Osmanlıda Hükümet (Tanzimat Dönemi ve Sonrası) Tarihi, Hakkında Bilgi

Osmanlı Devleti’nde Hükümet (Tanzimat Dönemi ve Sonrası)

Osmanlı bürokrasisinde modern ve Avrupaî anlamda bir hükümet fikri ve yapısına doğru ilk adımlar II. Mahmud döneminde yapılan reformlarla atılmıştır. Çok hassas bir dönemde tahta geçen ve III. Selim’in tecrübesinden faydalanan II. Mahmud, öncellikle merkezin siyasî iktidarını iade ve toparlama çalışmalarını başlattı. Bu amaçla merkezî otoriteyi sınırlayan güç­leri teker teker bertaraf etmeyi planladı ve ilk defa taşrada örgütlenen ve merkezî otoriteyi tanımayan mahallî güçleri (ayan) dağıttı. Ardından 1826 yılında, ulemâ ile birleşerek padişahları tahta çıkarıp indi­ren yeniçerileri ortadan kaldırdı ve yeni­çeri ağalığının yerine seraskerlik müesse­sesini kurdu. Daha sonra merkezî otori­teyi sınırlayan unsurlardan ulemâyı kont­rol altına aldı. Bunu, ilmiye sınıfına diğer memurlara nazaran devlete karşı daha bağımsız davranabilme imkânı veren ik­tisadî güçlerini, yani kontrolleri altında bulunan vakıf gelirlerini 1826’da kurdu­ğu Evkaf Nezâreti’nde toplayarak ve ar­kasından bu kurumu bizzat kontrolü al­tında tuttuğu darphâneye bağlayarak yaptı. Bu şekilde muhalefet yapabilecek grupları ve güçleri etkisiz hale getirdik­ten sonra 1830’lardan itibaren devletin merkezî yapısında birtakım değişiklikle­re gitti. Bu amaçla 1836’da yayımladığı bir hatt-ı hümâyunla sadrazamın başyar­dımcısı konumundaki sadâret kethüdâlı-ğını Umûr-ı Mülkiyye Nezâreti’ne ve mer­kez bürolarının başkanı olan reîsülküttâblığı da Umûr-ı Hâriciyye Nezâreti’ne dö­nüştürdü. Aynı yıl çavuşbaşılığı da kaldı­rarak yerine Dîvân-ı Deâvî Nezâreti’ni kur­du. 28 Şubat 1838’de hazîne-i âmire ile mansûre hazinesini birleştirerek bütün malî işlerin sorumlusu durumundaki Ma­liye Nezâreti’ni oluşturdu.

Merkez bürokrasisinde bu şekilde ihti­sasa dayalı birimlerin kurulması ve bir kısım yetkilerinin bu yeni kurumlar tara­fından üstlenilmesiyle birlikte padişahın mutlak vekili olan sadrazamın konumu­nun da yeniden ele alınması gerekti. Ni­tekim II. Mahmud 30 Mart 1838 tarihin­de sadâreti kaldırdı ve yerine başvekâleti getirdi. Bu düzenleme basit bir isim de­ğişikliğinden öte bir anlam taşıyordu. Zira başvekil mühr-i hümâyunu elinde bulun­durmasına rağmen sadrazamdan farklı olarak artık padişahın mutlak vekili de­ğildi, öte yandan bu kurum müstakil bir makam olma özelliğini de kaybetmişti; duruma göre nazırlardan hangisi uygun­sa nezâret görevine ilâveten başvekâlet görevini de o üstlenebilecekti. Böylece başvekil, kurulan nezâretlerden meyda­na gelen kabinenin başkanı ve nezâretler arasında koordinasyonu sağlayan bir gö­revli olarak sembolik bir konuma indiril­mişti. Fakat bu durum fazla uzun sürme­di. Koca Hüsrev Paşa, II. Mahmud’un ve­fatı üzerine Başvekil Mehmed Emin Rauf Paşa’dan padişahın mührünü zorla alarak kendisinin sadrazamlığa getirilmesini ve böylece bu makamın tekrar ihdas edilme­sini sağladı (3 Temmuz 1839).

Kesin tarihi tesbit edilememesine rağ­men bu idarî değişikliklerle beraber II. Mahmud’un saltanatının sonlarında ku­rulan Meclis-i Vükelâ ile modern hükü­met sistemine doğru ilk adımlar atılmış oldu. Ancak bu modern anlamda hükü­met görünümü değerlendirmesi mahiyet bakımından değil daha ziyade şeklî açıdan geçerlidir. Çünkü -aşağıda açıklanan bazı özelliklerin bulunmamasından dolayı- tam bir kabine yapısının varlığından söz edile­mez. Meclis-i Vükelâ’da, başvekilin ve baş­vekâletin tekrar sadrazamlığa dönüştü­rülmesinden sonra da sadrazamın baş­kanlığında haftada iki gün toplanıp önem­li devlet işleri görüşülür ve başvekil dev­letin en yüksek yasama ve yürütme orga­nının başı olması hasebiyle icra işlerinde nezâretler arasında koordinasyonu sağ­lardı. Her nazır kendi nezâretinin görev alanına giren işlerden sorumluydu. Baş­langıçta bu kurumun yapısal olarak Dîvân-ı Hümâyun’a da Avrupa kabine siste­mine de tam anlamıyla benzemediği gö­rülür; zira divanın adalet dağıtıcı ve tayin­leri yapıcı özelliği onda bulunmuyordu, öte yandan vekillerin padişah tarafından tayin edilmesi ve ona karşı sorumluluk ta­şımaları kurumu Avrupa’daki benzerlerin­den ayıran en önemli özellikti. Meclis-i Vukelâ’nın kolektif bir sorumluluğu yoktu ve bundan dolayı Avrupa’daki kabineler gibi bağımsız bir varlığa sahip değildi. Gerekli gördüğü veya alt kademedeki diğer meclislerin gönderdiği yasa tasarılarını ve meseleleri tartışıp gerekli düzeltmele­ri yaptıktan sonra sadrazamın tezkeresiy­le padişahın onayına sunar, tasarılar pa­dişahın onayından geçtikten sonra kanun­laşırdı. Meclis-i Vükelâ ilk yıllardaki bu ha­liyle bir danışma organı niteliğindeydi.

Hükümet üyelerinin ve sadrazamın pa­dişah tarafından tayin edilmesi, Tanzi­mat döneminde devletin içinde bulundu­ğu durumun da etkisiyle hükümet açısın­dan bazı meselelere yol açmıştı. Özellikle Abdülmecid’in saltanat döneminde bü­yük devletlerin İstanbul’daki elçilerinin sadrazam ve hükümet üyelerinin tayini ve görevden alınmasındaki etkin rolleri, hükümetlerin sürekli ve tutarlı politika­lar üretmesini önlemiştir. İngilizler’in ve İstanbul’daki elçileri Canning’in bu konu­da çok faal ve etkili olduğu bilinmektedir. Büyük devletlerin Osmanlı padişahı ve hü­kümetleri üzerindeki bu etkin konumları II. Abdülhamid dönemine kadar devam etmiştir.

1876 anayasası ile de hükümet açısın­dan durum fazla değişmemiştir. Aynı şe­kilde üyeleri padişah tarafından tayin edi­len ve sadrazamın başkanlığında kurulan hükümet, bütün iç ve dış işlerin sorumlu­su ve mercii olmakla birlikte öncekiler gi­bi kolektif sorumluluk sahibi değildi. Her nazır kendi görev alanındaki işlerden so­rumluydu. Halbuki Midhat Paşa. anayasa çalışmaları sırasında sadrazamlığın baş­vekâlete dönüştürülerek vekilleri tayin etme yetkisinin başvekile verilmesini is­tiyordu. Bu amaçla hazırlanan ilk anayasa tasla­ğında hükümet başkanının padişah, hü­kümet üyelerinin ise başvekil tarafından seçilmesi ve vekillerin hem padişaha hem de Meclis-i Meb’ûsan’a karşı sorumlu ol­maları hükmü mevcuttu. Ancak daha son­ra bu taslak değiştirilerek modern hükü­met yapısına doğru giden kabine sistemi reddedildi.

Anayasaya göre mebuslardan birinin veya birkaçının şikâyet etmesi ve Meclis-i Meb’ûsan’ın da uygun görmesiyle hakkın­da şikâyet bulunan vekil Dîvân-ı ÂlFye sev-kedilebilirdi. Bunların mahkemelerinin özel bir kanun dairesinde yapılması ve yargı sonuçlanıncaya kadar görevden alın­maları gerekiyordu. Vekillerin görevlerinin dışındaki diğer davalar açısından kanun önünde diğer insanlardan farkları yoktu. Kanun teklifleri önce Meclis-i Meb’ûsan’-da, ardından Meclis-i A’yân’da kabul edildikten sonra padişahın onaylamasıyla yü­rürlüğe girebiliyordu. Alınan kararlarda hükümetle Meclis-i Meb’ûsan arasında bir ihtilâfın çıkması ve her iki tarafın da kendi görüşünde ısrar etmesi durumun­da padişah hükümeti görevden alabiliyor veya meclisi feshedebiliyordu. Ancak alı­nan kararları padişahın geri çevirmesi ha­linde ne gibi bir prosedürün izleneceğine dair anayasada bir açıklık yoktu.

II. Abdülhamid 14 Şubat 1878’de Mec­lis-i Meb’ûsan’ı dağıtıp geçici olarak ana­yasayı yürürlükten kaldırdı; Meclis-i Vükelâ’ya ise dokunmadı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra 17 Aralık 1908 tarihinde Meclis-i Meb’ûsan tekrar toplandı. 1909′-da anayasada yapılan değişikliklerle hükü­met ve meclisin yapısı yeniden düzenlen­di ve iki meclisli yapı (Meclis-i Meb’ûsan ve Meciis-i A’yân) korundu. Yapılan en önemli düzenleme, 1876 anayasasının 27. maddesinin değiştirilerek sadrazama şeyhülislâmın dışındaki bütün hükümet üyelerini seçme yetkisinin verilmesiydi. Hükümet yine padişahın onayı ile göreve başlayabiliyordu. Böylece sadrazama ta­nınan yetkiyle kolektif sorumluluk alan ve icraattan üyelerinin tamamını mesul tu­tan bir hükümet yapısı getirilmiş oluyor­du. Vekiller kendi görev alanlarına ait ko­nularda ferden ve hükümetin genel siya­setinden müştereken Meclis-i Meb’ûsan’a karşı sorumluydular. Böylece vekillerin so­rumlu olduğu merci de değişmiş ve padi­şahtan Meclis-i Meb’ûsan’a intikal etmiş­ti. Öte yandan hükümet üyelerinin kendi görev alanlarıyla ilgili yetkileri de arttırıl­mıştı. Değiştirilen 29. maddeyle vekillere sorumlulukları içindeki işleri kendi inisi­yatifleriyle gerçekleştirmek ve sorumlu­lukları dışındaki işleri sadrazama bildir­mek yetkisi tanınmıştı. Kabine üyesi olan şeyhülislâm, hükümet üyeleri arasında müzakereye gerek görülmeyen konulan doğrudan padişaha arzedebiliyordu. Ana­yasanın 28. maddesine göre sadrazamın başkanlığındaki hükümet bütün önemli iç ve dış işlerin mercii idi ve aldığı karar­lardan padişahın tasdikine ihtiyaç göste­renlerin irade ile yürürlüğe sokulması ge­rekiyordu. Meclis-i A’yân ve Meclis-i Meb’ûsan’dan oluşan Meclis-i Umûmî tatilde iken devleti bir tehlikeyle karşı karşıya bı­rakan veya ülkede asayişi bozan bir du­rum meydana geldiğinde, meclisi toplan­tıya çağırmak için zamanı bulunmayan hükümetin anayasaya aykırı olmamak kaydıyla gerekli kararları alıp padişaha onaylattıktan sonra geçici olarak yürürlü­ğe koyma yetkisi vardı; ancak bu gibi geçici kanunların Meclis-i Umûmfnin ilk top­lantısında onaya sunulması gerekiyordu.

Anayasadaki bir diğer önemli değişik­lik, hükümet kararlarından padişahın ona­yını gerektirenlerin artık padişah tarafın­dan da imzalanmasıdır. Burada önemli olan, kararın padişah tarafından onaylan­ması değil imzalanmasıdır. Zira daha ön­ce de alınan kararlar padişahın iradesiyle yürürlüğe giriyordu. Ancak esas yenilik padişahın bizzat imzalayarak kararın so­rumluluğunu üstlenmesidir. Hükümet alınan kararlarda Meciis-i Meb’ûsan ile ih­tilâfa düşerse ya meclisin kararını kabu­le veya istifaya mecburdu. 1914’te yapı­lan bir değişiklikle padişaha tekrar böyle bir durumda hükümeti değiştirme veya meclisi feshetme yetkisi tanındı. Hakkın­da soru önergesi verilen hükümet üyesi­nin vekilliği, önergenin Meclis-i Meb’û-san’da oy çokluğu ile benimsenmesi du­rumunda düşmekteydi. Böyle bir olayın hükümet başkanı hakkında meydana gel­mesi durumunda ise hükümet istifa et­mek zorundaydı. Ülkenin herhangi bir ye­rinde güvenliği tehlikeye düşürecek bir karışıklık çıktığında hükümetin orada ge­çici olarak sıkıyönetim ilân etme yetkisi vardı.

1908’den sonra ve özellikle 1913-1918 yılları arasında İttihat ve Terakki Cemiye-ti’nin hükümet üzerinde büyük etkisi gö­rülmüştür. Aslında Temmuz 1912 tarihi­ne kadar kariyerini sivil bürokraside ka­zanmış sadrazamlar başa geçmişti. Bu dönem içinde sadâret Küçük Said Paşa, Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Tevfik Pa­şa ve İbrahim Hakkı Paşa arasında yedi defa el değiştirdi. 1908’den 1922’ye ka­dar yaklaşık on dört yılda yirmi üç defa sa­dâret ve dolayısıyla kabine değişikliği ol­muştur. Bu süre içinde 12 Haziran 1913-3 Şubat 1917 tarihleri arasında üç yıl ye­di ay yirmi bir gün iktidarda kalan Mısırlı Said Halim Paşa’nın sadâreti en uzun ik­tidar dilimini oluşturmaktadır. 1912’den sonra ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış şartların da etkisiyle asker kökenli kişile­rin sadrazamlığa getirilmesine başlandı. Said Halim Paşa’nın istifasıyla boşalan sa­dâret İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin meş­hur üçlüsünden Talat Paşa’nın elinde çok değişik bir mahiyet kazandı. Zira bir bü­rokrat veya askerin dışında ilk defa siya­setçi kimliğiyle bir sadrazam iş başına gelmekteydi. Bu örnekte olduğu gibi artık kabine başkanı belirlenirken parlamento­nun ve merkezdeki bazı dengelerle güç odaklarının da göz önünde tutulması ge­rekiyordu. Nitekim dönemin sadrazamları merkezdeki parti ve güç odaklarından birinin temsilcisiydi veya onların desteği­ne sahipti. Meşrutiyet’ten sonra meyda­na gelen olaylar, sadâretin siyasî bir mü­essese olarak gelişimini olumsuz yönde etkilemiş ve sekteye uğratmıştır.

Millî Mücadele’nin Anadolu’da örgütlen­mesi sonucu 23 Nisan 1920’de Büyük Mil­let Meclisi’nin Ankara’da toplanmasın­dan ve başkanlığına Mustafa Kemal Paşa’nın seçilmesinden sonra ülkede aynı anda iki hükümet fiilen görev yapmaya başlamıştır. Meclis kuruluşunun hemen ardından aldığı bir kararla, üyeleri kendi içinden seçilecek ve vekil olarak görevlen­dirilecek bir kurulun hükümet İşlevini yü­rütmesi ve meclis başkanının aynı zaman­da bu kurulun da başkanlığını üstlenme­si esasını benimsedi. Bu durum, halife-padişahın içinde bulunduğu zor durum­dan kurtulmasından sonra yeniden de­ğerlendirilecek ve düzenlenecekti. Yasa­ma ve yürütme güçlerini elinde toplayan olağan üstü yetkilerle donatılmış meclis. 25 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’-nın başkanlığında yedi kişilik İcra Vekil­leri Heyeti’ni seçti ve böylece hükümeti kurdu; 2 Mayıs 1920’de de icra vekilleri­nin seçilmesine dair 3 numaralı kanunu kabul etti. Ülkedeki bu iki hükümetli yö­netim.Osmanlı Devleti’nin son sadraza­mı olan Ahmed Tevfik Paşa’nın 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasının hemen ardından istifa edip idareyi Ankara hükü­metinin temsilcisi Refet Paşa’ya teslim etmesiyle son bulmuştur.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski