguliyeti ve hemen ardından vefatı ikinci İran seferine çıkmasını engelledi.
Kanunî Sultan Süleyman ve Şah Tah-masb’ın hâkimiyet yılları Osmanlı-Safevî münasebetlerine, dolayısıyla da İran tarihine yeni bir safha kazandırdı. 930’da (1524) Şah İsmail’in ölümünden sonra baş gösteren karışıklıklar, o sıralarda bütün dikkatlerini Batı’ya yöneltmiş olan Osmanlılar’ın ilgisini pek çekmedi. Ancak Bağdat hâkimi Zülfikar’ın isyanı ve Kanû-nî’ye bağlılık bildirmesi, Tebriz’de Ulama Han’ın Tahmasb’dan yüz çevirip Osmanlı sarayına ilticası gibi olaylar, iki devlet arasındaki ihtilâfın şiddetlenmesine ve neticede Kanûnî’nin Irakeyn Seferi’ne çıkmasına yol açtı. Öncü birliklerin ardından bizzat Kanûnî’nin başında bulunduğu kalabalık bir ordu Azerbaycan’a ulaşıp Tebriz. Sultaniye, Hemedan ve diğer şehir ve bölgeleri zaptetti.[941/1 534 yılı sonbaharı] Ardından Osmanlılar savaşmadan Bağdat’a girdiler. 941 (1535) baharında Safevî kuvvetlerinin Tebriz üzerine yürüdüğünü haber alan Kanunî. Bağdat’tan Azerbaycan’a hareket edilmesine karar verdi. Bu arada barış teklifi reddedilen Tahmasb, Tebriz’den Dergezîn tarafına çekilmişti. Irakeyn Seferi, Irâk-ı Arab’da Osmanlı hâkimiyetinin güçlenmesini sağladı, fakat Azerbaycan kesiminde ilki kadar başarılı olunamadı. Bunda ekonomik durumun elverişli olmaması, Safevî taraftarlarının dayanışma ve direniş içinde bulunmaları gibi sebepler Önemli rol oynadı; Osmanlı ordusu buradan çekilmek zorunda kaldı.
Tahmasb’ın Osmanlı sarayına iltica eden kardeşi Elkas Mirza’nın teşvikiyle Kanunî Sultan Süleyman’ın 955 (1548) baharında giriştiği yeni İran seferi sonunda Van ve çevresi Osmanlı idaresine katıldı. Fakat Elkas’ın, Tebriz’in fethedilmesi durumunda İran’daki han ve beylerin Tahmasb’dan yüz çevireceklerine dair söyledikleri doğru çıkmamış, Azerbaycan Osmanlı ordusu tarafından zaptedildik-ten sonra onun kendi maiyetinde olan Acem beyleri bile şah tarafına kaçmışlardı. Bu yüzden Kanunî, Azerbaycan’da askerî harekâtı genişletmekten vazgeçti; üçüncü vezir Kara Ahmed Paşa’nın Gürcistan üzerine gerçekleştirdiği askerî seferden başarıyla dönüşünün ardından İstanbul’a doğru yola çıktı.
