Osmanlıda İmamlık Hakkında Geniş Bilgi

Osmanlı Devleti’nde imamlar müslüman topluma hizmet veren kadrolar içinde en geniş yeri işgal eder ve hizmet sahaları itibariyle de çeşitlilik gösterir. Toplum örgütlenmesin­de mahalle imamları ayrı bir konuma sa­hip olmakla beraber sivil ve askerî kesim­lerde hizmet vermek üzere özel ve resmî kimlikleri içinde de geniş bir kitle oluştu­rurlar. İmamlar, padişah beratı ile hizme­te alındıklarından Osmanlı devlet siste­minde “askerî”den sayılmaktaydılar. Be­rat sahibi imam ve hatipler, görev süre­leri müddetince raiyyet rüsumu ve ava­rızdan genelde muaf tutulmuşlardır. XVI. yüzyıl tahrir defterlerinin incelenmesi sonucu, bazı bölgelerde imamların top­rak sahibi olmaları sebebiyle bununla il­gili vergileri ödedikleri tesbit edilmiştir. İmamlık hizmetinin bir şekilde sona er­mesiyle de raiyyet statüsü içine alındıkla­rı anlaşılmaktadır.

İmamlar, hizmet verdikleri mescid ve camilerin vakıflarından maaş (vazife) almaktaydılar. Tayinleri genelde vakıf mü­tevellisinin teklifiyle gerçekleşirdi. Vakıf­ların zamanla yalnız kâğıt üzerinde görü­nür olması ve gerçek gelirlerini kaybet­mesi neticesinde vazifelerin maddî yü­künün karşılanması İçin başka kaynaklar aranmaya başlanmış ve giderek mer­kezî idarenin maaş tahsisi zarureti hâ­sıl olmuştur. İmam tayinlerinde, genel­de bu hizmeti yerine getirmek için ye­terli dinî bilgilerle mücehhez ve iyi ahlâk sahibi olma şartları aranmakta, ancak eğitim durumları her zaman söz konusu olmamaktaydı. Dolayısıyla imamlık, özel­likle küçük yerleşim birimlerinde ve kır­sal kesimlerde babadan oğula veya aile fertlerinden birine geçebilmekte, büyük yerleşim birimlerinde bu tayinlerde or­taya çıkan diğer adaylar arasında yapılan imtihanlar belirleyici rol oynamakta ve mevrûs adaya göre dinî bilgide daha üs­tün olanların tercih edilmesi söz konusu olabilmekteydi.

Osmanlı şehir örgütlenmesi İçinde ma­hallenin özel konumu mahalle imamlığını önemli bir görev olarak öne çıkarmıştır. Tanzimat devrine gelinceye kadar imam devleti temsil etmek üzere mahallenin önde gelen sorumlusuydu. Görevlerinin ifası sırasında kadılar tarafından teftiş edilir, ahalinin hakkında vâki şikâyetleri azillerine yol açabilir ve cezalandırılmala­rına sebep olabilirdi. Dolayısıyla belirli bir kontrol altında bulunurlardı. İmamlar, ka­dıların yerine getirmesi gereken birçok işte onların tabii yardımcısıydı. Mahalle­nin düzeni, asayiş ve inzibatı, içki içilen yerlerin tesbiti ve fuhuş yapan kadınla­rın belirlenerek mahalleden sürülmesi, mahallelinin gerekli İslâmî âdâb içinde ya­şamını sürdürmesi ve dinî vecîbelerini ye­rine getirmesi imamlar tarafından gözle­nir, özellikle vakit namazlarının ihmaliyle ilgili olarak zaman zaman hükümet tara­fından gösterilen hassasiyet sonucu bu yolda gönderilen fermanların uygulanma­sı kendilerinden beklenirdi.

İmamlar mahallelerinde ikamet eden­ler hakkında tam bilgi sahibi olmalıydılar. Mahallede oturanların kimlik belirlenme­si, gelen yabancıların veya yeni taşınan­ların tesbiti ve kayıt altına alınması işleri yeni gelen­lerin kefalete bağlanması, mahalle sakin­lerinin ikamet yeri ve sürelerinin belirlen­mesi. XIX. yüzyılda ortaya çıkan “mürur tezkireleri”nin elde edilmesiyle ilgili ilk işlem olmak üzere ikametgâh ve kimlik belgelerinin tanzimi imamlar tarafından yerine getirilir ve imamlar kefılsiz olanların mahallede barınmasının sorumluluğu­nu taşırdı. Ölüm ve defin, doğum kayıtla­rı, nikâh akdi ve boşanma işlemleri imam­lar tarafından yürütülür, bazı belediye işlerinin görülmesi, bu arada mahallenin temizliğine dikkat edilmesi ve çevre te­mizliğinin sağlanması görevleri arasında sayılırdı. Muhtar ve mahallenin ileri ge­lenleriyle birlikte fırınlarda ekmeklerin kontrolü, ihtikâr ve sahtekârlıkların ön­lenmesi gibi işler yanında yakın zaman­larda iane ve kurban derilerinin makbuz karşılığında toplanması işleri de yine ken­dilerine havale edilmişti.

Köy ve mahalle imamlarının nikâh ak­diyle ilgili işlemleri yürütmesi en dikkat çekici görevleri arasında yer alır. Bunun­la beraber ne tür işlemlerin yapıldığı, ni­kâhtan önce resmî iznin alınmış olması­nın icap edip etmediği ve kayıtların han­gi merci tarafından zaptedildiğine dair açık bilgi bulunmamaktadır. Ancak kadı sicilleri arasında yer alan “münâkehât defterieri”nin varlığı bu tür kayıtların tu­tulmuş olduğuna işaret etmektedir. İmamların gayri müslimlerin de nikâhla­rını kıydıklarına dair bilgiler mevcuttur. Pek alışılmış olmayan bu tür uygulama­lar, genelde cemaat içi ve kilise ile olan anlaşmazlıkların bir sonucu olarak orta­ya çıkmakta, nikâh, talâk ve aralarındaki diğer anlaşmazlıkların halliyle ilgili işlem­lere cemaat metropolitlerinden başka kimsenin müdahale etmeyeceği bunlara verilen beratlarda yer almış olduğundan bu tür uygulamalar patriklerin şikâyet­lerine yol açmaktaydı. Nitekim Sakız ve İstanköy gibi adalarda gayri müslimlerin imamlara başvurarak nikâh kıydırdıkları­na dair yapılan şikâyetler üzerine niza­ma aykırı bulunan bu uygulamanın önlen­mesi için sözü geçen yerlerdeki mahalle imamlarının dikkati çekilmiştir. Ermeni pat­riğinin de bu konuda bazı şikâyetler dile getirdiği bilinmektedir. Konunun, nikâh akdi için papaza imamdan daha fazla pa­ra ödenmesiyle ilgili olan boyutu yanında, kilisece boşanamama gibi sıkıntılardan ötürü imam nikâhı ile tekrar evlenme yo­lunun açılmak istenmesi de bu tür suistimallerin sebepleri arasındadır.

İmamların nikâh kıymasına dair işlem­lere bir düzen getirilmek üzere yapılan değişiklikler arasında, nikâhtan önce mahkemeden evlilik izni getirilmesi ve nikâh akidleriyle boşanmaların on beş günlük bir süre içinde nüfus memurlukla­rına bildirilmesi, aksi halde 2 çeyrek me­cidiye (yarım altın) para cezası ile tecziye­si hususları Sicil Nüfus Nizâmnâmesinde tanzim edilmiştir. Para cezasını vermekten kaçı­nanların ise hapis cezasına çarptırılacağı öngörülmekteydi. Ancak bu tür cezalan­dırmalarda bazı meselelerin ortaya çıktı­ğı, imamlara verilen para cezalarının tah­silinde fakirliklerinden dolayı zorluklarla karşılaşıldığı ve tevkifleri halinde takip edilecek muamelenin henüz açıkça belir­lenmemiş olması gibi sebeplerin konuyla ilgili yazışmaları önemli bir boyuta çıkar­dığı ayrıca gözlenmektedir.

Mahallede camiyi vakfedenin ve diğer hayır sahiplerinin maddî katkısıyla ayak­ta duran, bütün mahallelinin de İştiraki­nin söz konusu olduğu avarız vakfı bir ne­vi yardımlaşma sandığı olarak imamın so­rumluluğu altında muhafaza edilir, bura­da toplanan para işletilir ve ortaya çıkan meblağ mahalledeki hastalara, fakirlere, yardıma muhtaç evleneceklere, fakirlerin cenazelerinin kaldırılmasına, suyollarının onarımına, cami veya mescidin tamirine, bazı yerlerde imam başta olmak üzere buradaki hizmetlilerin maaşlarının öden­mesine, yeni gelenlere yerleşme veya memleketlerine döneceklere yol parası verilmesine sarfedilirdi.

Resmî soruşturmaların ve hazırlanan resmî belgelerin imza ve mühür sahiple­ri arasında imamlar da vardı. Ayrıca ma­halle adına verilen dilekçelerde, mahalle­li arasındaki anlaşmazlıkların çözümünü düzenleyen belgelerde de yer alırlardı. Gayri müslimlerin herhangi bir şekilde kilise inşa etmelerinin, mevcutların eski şeklini bozarak yeni ilâvelerde bulunup bulunmadıklarının kontrolü ve tamirle­rinin gerekli olup olmadığının tesbiti için kurulan teftiş heyetlerinin tabii üyeleri içinde imamlar da bulunurdu.

İmamların görevlerinin din işleriyle sı­nırlı olmadığı ve genelde mahallenin yö­netimiyle ilgili vazifelerinin daha ağırlıklı olduğu, köylerde İse ahali üzerinde etkili olmalarından ötürü köy hayatının önde gelen simaları ve dolayısıyla idaresinin nüfuzlu şahsiyetleri arasında yer aldıkları söylenebilir. İmamların yönetim ağırlıklı konumu Tanzimat devrine kadar değiş­memiştir. II. Mahmud döneminde kurul­maya başlanan muhtarlık teşkilâtı, imam­ların yönetici kimliklerini giderek artan bir hızla ikinci plana atmıştır. Vak’anüvis Lutfî Efendi’deki kayda göre, İstanbul’­da erkek nüfusun tesbiti ve sicile kaydı [1828-1829 Rus Savaşı sebebiyle] gerek­tiğinden, bu hususta “imamların müsa­maha edememesi için” her mahalleye ahalinin önde gelenlerinden olmak üzere ikişer muhtar tayin edilmesine karar ve­rilmiştir. Anadolu’da muh­tarlığın ilk ihdas edildiği yer olan Kas­tamonu’da bu kuruluş ayanların nüfu­zunun kısıtlanmasında bir araç olarak düşünülmekle beraber yaygınlaşması imamların aleyhine bir netice vermiştir. Bununla birlikte gelişmeyi, modern şe­hir hizmetlerinin ve çağdaş idarî telakki­nin kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek gerekir. Bu gelişmeyi, halkı imamların zulmünden ve istibdadından kurtarmak gibi haksız bir töhmetle yo­rumlamaya da imkân olmadığı açıktır. Taşrada muhtarlıkların ayanların keyfî idaresine karşı bir tedbir olarak ve âyan-lık idaresinin yerine kaim olmak üzere ku­rulduğu, muhtarlara imamların kefil ol­malarının sağlanmasıyla da bunların iti­barının korunmuş bulunduğu ayrıca dik­kati çekmektedir. Son zamanlarda nüfus kayıtlarının tutulması ve mahalledeki ölümlerin kanunun öngördüğü zaman içinde bildirilmek kaydıyla ilmühaberler vermekle yetkili olmaları çeşitli meselele­rin oluşmasına yol açmıştır. Her türlü il­mühaberin tanziminde 5 kuruş ücret alınması gerektiği halde fazla para talep edilmesiyle ilgili şikâyetler yanında ölüm vukuunda kanunun öngördüğü süre için­de bildirilmemesinden ötürü haklarında pek çok dava açılmış ve para cezaları ve­rilmiştir.

Mahalle imamları dışında resmî hüvi­yete sahip imamlar da vardır. Bunlar ara­sında orduda hizmet görmekte olanlar önemli bir yer tutar. Eski askerî sistem dahilinde özellikle yeniçeri ortalarında, Nizâm-ı Cedîd ile kurulan talimli asker ocaklarında, serhadferdeki müstahkem mevkilerde, askerî teknik sınıflar içinde [top ve humbarahâneler] askerî eğitim kurumlarında [deniz ve kara mühendishâneleri] donanma ve Tersane’de, nihayet yeni kurulan askerî hastahanelerde [Mal­tepe Hastahanesi, 1830] dinî hizmetlerin imamlar eliyle gerçekleştirildiği, bunların padişah beratı ile tayin edildikleri ve mu­ayyen maaşlara bağlanmış oldukları bilin­mektedir. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılma­sından sonra kurulan yeni ordu teşkilâ­tında [Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye] mansûre alayları ve taburları içinde imamlara özel bir önem verilmiştir.

Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından az önce, her biri 150 kişiden oluşmak üzere elli bir bölük halinde kurulan Eşkinci Ocağı’nın her bölüğüne bir imam tayin edil­mesine karar verilmiştir (12 Haziran 1826). Bunlar, eratın vakit namazlarını kıldır­maktan başka dinî eğitimleriyle de meş­gul olacaklardı. Tayinleri İse şeyhülislâm­lık tarafından yapılacaktı. Hizmet süreleri beş yıl olup bu süre sonunda çeşitli yer­lere kadı olarak tayinleri mümkün olabi­lecekti. 17 Haziran’da kurulduğu ilân edilen Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye teşkilâtıyla askerî yeni­lenmeye eşkinci teşebbüsüne yeni bir şe­kil verilerek başlandı. Özellikle, en az on beş yaşında olmak kaydıyla acemi kışla­larında eğitilmek üzere askerliğe kabul edilen gençlerin dinî eğitimlerinin sağ­lanmasında imamlardan önemli görevler beklenmekteydi. Her gün sabahları, “bi­rer nevbet Kur’ân-ı Kerîm ve avama lâ­zım olacak mesâil-i dîniyye ve ilm-i hâlle­rini ve resm-i hat ve kabiliyetlerine göre ulûm-i sâireyi tâlim ve evkât-ı hamseyi cemâatle edâ eylemelerine azîm İhtimam eylemek” kanunnâmenin Öngördüğü va­zifeleri arasındadır. 100 kişiye bir imam olmak üzere askerî bölüklere imam tayinine ve görevlerinin belirlenmesine uygulamanın hemen ardından başlan­dı (7 Temmuz 1826). İmamların askerleri eğitmelerinde faydalanabilmeleri için di­nî meselelerde bir el kitabı olan ve İmam-zâde Esad Efendi tarafından kaleme alı­nan Dütt-i Yekta çok sayıda basılarak da­ğıtıldı. Askerî imam­lar için önceleri ayda 30 kuruş maaş ön­görülmüşken bu paranın geçinmek için yetersizliği dolayısıyla buna 1826 Eki­minde “kisve-bahâ” adı altında 30 ku­ruş zam yapıldı. Ayrı­ca kendilerine devlet tarafından uygun bir elbise verilmesi de kararlaştırıldı. Mansûre taburları için ilk aşamada 100 kadar imam tayin edil­miştir. Daha sonra topçu ve arabacı sınıf­larının ilâvesiyle yeniden Örgütlenen piya­delerin 100 kişilik sekiz bölükten oluşan her yeni taburuna yalnızca dört imam tayininin kararlaştırılması ile (1827) imam sayısı yarıya indirilmiştir. 1828’de süvari birliklerinin teşkilâtlandırılmasında 400 askerden oluşan her müfrezeye bir İmam tahsis edilmiştir  Piyade ve süvari birliklerindeki imam sayısı daha sonraki yıllarda da azal­ma göstererek 1838’de her tabura bir imama kadar inmiştir. Bu tarihte tabur İmamlarının maaşı ayda 160, dört taburun oluşturduğu alayların başimamlarının ise 500 kuruşa yükseltilmiş, hizmet so­nunda yapılan imtihanlarda başarılı olan başimamların müderris, tabur imamla­rının ise kadı olarak tayin edilebilecekleri kararlaştırılmıştır. Ordunun teknik sınıf -larındaki imam sayısı daha az tutulmuş­tur. Mevcudu 3600 olan topçulara dört imam ve 2000 kişiyi bulan arabacılara iki imam düşmekteydi. 1871’de alay imam­ları İçinden imtihanla alay müftüleri seçilmesi ve bunlara İstanbul müderrisliği unvanı tevcih edilmesi kararı alınmış, şey­hülislâmın da onayı ile bu kadro tahsisi gerçekleştirilmiştir.

Ordudaki imamların okur yazar olma­yanları eğitmesi de beklenmiş olmakla beraber bunda pek başarılı olamadıkları anlaşılmaktadır. Okur yazar olmayan su­bayların yükselebilmesi için imamlar ta­rafından eğitilmesi gündeme geldiğinde (1838) bizzat imamlardan pek çoğunun okur yazar olmadığı ortaya çıkmıştır. Yapılan inceleme ise ordu­da imam olarak hizmet görmek üzere va­sıfsız kişilerin talip olduklarını ortaya çı­karmıştır. Askerî imamların sayılarının azaltılarak daha yüksek bir maaşa bağ­lanmaları ve mesleğin cazip hale getirile­rek vasıflı kişilerin cezbedilmesine çalı­şılması çözüm olarak düşünülmüştür. Bu teklif münasebetiyle görüşünü açıklayan II. Mahmud’un tesbiti, “alay ve taburlar­da bulunan imamlar hem lüzumundan ziyade ve hem de ekserisi ceheleden ve ehl-i erbâb olmadıkları” doğrultusunday­dı.

İmamların eğitim durumlarına işaret eden kayıtlar, bunların genelde düzenli bir öğrenim görmüş oldukları izlenimini vermemektedir. Ayrıca temel dinî bilgiler dışında fazla bir vukufa sahip olmadıkları gözlenmektedir. Yüksek makam imamlarının ve Özellikle selâtin camii görevlile­rinin bu yönde birer istisna teşkil edebile­ceklerini söylemek mümkündür. Bunun­la beraber bazı olumsuzlukların bu kesim için de söz konusu olduğu dikkati çeker. Bu durumun, genel bir şikâyetin konusu olarak bilhassa XVIII. yüzyılın sonlarına doğru gözle görünür bir halde hüküm sürmekte olan yaygın cehaletin bir neti­cesi olduğu düşünülebilir. III. Selim devri düşünür ve devlet adamlarından Meh-med Emin Behiç Efendi görevlerini iyi yapmaları için nahiye ve köy imamlarının üç ayda bir kadılar tarafından teftiş edil­meleri, müslüman halkın cehaletten kur­tarılması için din kitaplarının matbaada basılarak dağıtılması, kadı ve nâiblerin gönderilen fermanların dilini anlamaya­cak bir duruma geldikleri, halbuki din adamlarının kendi sahalarında ve dünya ahvâlinde kendilerini iyi yetiştirmiş olmalarının, böylece bulundukları yerlerde özellikle siyasî ve mülkî meselelerin çözü­münde kendilerinden istifade edilen bir kesim haline gelmelerinin gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Genel cahillik ve ilmî zayıflık noktalarındaki bu gibi ka­yıtlar ayrıca aynı devrin düşünürlerinden Ömer Faik Efendi tarafından da dile ge­tirilmiştir. Ulemâ­nın alt kesiminde geniş bir yer tutan imamların bu olumsuz gelişmelerden da­ha ziyade etkilenmiş oldukları açıktır. Bu­nunla beraber imamlar içinde aynı za­manda hitabet hizmetini de üstlenenle­rin ulemâ sınıfına dahil olduğu var sayıl­dığından bu gibilerin hiç olmazsa dinî bilgiler açısından daha iyi bir eğitimden geçtiklerini ve yalnızca imamet hizmeti­ni sürdürenlere oranla daha donanımlı olduklarını kabul etmek gerekin

İmamlık cihetinin babadan ogula dev­redilmesi şartının geçerliliği, bu iş için ge­rekli dinî eğitimin aile içinde alındığı ve imamların çocuklarını kendilerine halef olmak üzere yetiştirdikleri kanaatini uyandırmaktadır. Bu eğitimin kalitesini ölçmek mümkün olmamakla beraber özellikle küçük yerleşim birimlerinde ve köylerde bunun yetersiz kaldığı ve genel­de avama lâzım olacak dinî meseleler ve ilmihal bilgi düzeyini pek aşmadığı anlaşılmaktadır. XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren askerî imamlar için düzenli eği­tim görmüş olma şartının sıkı bir şekilde arandığı görülmektedir. 1281 (1864) ta­rihli Eimme Nizâmnâmesi, tabur imam­larının alay imamı unvanıyla tayinlerini ve hitabete mezun olacakların yeterliliğinin yoklanmasını öngörmekteydi. Askerî imamlar içinde Dârülmuallimîn’in rüşdiye kısmı derecesinde tahsil görenlerin tabur imametine tayinleri ve askerî kıtalardaki hizmetleriyle ilgili olarak 4 Cemâziyelev-vel 1332 (31 Mart 1914) tarihinde kabul edilen yeni bir nizâmnâmeye göre, alay ve tabur imamları kıtaları efradına Türk­çe okuyup yazma ve hesap öğretmek ve akâid-i dîniyyeyi tâlim etmekle görev­lendirildiklerinden bunların Dârülmualli­mîn’in ibtidâiye kısmından mezun olma­ları şartı getirilmiştir. Mevcut imamlar, adı geçen mektebin ders programı dahi­linde imtihana tâbi tutularak bu şartı haiz olmayanların bir yıl müddetle sözü edilen mekteplerde eğitilmesi için izin verilecek ve bu süre sonunda yapılacak imtihanda başarılı olamayanlar arasında emeklilik hakkını almış olanlar emekliliğe sevkedilecek. bu hakkı elde edemeyenlerin ise askeri imamlık hizmetiyle ilişkileri kesi­lecektir. Medresetü’l-vâizîn’den mezun olanlar bu uygulamanın dışında tutul­muştur. Mahalle imam ve hatiplerinin eğitilmesi için 1300 (1883) yılında Menşe-i Eimme ve Hutabâ adıyla üç adet mektep açılmış olmakla beraber bunların verimli olma­dığı görülmüştür. 1888’de kabul edilen mahalle imamlarının eğitimi ve tayinle-riyle ilgili yeni nizâmnâme tatbikatından ötürü de bu okulların kapatılması yoluna gidilmiştir.

Özellikle köylerde dinî eğitimin sağlan­ması İçin cami ve mescidlerin yanında her zaman mevcut olmadığı belirtilen birer de mektep açılması söz konusu olduğun­da hazırlanan Maarif Nizamnâmesi’nde ilk tahsilin mahallî cemaatin ianesine tev­di edilmesine karar verilmiştir. Ahalinin mektep hocası ve cami imamına ayrı ayrı yardımda bulunmaması için bu iki hiz­metin birlikte yürütülmesinin uygun ola­cağı, dolayısıyla buralarda hizmet vere­cek imamların eğitim işlerini de üstlen­meleri düşünülmüştür. Ancak bu imam­ların genelde cahil olmaları sebebiyle eği­tim hizmetinde istihdamlarından herhan­gi bir fayda umulmadığının dile getirilme­si, genel eğitim durumlarını son dönem­lerde aydınlatan bir kayıt olarak önemli­dir.

İmamlık hizmetine tayin, önceleri ge­nellikle vakıf mütevellisinin teklifi ve şey­hülislâmın işareti neticesinde beratla ol­maktaydı. II. Mahmud devrinde tayin tek­lifleri Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti tarafın­dan yapılmaya başlanmıştır. Taşradan ge­len başvurular kadı ilâmları, adayın dilekçesi ve varsa vakıf mütevellisinin arzı ile birlikte yapılırdı. Bu resmî işlem dışında bazı nüfuzlu kişilerin, vilâyetlerde valile­rin, orduda kumandanların ve saraya ya­kın kimselerin aracılığı ayrıca bu gibi ta­yinlerde etkili olabilmekteydi.

9 Şubat 1870 tarihli Tevcîhât-ı Cihât Nizâmnâmesi çeşitli cihetlere yapılacak tayin usullerini düzenlemekte ve bunla­rın ehil olmak kaydıyla babadan oğula in­tikalini uygun görmektedir. Ancak birden fazla olması halinde oğullardan hangisi­ne geçeceğini veya akrabaların tercihiyle bir yabancıya hangi şartlarla tevcih edile­ceğini usule bağlamakla beraber bu nok­tada daha önceki uygulamalardan deği­şik bir husus içermez. Cihetlerin müşte­rek kullanılmasının giderek önlenmesine yönelik bir tedbir olarak, hisselerin vefat halinde diğer hisse sahiplerinden müs­tahak olana tevcihiyle bu tür paylaşımla­ra ve cihetlerin yetersiz gelirlerinin böy­lece bölüşümüyie kimseye fayda sağla-yamama haline giderekbir son vermeyi amaçlar. Nizâmnâmenin önemli noktası, hitabet ve imamet gibi ehliyet ve İstih­kak gerektiren cihetleri için imtihan ön­görmüş olmasıdır. Fakat bunun nasıl ya­pılacağı belirtilmemiştir. Mahalle imamlarının tayinlerinin belirli vasıf ve esaslara bağ­lanması için Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nce teşkil edilen komisyon tarafından ha­zırlanan 10 Cemâziyelâhir 1305 (22 Şubat 1888) tarihli Tevcîhât-ı Cihât Nizâmnâ­mesi bu konuda düzenlenmiş olanların en etraflisıdır. İmamların eğitimli, İffet ve istikamet sahibi olmaları zaruretinin dile getirildiği bu nizâmnâmenin hazırlanma­sında, özellikle imamet ve sair cihetlerin ehil olmayan kişiler eline geçmesi ve hiç­bir vasfı olmayanlar dahil olmak üzere “kasr-ı yed” edilmesi gibi uygulamaların sakıncalarının giderilmesi amaçlanmak­taydı. Buna göre imamet, hitabet ve mü­ezzinlik görevleri tevcih edilecek olanlar İstanbul’da Mahkeme Teftiş Heyeti huzu­runda, taşralarda ise idare meclislerinde hâkim, müftü, evkaf muhasebecisi ve mahallî ulemâdan oluşacak bir heyet ta­rafından fıkıh kitaplarının cihetlere ait meselelerinden, Kur’ân-ı Kerîm’in usuiü-ne uygun okunmasından imtihana tâbi tutulacaklardır. İmtihanda başarılı olma­larından başka iyi hallerine dair verilen şehâdetnâmelerle İstanbul’da Mahkeme-i Teftîş ve taşralarda idare meclisleri tarafından tahkik edildikten sonra tayin yapılacaktır. İmamlar, nikâh işleri ve bun­ların bildirilmesinde vazifelerini ihmal ve kötüye kullanmaları, imamete yakışma­yan davranışlarda bulunmaları halinde görevden uzaklaştırılacaklardır. İki cami­de birden imamet ve müezzinlik gibi va­zifelerin aynı şahısta toplanmasına izin verilmeyecek, iki ayrı camide hizmet gö­renler bunlardan birini tercih edecekler­dir. Mahalle mescid ve camilerinde ima­met ve hitabet gibi cihetlerin aynı kişi ta­rafından yürütülmesi mümkündür. Bir­den fazla imam, hatip veya müezzin bu­lunan camilerde herhangi bir kadro bo­şalması durumunda tayinler kıdem esasına göre yapılacaktır. Nizâmnâme, bütün vazifeler için “kasr-ı yed” etme usulüne prensip olarak son vermektedir. Ancak babadan oğula, kardeşlere veya damada intikal edebilme uygulamasına, bunlarda ehliyet ve liyakat şartı aranmak kaydıyla devam edilebileceğini kabul etmektedir. Çok çocuğu olanların en büyüğünün ve dı­şarıdan yapılacak tayinlerde ölenin akra­basının öncelik hakkı bulunuyordu. Vazife sahiplerinin askerlik yaşını aşmaları şartı muhafaza edilmiştir.

İmamların tayinleri hakkında son dü­zenleme, 23 Temmuz 1329 (5 Ağustos 1913) tarihli Tevcîhât-ı Cihât Nizâmnâ­mesi ve 4 Haziran 1333 (4 Haziran 1917) tarihli Müftülerin Vezâifine Dair Nizâmnâ­me ile yapılmıştır. Burada, diğer nizâm­nâmeden farklı olarak bazı mahallelerde cami mevcut olmadığı halde mahalle ima­mının bulunabileceği, bir mahallede bir­den fazla cami ve imam mevcut olması durumunda imamlara mahsus resmî mührün teamülen mahallenin imamı ad­dedilen zata teslim edileceği, resmî müh­rün ahalinin seçimi ve müdahalesiyle bir imamdan alınıp diğerine verilmesinin mümkün olamayacağı karara bağlanmış­tır. Köy ve mahallelerdeki imamların papaz ve hahamlar gibi ihtiyar heyetle­rinin tabii üyesi olduklarına dair duyulan tereddüt ise yapılan bir açıklama ile gide­rilmiştir.

Mevcut vakıflar içinde belirli bir gelire sahip olanların mütevellileri, tayin edil­mesini istedikleri adayları bildirmeye de­vam etmekle beraber vakıf gelirlerinin ye­tersizliğinden ötürü çoğunlukla bunlara verilmekte olan maaşların devlet hazine­sinin çeşitli kalemlerinden takviyesi veya bizzat üstlenilmesi söz konusu olmaktay­dı. Evkaf Nezâreti’nin kurulması ve bu ne­zâret dışında bırakılan vakıfların gelirle­rinin yetersizliği tayin ve maaş takdirinin Evkaf Nezâreti, dolayısıyla merkezî idare eliyle gerçekleştirilmesini kaçınılmaz kıl­mıştır.

Tahsis edilmekte olan maaşlar çeşitlilik göstermekle beraber genelde düşük se­viyededir. İstanbul’daki imamların baş­şehre has bir uygulama olarak daha şanslı olduklarını söylemek mümkündür. Maaş­larının yükseltilmesi için yaptıkları başvu­rular ve talep ettikleri pahalılık zamları “taşraya sirayet etmemek” kaydıyla ka­bul görmekte ve böylece bir miktar arttı­rılması temin edilebilmekteydi. Maaşları XIX. yüzyılın ilk yansına kadar genelde günde 2-25 akçe, daha sonraki dönemde ise ayda 40-100 kuruş arasında değişir. Bunlara göre askeri kadrolardaki imam maaşları daha dolgun durumdaydı. 1838′-de tabur imamlarının 160. alay başimam­larının ise 500 kuruş maaşları vardı.

Camilerde hizmet veren diğer görev sa­hiplerinin daha az paralarla geçinmek du­rumunda kaldıkları düşünüldüğünde bu maaşların günlük maişetlerini de karşı­lamakta yetersiz kalacağı açıktır. Sıkça gündeme gelen zam, ihsan, iane, tayinat yardımları ve tahsislerine dair yapılan taleplerin çokluğu da bir zaruretin varlı­ğına işaret etmektedir. Bu gibi taleplere genelde olumlu cevaplar verilmekte ve yetersiz de kalsa maaş zamları, iaşe ve kira yardımları yapılmaktaydı.

Emeklilik maaşları görevden ayrılma sebeplerine göre çeşitlilik arzetmektedir. Köy ve mahalle imamları için genelde yaş­lılık ve hastalık emeklilik için gösterilen sebepler arasında ağırlıklı bir yer tutmak­la beraber hizmet süreleri tahdit edilme­miştir. Askerî kadrolardaki imamların emeklilik hizmet süreleri ise belirlenmiş­tir. II. Mahmud devrinde yeni kurulan orduda imam olarak on iki yıl çatıştıktan sonra ayrılıp kadılığa geçebilecekleri Ön­görülmüş olmakla birlikte bunun uygu­lanmasının mümkün olmadığı anlaşılmış­tır. Emekliye ayrılmanın hangi yaşta ola­cağına dair bağlayıcı bir kural tam olarak yerleşemediğinden ve daha sonraları çı­karılan T^hdîd-i Sin Nizamnâmesİ’nde alay ve tabur imamları hakkında bu hu­susla ilgili olarak bir kayıt yer almadı­ğından bunların kaç yaşında emekli ola­caklarına bir açıklık getirilmesi mecbu­riyeti hâsıl olmuş, alay ve tabur imamla­rının altmış yaşında emekli olacakları be­lirtilmiştir. I. Dünya Savaşı içinde yapılan bir değişiklikle on beş yılı tamamlama­yan askerî imamların istifalarının kabul edilmemesine ve on beş yılı tamamlayıp istifa edenlerin ihtiyat zabitleri gibi rüt­belerini muhafaza etmelerine, bu deği­şiklikten önce istifa edenlerin on beş sene hizmetten sonra istifa etmiş gibi sayıl­malarına ve rütbelerini korumalarına ka­rar verilmiştir. Emekli maaşı takdiri değiş­kenlik göstermekle beraber genel olarak en son aldıkları maaşın tenzil edilmiş mik­tarı ile yetinmek gerekiyordu. Ölümleri halinde bu maaşlardan dul eşlerin ve ço­cukların istifadelerinin sağlanması yay­gın bir uygulamadır.

Sarây-ı Hümâyun padişah imamı olma en fazla kayırılma sebebi olmakla bera­ber birinci ve ikinci imam olanların dışın­da kalanların maaşları düşüktür. III. Selim’in ikinci imamı İzzet Efendi’nin maa­şı günde 50 akçe olup (1790) aradan ge­çen uzun zamana rağmen değişmeden kaldığı, II. Mahmud’un ikinci imamı Meh-med Arifin de 1816’da günde 50 akçe al­masından anlaşılmaktadır. Birinci imam olanların ise daha yüksek ödeme, tayinat ve ihsana nail oldukları ve kendilerine özel sandal tahsis edildiği bilinmektedir. İkinci imamlara da her üç yılda bir yeni­lenmek şartıyla bir kayık tahsis edilmek­teydi. III. Mustafa devrinde birinci imam olanlara yılda “40.200 sağ akçe ve mestânî ve nevrûziyyebahâ” verilmektey­di. 1868’de emekli olan ikinci imam Ali Efendi’ye ise maliye hazinesinden 1500 kuruş maaş tahsis edilmiştir ki devrin diğer imamla-rıyla karşılaştırıldığında bunun yüksek bir ödeme olduğu anlaşılır. Sarayda padişah imamları dışında en iyi ödeme ve tayinata sahip olanlar Dârüssaâde ağalarının imamları­dır.

İmamlık hizmeti toplumun bütün ke­simlerinde ve müesseselerinde mevcut­tu. Rical ve kibar konaklarında özel hiz­met veren imamlar yanında yabancı ülke­lere gönderilen fevkalâde elçilerin mai­yetlerinde, daimî elçiliklerin ihdasıyla se­farethanelerde, şehbenderliklerde, yurt dışında açılan sergilerde imamlar bulunmuştur. Mâliki ve Şafiî gibi değişik mezheplere mensup imamların da bu mezhep mensuplarının bulunduğu yerlerde görev yaptıkları dik­kati çeker. Rical ve kibar konaklarında hizmet gören imamların zaman içinde saygınlıklarını kaybettikleri ve buraların diğer hizmetkârları gibi sıradan bir mu­ameleye mâruz kaldıkları yine Ömer Faik Efendi’nin bir uyarısından anlaşılmakta­dır. İmama tazim ve hürmet onun zatına değil hâmil olduğu Kur’ân-ı azîmü’ş-şân’-dan ötürüdür. Dolayısıyla imama tazim ve hürmet elzemdir.

Elden çıkan ve istilâ edilen yerlerdeki ulemânın, dolayısıyla imamların durumu, ilgili devletlerle girişilen siyasî görüşme­lerin en önemli konulan arasındadır, özel­likle imamların tâbi olduğu müftülerin meşihat makamı tarafından tayini ehem­miyet kazanmaktaydı. Bulgaristan Prensliği’yle ilgili yazışmalarda bu konu ağırlıklı bir yer işgal etmekte ve bu doğrultuda bir çözüm getirilmiş bulunmaktaydı. Bosna ve Hersek’in Avusturya Macaristan tarafından işgali ve idare altına alınması 1878 müslüman ahalinin dinî teşkilâtının başsız kalmasına yol açmıştır. Bir müddet sonra dinî işle­rin meşihat makamından müstakil bir şekilde örgütlenmesine girişilmiş (1881) ve “reîsü’l-ulemâ” adını alacak bir kişinin başkanlığında dört üyelik bir ulemâ mec­lisi kurulması kararlaştırılmıştır (17 Ekim 1882). Meclis üyelerini ve başkanı kayser tayin etmektedir. Bunların meşihat ma­kamı tarafından tayini veya bir menşurla tasdiki yönünde yapılan teklifler kabul edilmemiştir. Kadı ve camilerin İmamla­rının tayini bu meclis tarafından gerçek­leştirilmeye başlanır. Bosna ve Hersekte işgal devrinde bazı camiler tahrip edilmiş olmakla beraber 150 yeni cami yapılmış­tır. Bulgaristan’da Rus işgali esnasında Sofya’da mevcut yetmiş camiden ancak beş tanesinin ayakta kalmış olduğu düşü­nülürse Bosna-Hersek’teki şartların daha uygun geliştiği anlaşılır.

Köy ve mahalle imamlarının askerlik hizmetinden muaf tutulması, 1826’dan itibaren kurulan yeni ordunun asker te­miniyle ilgili olarak yapılan düzenlemelere kadar devam etmiştir. Bu devirde imam­ların tayinlerinde askerlik yaşını geçirmiş olmaları şartı aranmaya başlanır. Son dö­nemlerde ve özellikle savaş yıllarında ko­nuyla ilgili başvurularda, imam ve müez­zinlerin de papazlar gibi askerlik hizme­tinden muaf tutulmaları talep edilmek­tedir. Özellikle pek çok köyde beratsız olarak vazife görmekte olan imamların mevcudiyeti ve bunların askere alınması neticesinde dinî hizmetlerin aksaması bu tür şikâyetlerin ana konusunu teş­kil etmektedir. Öte yandan camilerde birtakım imamların çeşitli memuriyetlerle ve ti­caretle meşgul olmaları sebebiyle ge­nelde akşam ve yatsı dışında beş vakit namazı bizzat kıldırmadıkları tesbit edil­diğinden bu gibilerin askerlik hizmetin­den muafiyetinin söz konusu olmaması gerektiği, muafiyetin hizmetin tam ola­rak ve bilfiil icrasıyla mümkün olacağı doğrultusunda karar alınmıştır. Savaş yıllarının zaruretinden olmak üzere yaylalardaki imamların da kısa bir süre hizmet vermelerinden ötü­rü askerlik hizmeti içine sokulmak isten­diği ayrıca görülmektedir.

Son dönemlerde mahalle imamlarının eskiden beri ifasına mükellef oldukları vazifelerden cenaze ve nikâh İşleri dışında­kiler daha önceki tarihlerde muhtarlara ve ihtiyar heyetlerine havale edilmiş ol­duğundan bu tür işlemlerden almakta ol­dukları harçlarda önemli bir azalma mey­dana gelmiştir. 27 Ağustos 1914 tarihli nüfus kanununun ilgili maddesi uyarınca ifasına mükellef oldukları nikâh işleri de 25 Ekim 1917’de çıkarılan Hukükı Âile Kararnamesi ve bu kararnamenin mua­melâtına dair 21 Aralık 1917 tarihli ni­zâmnâme gereğince ellerinden alınmış ve bu uygulama genelde ekonomik ağır­lıklı şikâyetlere yol açmıştır. Bütün bu va­zifelerin kendilerinden alınmasıyla imam­lara ancak cenaze işleri kalmıştır.

Muhtemelen bu şartların şevkiyle ma­halle imamları, Eimme-i Mahallât Tevhid ve Teâvün Cemiyeti adı altında bir dernek kurmaya teşebbüs etmişlerdir. Derneğin kurulmasıyla ilgili başvuru incelendiğin­de, cemiyet nizâmnâmesinin ikinci mad­desinde yer alan “kanunen tanınan hakla­rın korunacağı” ve dördüncü maddesin­deki, “Dersaâdet ve bilâd-ı selâsede ma­hallât eimmesi işbu cemiyetin hasbe’l-meslek a’zâ-yı tabîiyyesinden olduğu” ifa­delerinin üzerinde özellikle durulduğu gö­rülür. İkinci maddedeki ifadenin cemiye­tin bir nevi sendika mahiyetinde olduğu­nu gösterdiği ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu1-nun sekizinci maddesinde umumi hiz­metlerle meşgul olan müessese görevli­lerinin sendika kurmalarının yasaklandığı ve mahalle imamlarının da umumi hiz­met erbabından sayıldıkları, özellikle dör­düncü madde İle üyeliğin isteme bağlı ol­maksızın zorunlu hale getirilmek istendi­ği, bunun ise hürriyet esasına uygun düş­mediği, bununla beraber devlet memur­larının bir sendika kurup kuramayacağı­na dair Cemiyetler ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanu-nu’nda bir açıklık olmadığı, sendikanın âdi cemiyetlerden farkına dair açıklama yapılması gerekeceği. Mülkiye ve Maarif Dairesi mütalaası olarak Şûrâ-yı Devlefe intikal ettirilmiştir. Burada, “Eimme-i mahallât canibinden böyle bir cemiyet teşkili ahkâm-ı kânûniyyeye gayr-i müsâid bulunmuş ve başkaca bir muamele ifasına hacet görülmemiştir” kaydıyla ce­miyetin kurulmasına izin verilmemiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski