Osmanlıda İftar Tarihi, Geleneği, Hakkında Bilgi

Osmanlılar’da zaman içinde kendine has geleneği oluşan iftar, sofrası ve ziyafet-leriyle ramazan ayının en önemli olgusu haline gelmiştir. Ramazanın yaklaşma­sıyla birlikte başlayan sarayda tencerele­rin kalaylanması, yiyeceklerin hazırlan­ması gibi işler genelde iftarla ilgili­dir. Devlet adamlarının, ileri gelenlerin ve toplumdaki zengin kesimin iftar vaktinde sofralarını herkese açık tutmaları giderek yaygınlık kazanan bir âdet haline dönüş­müştür. İftar sofralarının ziyafet özelliği kazanmasının hangi tarihlerden itibaren başladığını belirlemek mümkün olma­makla beraber XVI. yüzyılda başta sad­razam olmak üzere devlet ricalinin önce ilmiye mensuplarını, ardından üst düzey bürokratları davet ettiğine ve ramazanın on beşinden sonra Yeniçeri Ocağı ağalanndan başlayıp kaptan-ı derya ile sona ermek üzere düzenlenen bir teşrifat da­hilinde askerî kesimin, sadrazam dışın­da da sıra ile diğer vezirler tarafından if­tara alındığına dair gözlemler mevcuttur bu husus Osmanlı kaynaklarıyla da teyit edilmektedir. Ge­niş kitlelere verilen iftar ziyafetlerinin Sokullu Mehmed Paşa devrinde bile malı bir külfet teşkil ettiği, “Sal besâl terkolunmaz vaz’-ı kadîmdir ve âlî ziyafet ve küllî masraftır” kaydından anlaşılmaktadır.

XVIII. yüzyıl boyunca devam eden bu uygulama münasebetiyle Babıâli’de ule­mâ, ocaklı ve devlet ricaline verilecek iftar ziyafetleri için padişahın izni alınır ve teş­rifat gereği davet edilecek kişileri göste­ren listeler düzenlenerek huzura sunu­lurdu Ulemânın listeleri­nin ise şeyhülislâm tarafından hazırlan­dığı anlaşılmaktadır İftar davetlerine ramazanın dördüncü gü­nünde selâtin camii şeyhlerinden başla­nır, beşinci gün bizzat şeyhülislâm, altın­cı gün nakîbüleşrafla Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ve mâzulleri dörder ve İstan­bul. Mekke, Medine, Edirne, Bursa, Şam. Kudüs pâyelileri beşer kişilik gruplar ha­linde, yedinci gün sekbanbaşı, sekizinci gün cebecibaşı davet edilir ve on beşine kadar diğer geceler merâtibe uyularak önde gelen ri­cal ve memurlar ağırlanırdı. Ramazanın yirminci gecesi yeniçeri ağası ocak ağala­rıyla birlikte sadrazam tarafından iftara çağrılırdı. Paşakapısfndaki arz odasında iki sofra kurulması ve yeniçeri ağası, sek­banbaşı, kul kethüdası ile yeniçeri efen­disinin sadrazamın sofrasında; saksoncu, zağarcı, turnacıbaşılarla İstanbul ağası ve ocak imamının diğer sofrada; muhzırbaşı ve başçavuşun ise ayrı bir odada hazırla­nan sofrada ağırlanması teşrifât-ı kadî-medendi. Bunu yirmi birinci gece sipah, silâhdar ve dört bölük ağalarının, yirmi ikinci gece cebeci, topçu ve arabacı ocak­ları ağalarının davetleri takip ederdi. Daha sonraki yıl­larda davet günlerinde bazı değişiklikler olduğu anlaşılmaktadır.

Ramazanın on beşinden sonra Paşakapısı’na iftara davet edilen vükelâ, rical ve memurların ertesi gece şeyhülislâmın if­tarına gitmesinin, sofrasının zenginliği ve yemeklerinin lezzetiyle şöhret bulan Şeyhülislâm Sâlihzâde Mehmed Efendi zamanında (1775-1776) âdet hükmüne girdiği ve bunun 1834 tarihine kadar res­mî bir nitelik kazandığı belirtilmektedir.

Sadrazamlar şeyhülislâma Kadir gece­sinde iftara giderler, ertesi gece de şey­hülislâmın iftar ziyareti gerçekleşir ve bu münasebetle bayram tebriklerini de bir­birlerine iletirlerdi. Ra­mazanın gelmesiyle beraber sadrazam tarafından padişaha, valide sultana, Dâ-rüssaâde ağasına, silâhdar ağaya, hazine­dar ve vekili ağalara, şeyhülislâma ve se­lâtin şeyhlerine “iftariyelik” adı altında hediyeler gönderilmesi âdet olmakla beraber II. Mahmud devrinin son dönemle­rinden itibaren artık hükmü kalmamıştır. İftariyelikler genelde İngilizkârî yaldızlı veya elmastıraş billur bardaklar, sakson­ya bardak, içlerine çeşitli şerbetler, karan­fil, zencefil, sakız doldurulmuş Beçkârî kavanoz ve kâselerden oluşurdu. 1225 yılı Ramazanında (Ekim 1810) sadrazam ta­rafından bu şekilde padişaha sunulan if­tariye takımı 5.422,5 kuruş tutmaktaydı. Ramazanın on be­şinde hırka-ı şerif ziyareti merasimle icra edilir ve kap ıku II arın in her on neferine bi­rer tepsi baklava gönderilmesi yine iftar âdetleri arasında yer alırdı.

Ramazan münasebetiyle devlet kalem­lerindeki çalışma saatlerinde de değişik­lik yapılırdı. Buna göre mesaiye geç başla­nır ve çalışma açığı teravihten sonra te­lâfi edilir, hatta iş yoğunluğuna göre sa­hura kadar mesai devam edebilirdi. Babı­âli kalemlerinde çalışan memurlar iftarı bulundukları yerlerde yapmaktaydılar. Ayrıca memurların vükelâ ve rical konak­larına iftara gitmelerine de izin verilmek­te, hatta böyle bir şeyin engellenmesi “mugâyir-i hukü k-i insâniyye ve menâfi-i usûl-i mürûet” olarak telakki edilmektey­di.

Ramazan münasebetiyle halkın her ke­simindeki yemek âdetinde bazı değişiklik­lerin meydana geldiği ve bu sebeple bil­hassa seçkin tabakaya mahsus sofrala­rın yemek çeşitlerinde, dolayısıyla sarayın ve vükelânın ramazan ayı mutfak mas­raflarında artışların söz konusu olduğu gözlenmektedir. 19 Şubat 1827 tarihli düzenleme ile iftarlarda askerlere eskiden olduğu gibi çorba ve yahni, neferiyie birlikte her onbaşıya ayrıca 50 dir­hem zeytin verilmesi, sahurda ise birer karavana pilâv ve zerde çıkarılması karar­laştırılmıştır. Bunların hazırlanması için gerekli pirinç, bal ve safran gibi madde­lerin taşralarda bulunamaması halinde yerine bulgur pilâvı, pekmezden aşure veya pelte vb. yemeklerin çıkarılması ve ramazan gelmeden bu gibi maddelerin sağlanması uygun görülmüştür.

Devlet erkânına ramazanlarda iftar zi­yafetleri verilmesi, konak ve sarayların kapılarının herkese açık olması âdeti her şeye rağmen sürdürülmeye çalışılmış olşen ekonomik şartlar, bunun alışılmış âdabı dahilinde tam olarak uygulanmasını imkânsız kılmaya başlamıştır. II. Abdülhamid devrinde saray kapısının davetli olsun olmasın iftara geien hemen herke­se açık olması haline V. Mehmed zama­nında son verilmiştir. İftar için özel olarak davet edilmeyenlerin saraya gelmemele­rinin gerektiği gazeteler aracılığıyla uy­gun bir şekilde ilân edilmiştir (1909). Böy­lece yalnız hükümet üyelerinin padişah adına iftara çağrılıp mabeyinde görevli­lerle birlikte yemek yemeleri âdeti ihdas edilmiş oluyordu. İftarın ardından daha önce hazırlanan mahfazalara konulmuş, üzerlerinde verilecek kişilerin adı yazılı he-diyeier padişah adına “diş kirası” âdeti hükmünde olmak üzere dağıtılırdı. Bun­lar genelde saat, sigara kutusu gibi şey­lerden oluşmaktaydı. Hediyeler, esvapçıbaşı tarafından bir tepsi içinde nazırların bulunduğu salona getirilir ve dağıtımını başmâbeyinci yapardı. Hediyeleri aldıktan sonra nazırlar huzura kabul edilir, hem ramazan tebriki işi yapılır hem de hediye­ler İçin teşekkür edilirdi.

Diş kirası verilmesi âdetinin ne zaman başladığına dair kesin bilgi bulunmamak­la beraber, iftarla ilgili daha önceki kayıt­larda buna dair bir işaretin yer almama­sından hareketle bunun XIX. yüzyılın baş­larından itibaren yerleştiğini söylemek mümkündür. III. Selim devrine kadar if­tara davet edilenler içinde şeyhülislâm, reîsülulemâ ve sudûr-i kirama iftar ye­meğinden sonra saatler. meşâyih-i selâ­tin efendilere ise kürk vb. şeyler hediye olarak verilmekteydi. Ancak 1202 Rama­zanında (Haziran 1788) şeyhülislâm, reî­sülulemâ ve sudûrîn efendilere saat hediye edilmiş olmakla beraber selâtin şeyh­lerine iftardan sonra 1O’ar kuruş dağıtıl­maya başlanması hediye verme âdetinin paraya dönüştüğüne işaret etmesi bakımından Önemli bir kayıttır. 1199 Ramazanında (Temmuz 1785) şeyhülislâmların vereceği iftarlara da bir nizam getirilmiş, selâtin şeyhlerini iftara davet edip yemekten sonra bunlara hediye verme âdet hük­münde olmakla beraber ertesi yıl şeyh efendiler iftara davet edilmemiştir.

Padişahlar iftarı genellikle sarayda, Topkapı’da veya Harem’de yapmakta olup I. Abdülhamid’in, kız kardeşi Esma Sultan’ın sarayına iftara gittiği bilinmektedir. Bununla beraber padişahla­rın hanedan dışındakilerin iftarına gitme­leri istisnaî bir hadisedir. Bu anlamda 8 Ramazan 1284 (3 Ocak 1868) tarihinde Abdülaziz, Yûsuf Kâmil Paşa’nın Beyazıt’­taki konağına iftara gelmiş ve şahane bir şekilde ağırlanmıştır. Mahmud’un da zenginliğiyle tanınan Dürrîzâde Mehmed Efendi’nin Üsküdar’­da Paşakapısfndaki konağına habersiz olarak iftara gittiği ve 150 kişilik maiye­tinin mükellef bir şekilde ağırlandığına dair kayıtlar mevcuttur.

Vükelâ ve küberâ konaklarında iftara, gitme âdeti son zamanlara kadar devam etmiş olmakla beraber eski âdete riayet etmenin her zaman mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Devrin önde gelen zen­ginlerinden Yûsuf Kâmil Paşa’nın, kışın Beyazıt’taki konağının ve yazlan Bebek’­teki yalısının köşelerinde ve dış kapıları önünde bekleyen ağalarının, vaktin dar­lığı sebebiyle evlerine koşarak gidenlerin ve birtakım fakirlerin önüne çıkıp paşa­nın kendilerini iftara davet ettiğini söy­leyerek mükellef yemeklerden sonra bir de diş kirası vermesi, son devrin parlak örnekleri arasında yer almakla beraber dokuz defa sadârete geldiği bilinen Kü­çük Said Paşa’nın iftar vermek gibi bir âdeti olmadığı ve ramazanlarda kapısını kapalı tuttuğu bilinmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

 

Daha yeni Daha eski