Osmanlı ordusunun geri dönüşünden üç yıl sonra Şah Tahmasb ve oğlunun başında bulunduğu Safevî kuvvetleri, Doğu Anadolu’nun Osmanlı idaresi altındaki şehir ve bölgelerinde [Kars, Erzurum. Ahlat, Erzincan, Bayburt ve diğerleri] büyük bir yağma ve tahribata giriştiler. Buna benzer hareketler, meselâ otlakların yakılması, yiyecek maddelerinin yok edilmesi, yerleşmiş ahalinin zorla göç ettirilmesi, Safevîler’ce kendilerine tâbi Azerbaycan arazisinde de uygulanmaktaydı. Önceleri de yapılan bu gibi hareketlerde esas gaye. Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmak için geçeceği yolların etrafını ıssız ve çorak hale getirmekti. Tahmasb, birkaç defa yayımlanmış olan tezkiresinde bunu bir tedbir olarak niteleyip Osmanlılar’la askerî mücadelede önemli bir taktik şeklinde yorumlamaktadır. Hatta Kanunî Sultan Süleyman, çıkacağı yeni şark seferinde bu taktiği hesaba katarak başka bir yolu tercih etmişti. Nitekim 961 (1554) yazında Osmanlı ordusu Gürcistan üzerinden Nahcıvan’a yöneldi. Diyar-bekir Beylerbeyi İskender Paşa, Arpaçayı civarında Safevî askerlerini bozguna uğrattı. Daha önce Safevîler’İn yaptığı tahribatın intikamı olarak Sa’dçukuru (Revan), Karabağ ve Nahcıvan yağmalanıp tahrip edildi; Azerbaycan semtine gönderilen Kürt beyleri Merâga ve Sehend’i talan ettiler. Ancak diğer seferlerde olduğu gibi erzak ve mühimmat sıkıntısı, gerekli muhaberenin yapılamaması, Safevî askerlerinin geniş bir saldırıya hazırlandığı haberi üzerine Kanunî Anadolu’ya döndü ve gerekli hazırlıkları tamamlayıp ertesi yıl yeniden sefere çıkma gayesiyle Amasya’da kışladı. Osmanlıordusunun sınır boylarına yakın yerlerde kışlaması üzerine Safevîler barış teşebbüsünde bulundular. Kanunî de uzun ve yorucu yeni bir sefer yerine uygun şartlar altında barışı kabul etti. Safevî elçisinin Amasya’da kabulünden sonra kendisine verilen 11 Receb962 (1 Haziran 1555) tarihli mektup antlaşmanın ana unsurlarını belirlemekteydi. Antlaşma, doğudaki Safevî Devleti’nin varlığının kabul edilmesi ve ona son vermek amacından vazgeçildiğini göstermesi açısından önemlidir. Antlaşma ile Irâk-ı Arab, Van gölü çevresi. Şehrizor eyaleti, Batı Gürcistan’daki prensliklerin [Başıaçık İmereti, Guriel, Megrel] Osmanlı tâbiiyetinde bulunduğunu. Azerbaycan ve Güney Kafkasya’nın orta ve doğu kısımlarının Safevî toprakları olduğunu tesbit etmekteydi. Ayrıca dinî konular üzerinde önemle duruluyordu.
Amasya barışı, Osmanlı ve Safevî topraklarında iktisadî ve ticarî gelişmeye yardım eden önemli bir âmil oldu. Tahmasb ile Kanunî Sultan Süleyman arasındaki resmî yazışmalar, her iki hükümdarın barışın korunması için büyük titizlik gösterdiğini doğrulamaktadır. Her iki devletin barış ilkelerine gösterdiği saygı, Şehzade Bayezid’in 967’de (1560) oğulları ile Safevî sarayına ilticası sırasında dahi resmî münasebetlere zarar vermemişti. Tahmasb’ın bu siyasetini Kanûnî’nin vefatından sonra da sürdürdüğü bilinmektedir. Nitekim Kanûnî’nin Ölümü ve II. Selim’in tahta çıkışı dolayısıyla Osmanlı sarayına gönderdiği mektup şekil ve görünüş İtibariyle oldukça gösterişli, muhteviyatı bakımından da ilginçtir. Tahmasb’ın hastalığı ve ardından ölümü üzerine İran’da baş gösteren karışıklıklar, II. Şah İsmail’in olumsuz faaliyetleri, sınır boylarındaki beylerin davranışları ve Anadolu’da Safevî propagandasının hızlanışı Osmanlılar yeni bir İran seferine çıkardı. Savaş Azerbaycan’ın sınır bölgelerine saldırılarla başladı. Lala Mustafa Paşa ser-darlığındaki kalabalık bir ordu Gürcistan üzerine hareket etti (986/1578). Çıldır’da Safevî birlikleri ağır bir yenilgiye uğratıldıktan sonra Kafkasya’dan saldırıya geçildi. Bu olaylarla başlayan yeni savaş dönemi 998 (1590) yılına kadar sürdü. Bu dönem zarfında Osmanlılar ilk defa Kaf-kaslar’da tutunmaya çalıştılar ve Hazar kıyılarına ulaştılar. Fakat burada uzun süre kalamadılar. Zira Osmanlı ordusu geniş bir coğrafî sahada, Güney İran’dan Kuzey Kafkasya’ya kadar önemli askerî başarılar kazanmış ve birçok yeri eline geçirmiş olmasına rağmen direnişi kıramadığı gibi Osmanlı hâkimiyeti de bu bölgedeki halk tarafından muhtemelen dinî özellik sebebiyle tam olarak benimsenmemişti. Safevî askerleri ve onların Gürcü müttefiklerini yenerek Şirvan’da 991’de (1583) yeniden Osmanlı idaresini yerleştiren Özdemiroğlu Osman Paşa aynı yılın sonbaharında ordusu başında Kırım’a vardı. Osmanlılar’ın dönüş yolu üzerindeki bazı bölgelerde Rus Kazakları’nın otları yakması ve zaman zaman arkadan ordu birliklerine âni baskınlar düzenlemesi neticesinde Osman Paşa büyük kayıplar verdi. Rusya diplomatları. lS97-1599’da Safevîler’i Osmanlılar’a karşı müşterek askerî ittifaka teşvik ederken daha önceki bu olayı İran’a askerî yardım gibi izah etmişlerdi. Genellikle askerî garnizonların geniş bir sahaya yayılmış bulunması, aralarındaki irtibatın sağlanamaması, buradaki idarenin yerleştirilmesi ve askerî masraflar için kaynak tahsisi devleti malî zorluklara sürüklemişti. Öte yandan Kazvin’de Safevî tahtında oturan ve Osmanlılar’ın yanında doğudan Özbekler’in baskısına mâruz kalan Şah I. Abbas’ın barış teklifi, sahip olduklan toprakların hukukunu tanımaları dolayısıyla İstanbul’da olumlu karşılandı. 998’de (1590) Osmanlı-Safevî barış antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre bu tarihe kadar Osmanlıların elinde bulunan bölgeler yani Tebriz, Karacadağ, Gence, Karabağ, Şirvan, Gürcistan, Nihâvend, Lûristan ve Şehrizor Osmanlı idaresinde kaldı.
Bu dönemdeki Osmanlı-Safevî savaşları, sınır boylarında yaşayan ahali için kaçınılmaz bir faciaya dönüştü. Hem Osmanlı hem Safevî kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bu hareketler zaman zaman ağır yağma ve tahribat ölçülerine ulaşmıştı. 998 (1590) antlaşmasının ardından ülkesinde siyasî sükûneti sağlayıp Özbekler’i Horasan’dan çıkaran 1. Abbas, Safevî Devleti’nin dayandığı ana unsur olan Türk oymaklarını kontrol altına aldığı gibi daimî askerî birlikler kurarak ordusunu güçlendirmeye başlamıştı. III. Mehmed döneminin iç karışıklıkları, Celâlî ayaklanmalarının şiddetlenmesi ve uzun Osmanlı-Habsburg savaşları. Şah Abbas’a, 1012’de (1603) barışı bozarak kaybettikleri topraklan geri alma fırsatı verdi. Ayrıca Bağdat eyaleti de Safevîler’in eline geçti. 1021’de (1612) yapılan İstanbul Nasuh Paşa Antlaşması bu fiilî durumu resmî hale getirdiyse de mücadeleyi sona erdirmedi. Antlaşma ayrıca, İran’ın savaşlar boyunca süren ve Osmanlı tekstil sanayiinin önemli ham maddesi olan ipekyasağını da kaldırıyordu. Nitekim Şah I. Abbas, her yıl sultana 200 yük ipek ve 100 akçelik bazı işlenmemiş mallar göndereceğini taahhüt etmekteydi. Antlaşma her iki tarafı da tatmin edici bir nitelikte değildi, özellikle Osmanlı devlet adamları doğudaki toprak kayıplarını telâfi etmek istiyorlardı. Bunun üzerine yeniden başlayan savaş aralıklarla sürdü, 1027’de (1618) Serâb’da yapılan ve önceki barışın şartlarını taşıyan Nasuh Paşa Antlaşması da savaşı durdurmaya yetmedi.
XVI. yüzyılda olduğu gibi bu savaşların esas sebeplerinden biri de iki tarafın milletlerarası ticaret yollarının kontrolünü ellerine geçirmek istemeleriydi. Yeni dönemde savaşların daha çok Irâk-ı Arab’da meydana gelmesi Bağdat, Basra ve civarının ticarî öneminin artması ile açıklanabilir. Nitekim her iki devlet de XVI. yüzyılın sonlarından itibaren karşılıklı olarak birbirine ambargo uygulamış ve her türlü malın geçişini yasaklamıştı. Bağdat birkaç defa elden ele geçti, nihayet 1638’de IV. Murad’ın fethinden sonra 1639’da Zühab’da (Kasnşîrin) akdedilen barış antlaşması Irâk-ı Arab’ı Osmanlı idaresine geri verdi ve güneyde sınırı Şattü-larab nehri teşkil etti bu belgenin Türkçe ve Farsça metinleri şimdiye kadar yalnız Safevî tarihçisi Muhammed Ma’sûm’un eserinde bulunmuştur.
Bu ahidnâme, iki devlet arasında yetmiş beş yıldan fazla süren bir barış devri açtığı gibi ticarî yasakları da kaldırıp eski tarihî yolların yeniden canlanmasına vesile oldu. III. Ahmed, şair Dürrî Ahmed Efendi’yi Safevîler’le siyasî ve ticarî ilişkileri genişletmek üzere İran’a elçi olarak gönderdi (1132/1720). Fakat İran’ı derin bir siyasî bunalıma sokan Afganlı ayaklanmalarının sonuçlan, özellikle Safevî Şahı Hüseyin Mirza’nın zorla tahttan indirilip İsfahan’da şahlık tahtına Afgan emirlerinden Mîr Mahmud’un çıkması, ülkenin birçok bölgesini etkileyen isyanlar İstanbul’un doğu siyasetine yeni bir eğilim kazandırdı.
Yeni şartların etkisi altında Osmanlılar dikkatlerini Kafkasya’ya ve Batı İran’a çevirdiler. Bunda, Çarlık Rusyası’nın Kafkasya ve İran’ın Hazar denizinin güney sahillerini işgal etme girişimlerini önleme isteği önemli rol oynadı. Gürcü Kralı Vahtang ve Ermeni papazlarının yardım ricalarını bahane eden Çar I. Petro’nun gerçekleştirdiği İran seferinden sonra Osmanlı ordusu 1135 (1723) baharında Revan ve Tiflis’i zaptetti. Aynı yılın sonbaharında İran elçisi St. Petersburg’da Rusya ile antlaşma imzaladı. Bu antlaşma ile Hazar denizinin batı ve güney yakalarındaki vilâyetler Rusya’ya ilhak ediliyor, bunun karşılığında Rus Çarlığı şahlık iddiasında olan Tahmasb’a askeri yardımda bulunacağını vaad ediyordu. Bu olay Osmanlı sarayını hayli endişelendirdi. Fransız diplomatlarının aracılığı ile 1136’da (1724) İstanbul’da Rusya ile akdedilen ahidnâme heriki devletin işgalinde bulunan İran ve Kafkasya topraklarının bölüşülmesini resmî hale getiriyordu.
Ahidnâme imzalandıktan sonra Osmanlı ordusu kolayca Hemedan ve Kaz-vin’i ele geçirdiyse de başşehir İsfahan’ın zaptı için yapılan akın sırasında Afganlı Eşref Şah’ın birlikleri Osmanlı askerlerini bozguna uğrattı. Buna rağmen durumu gittikçe kötüleşen Eşref Şah, Osmanlılar’la barış yapmayı tercih etti. Yapılan antlaşmada III. Ahmed’in bütün müslüman-ların halifesi olarak tanındığı belirtiliyordu. Ayrıca İran Mukâsemenâmesi’nde adı geçen İran ve Kafkasya topraklarından başka Hûzistan, Zencan. Kazvin, Sultaniye ve Tahran eyaletleri de Osmanlı idaresine geçmekteydi.
Sünnî mezhebine bağlı Afganlılar’ın İran’da kurduğu devlete karşı mücadele eden Nâdir Beg Afşar’ın 1148 (1736) baharında Mugan sahrasında yapılan kurultayda şah seçilmesiyle İran’ın Osmanlı ve Rusya ile münasebetlerinde yeni bir safha açıldı. Kısa sürede Safevî Devleti’nin siyasî-coğrafî sınırlarından daha geniş bir sahada yeni bir devlet kuran Nâdir Şah, Osmanlı ve Rusya devletleriyle Safevîler’in çöküş döneminde akdedilmiş olan antlaşmaları yürürlükten kaldırdı. Büyük askerî başarılar kazanan Nâdir Şah’ın batıdaki seferleri, hükümdarlığının son döneminde zaman zaman başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Böyle olmakla beraber 1157’de (1744) yeniden şiddetlenen savaşta Nâdir Şah orduları, Kars ve Musul civarında Osmanlı birliklerini ağır yenilgiye uğrattı. Ancak ülkesinin zor ekonomik ve siyasî durumunu göz önüne alan Nâdir Şah barışı kabul etti. Uzun süren görüşmeler neticesinde 17 Şaban 1159’da (4 Eylül 1746) Tahran yakınlarında bir ordugâhta imzalanan Ker-den Antlaşması’nın esas maddesi, IV. Mu-rad devrinde akdedilen Kasrışîrin Antlaşması’nın devlet sınırları hakkındaki şartlarının iki tarafça yeniden tanındığını karara bağlıyordu.
Nâdir Şah ve I. Mahmud arasındaki resmî münasebetlerde dinî inanç ve mezhep meseleleri önemli yer tutuyordu. Nâdir Şah. İmâmiyye (tsnâaşerî) Şîalan’nın riayet ettiği Ca’feriyye’nin. dört Ehl-i sünnet mezhebiyle yanyana bütün müslüman cemaatleri arasında beşinci meşru mezhep gibi tanınması için büyük gayret sar-fediyor ve bu alanda Osmanlı sarayının muvafakatini almaya çalışıyordu. Nâdir Şah’a göre böyle bir ıslahat, İslâm dünyasında siyasî mücadelelerde mezhep ayn-lıklannın istismarını önlemek için yeterli olacaktı. Hem Osmanlı ulemâsı hem de nüfuzlu Şîa müctehidleri. Nâdir Şah’ın bu teklifinin gerçekleşmesini engellemekte başarılı oldular.
Lur asıllı Kerim Han Zend’in Orta ve Batı İran’da hükümdarlığının ilk yıllarında Osmanlı İran münasebetleri sükûnet içinde geçti. Fakat İngiliz ticaret kolonisinin 1184’te (1770) Bûşir’den günden güne gelişmekte olan Basra’ya taşınması Kerim Han’ı endişelendirdi. İki devletin ortak sınırları boyunca yerleşen ve zaman zaman Osmanlı veya İran tâbiiyetinden çıkmak isteyen Kürt oymakları, derebeyleriyle gizli ilişki kuran Kerim Han, Irak’ta yayılmış veba hastalığının ağır sonuçlarından ve siyasî karışıklıktan faydalanarak 1189 (1775) baharında kuvvetlerini Basra ve Irak Kürdistanı’na sefere gönderdi. Basra zapt ve yağma edildi; bu haber İstanbul’a ulaşınca yeni bir Osmanlı-İran mücadelesi başladı. Küçük çaplı bu silâhlı çatışmalar sırasında iki devletin temsilcileri barış görüşmelerini de sürdürüyorlardı. 1192’de (1778) Şîraz’da İran kuvvetlerinin Basra’yı boşaltması hakkında iki devlet arasında anlaşmaya varıldıysa da İranlı askerler, şehri 1193’ün (1779) baharında Kerim Han’ın vefatından sonra ülkede şiddetlenen iç savaşlar sebebiyle terkettiler. Bu arada Basra ve Irâk-ı Arab’ın diğer bölgeleri de yeniden Osmanlı yönetimine geçti. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde Tahran’ı başşehir seçen Kaçar Türk kabilesi soyluları İran’da yeni devlet kurdular. İlk dönemde Osmanlı – Kaçar ilişkileri iyi bir şekilde gelişmesine rağmen sınır hattının güneyinde ve Kuzey Irak kısımlarında Önceleri olduğu gibi zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler bu iyi münasebetleri olumsuz etkiledi. Kürt, Lur, Arap vb. kabileler, İran veya Osmanlı Devleti yetkilileri tarafından suçlandıkları takdirde sınırı geçip komşu ülkeye sığınıyor ve bu tür olaylar iki devlet arasında anlaşmazlığa yol açıyordu. Kerbelâ, Ne-cef ve Kâzımeyn’de yerleşik ahalinin çoğunluğunu teşkil eden Şiîler’le Sünnîler arasında meydana gelen anlaşmazlıklar da bazan Osmanlı – İran ihtilâflarını körüklüyordu. Şahın hacca giden hanımının bulunduğu kervanın Osmanlı temsilcileri tarafından aranmasını bahane eden Veliaht Abbas Mirza, 1821 sonbaharında büyük bir askerî kuvvetle sınırı geçerek Kars ve Bayazıt vilâyetlerini ele geçirdi ve Erzurum’u kuşatma altına aldı. Aynı zamanda İran askerleri tarafından Osmanlı idaresindeki Kuzey Irak ve Bağdat eyaletine geniş çaplı bir saldırı yapıldı. Süleymani-ye ve Bağdat işgal edildi, Kerkük kuşatıldı. Osmanlılar’ın direnişi ve Azerbaycan’ı saran salgın hastalık İranlılar’ı geri çekilmeye mecbur bıraktı. 1823’te Erzurum’da yapılan barış antlaşması uyarınca İran kuvvetleri altmış gün zarfında işgal ettikleri topraklardan geri çekileceklerdi. 1833-1842 yıllarında sınır bölgeleri yeni çatışmalara sahne oldu. Bu çatışmalar 1847’de Erzurum’da Osmanlı-İran antlaşması ile neticelendi. Kasrışîrin’in ova kısmı İran, dağlık kısmı Osmanlı arazisi olarak teyit edildi. İran Süleyman iye’ye dair iddiasından vazgeçti. Osmanlı Devleti ise Muhammere Hürremşehr ve Heder adasını şimdiki Abadan! İran toprağı olarak resmen tanıdı.
XIX. yüzyılın ortalarında Tahran’da Osmanlı, İstanbul’da İran daimî diplomatik temsilcilikleri açıldı. Bu devirde İran’ın Batı ülkeleriyle dış ticaretinin önemli kısmı Türkiye arazisinden ulaştırıldı. Tanzimat dönemi ve özellikle XIX. yüzyılın son çeyreği, İran devlet adamı ve politikacılarının Osmanlı fikir akımlarından etkilendiği devreyi teşkil eder. Yüzyılın ikinci yarısında iki ülke ortak Avrupa tehdidine karşı bir yakınlaşma arayışında oldu. Mezhep farklılığının böyle bir yakınlaşmaya engel olmaması gerektiği vurgulanarak tarafları rencide edecek bazı dinî merasim ve uygulamalardan vazgeçilmesi kararlaştırıldı. Ancak yüzyılın sonlarında İran şahının o sırada İstanbul’da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin bir talebesi tarafından öldürülmesi iki ülke arasında yeniden bir soğukluk başlattı. Efgânî’yi ısrarla Babıâli’den talep eden İran hükümeti isteği karşılanmayınca bunu çok ciddi bir diplomatik mesele yaptı. XX. yüzyılın başında tekrar bir yakınlaşma sağlanmış ve İran şahı İstanbul’a gelerek II. Abdülhamid’i ziyaret etmiştir.
Osmanlı, İran, İngiltere ve Rusya’yı temsil eden dört sınır komiseri, Osmanlı Devleti ile İran arasında sınır tesbiti gayesiyle 1849’da faaliyete başladıysa da bununla ilgili protokol 1869’da imzalandı. Sınır tesbiti 1914’te Osmanlılar’ın I. Dünya Savaşı’na katılmasından az önce tamamlandı.
TDV İslâm Ansiklopedisi