İsbat-ı Vacib Nedir, Ne Demek, Anlamı, Hakkında Bilgi

Allah’ın varlığını kanıtlama anlamında kelâm ve felsefe terimi.

Varlığı kendinden olup başka bir nesne­ye veya güce dayanmayan [vâcibü’l-vücûd] Allah’ın bu yetkin var oluşunu açıklamak için gösterilen çabayı ifade eden isbât-ı vâcib tarih boyunca din âlimlerini ve dü­şünürleri meşgul etmiştir. “Bir gerçeği ortaya koyma sürecindeki son hüküm” anlamına gelen ispat çeşitli deliller vası­tasıyla yapılır. Allah’ın varlığını kanıtlama faaliyeti ise varlık türlerinin en üst mer­tebesini ilgilendirmesi sebebiyle kendine has özellikler taşır ve her şeyden önce ol­mayanı keşfetme değil olanı tesbit edip doğrulama amacı güder. Sokrat öncesi fi­lozofların tabiatın aslını ve menşeini bul­ma yolundaki çabaları yanında Eflâtun’un hareketin nihaî kaynağını ruha bağlama­ya çalışması ve Aristo’nun ilk sebep veya ilk hareket ettirici fikrini benimsemesiyle Tann’nın varlığını ispat problemi Yunan felsefesinin konulan arasında yer almaya başlamıştır. İlkçağ felsefesinde kullanılan kozmolojik kanıtlar, daha sonra Kitâb-ı Mukaddes’in ulûhiyyet anlayışı ile bağlan­tılı olarak yahudi ve hıristiyan teolojilerin­de de yer almıştır.

Yaratıcı gücü inkâr etmenin zorluğu karşısında insanlar şirk yoluyla Tann’nın otoritesini paylaşma eğilimi gösterdikle­ri için Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın varlığın­dan çok birliğine ve her konudaki eşsizli­ğine vurgu yapılmaktadır. Bununla birlik­te 0’nun varlığıyla ilgili birçok işareti içe­ren âyetler de mevcuttur. Bu konudaki bazı âyetlerde öncelikle insanın yaratılı­şında mevcut olan Allah’a yönelme duy­gusu üzerinde durularak [Rûm 30/30] selim fıtratı itibariyle insanın inanmaya yatkınlığı öne çıkarılmıştır. Nitekim ha­yatî tehlikenin söz konusu olduğu anlarda inanmayanların dahi Allah’a sığınıp yar­dım dilemesi [İsrâ 17/67; Lokman 31/ 32] insan yapısında saklı bulunan yara­tıcıya sığınma eğiliminin göstergesidir. Bundan dolayı yüzyıllar boyunca toplum­lar bir inanca sahip bulunmuş ve Allah’ın adı her dilde anılıp yüceltilmiştir. Sağduyu ile bağdaşmayan inançsızlık ise Kur’an’-da ifade edildiği üzere daha çok inat, ki­bir, şımarma, taassup, taklit ve kültürel çevreden kaynaklanmaktadır.[Neml 27/14; Feth 48/26, Kehf 18/32-37]

Kur’an’da en çok âlemin sonradan ya­ratılışı ve düzenli işleyişi çerçevesinde bir ispat yöntemi görülmektedir. Her ne ka­dar öncüllere dayalı bir sistem içinde ve-rilmese de Allah’ın varlığıyla ilgili özellikle kozmolojik ve teleolojik delilleri Kur’an’da bulmak mümkündür. Bu bağlamda en açık tesbit, yaratıcısız meydana gelmesi yahut insanlar tarafından icat edilmesi mümkün olmayan evrenin [Tûr 52/35-36] ve onun içindeki sayısız türlerin Al­lah’ın varlığına delil kılınmasıdır.[meselâ bk. Nahl 16/3-18; Rûm 30/20-27; Vâkıa 56/57-74] Âfâk” ve “enfüs” şeklin­de ifade edilen [Fussılet41/53] dış ve İç âlemin varlıkları arasında görülen düzen, uyum ve güzellikle ilgili örnekler Kur’an’­da yüce bir yaratıcının mevcudiyetini gös­teren kanıtlardır. Planlı ve ölçülü olarak yaratıldığı bildirilen her varlık [Ra’d 13/ 8; Kamer 54/49] âyetlerde yapısal özel­likleri hakkında bilgi vermek için değil ne­ye işaret ettiğini vurgulamak amacıyla ele alınmış, Allah’ın varlığı evreni açıklayabil­menin kaçınılmaz şartı haline getirilmiş­tir. Nitekim bir âyette, bütün fevkalâde-likleriyle gözler önüne serilmiş bulunan tabiatın müşahede edilmesine rağmen Allah’ın varlığı hakkında hâlâ bazılarının şüphe duyması anlaşılmaz bir durum ola­rak nitelenmiştir. Kur’an’­da ayrıca isbât-i vâcible ilgili akıl yürütme örneklerine de yer verilmiştir. Hz. İbra­him’in sırasıyla yıldız, ay ve güneşin tanrı olma ihtimalini kayboluşlarından dolayı devre dışı bırakıp gökleri ve yeri yaratan bir yüce varlığa iman edilmesi gerektiği sonucunu çıkarması [En’âm 6/75-79] bunlardan biridir. Hadislerde de konuyla ilgili bazı ipuçlarına rastlamak mümkün­dür. Meselâ Hz. Peygamber’in, Allah’ın gökleri ve yeri yaratmasındaki ibret ve işaretlere dikkat çeken âyetleri okuyup göğe baktığı ve daha sonra ibadet ettiği bildirilmektedir.

Felsefe tarihinde Allah’ın varlığı genel­de ontolojik, kozmolojik ve teleolojik de­lillere dayalı olarak ispatlanmaya çalışıl­mıştır. Bunlara modern dönemde öne çı­kan dinî tecrübe ve ahlâk delilleri de ek­lenebilir. Ontolojik delil, her türlü tecrübî verinin dışında zihnî bir ispat delili olup en yetkin varlık tasavvuru üzerine kurulu­dur. Bu delil “ekmel varlık” ve “ilk sebep”le bağlantılı olarak Fârâbî ve İbn Sînâ’nın düşüncesinde de bulunmakla birlikte da­ha çok Saint Anselme ve Descartes tara­fından geliştirilmiş, ancak Allah’ın varlığı­nın zihnî bir mefhum üzerine kurulama­yacağı, çünkü tanrı fikriyle onun varlığı arasında zorunlu bir ilişkinin bulunmadığı gerekçesiyle Saint Thomas, Kant ve di­ğer bazı filozoflarca eleştirilmiştir. Evrenden hareketle oluşturulan kozmolojik delil İse Eflâtun ve Aristo’nun âlemdeki hareketi açıklayabilmek için or­taya koydukları ilk hareket ettirici [muharrik-i evvel] teziyle felsefenin gündemi­ne girmiştir. Birçok ispat yöntemini içe­ren bu delil İslâm düşünce tarihinde “hu-dûs” ve “İmkân” adlarıyla yer almıştır. Ke-lâmcıların kullandığı hudûs delilinde cev­her ve arazların değişkenliğinden yola çıkılarak tümevarım yöntemiyle âlemin sonradan yaratıldığı ve dolayısıyla bir ya­ratıcıya muhtaç olduğu İspatlanır. Delil­de varlıklar arasındaki illet-mâlul zinciri geriye doğru devam ettirilirken bir yerde durdurulup ilk illete geçilmesi eleştiri ko­nusu olmuşsa da buna çeşitli burhanlar­la cevap verilmiştir. Zorunsuz (mümkin) niteliği taşıyan âlemdeki nesnelerin var oluşlarını yok­luklarına tercih edecek zorunlu bir varlı­ğın ispat edilmesini amaçlayan imkân ise filozofların delili olarak bilinmesine rağ­men Şehristânî ile birlikte müteahhirîn dönemi kelâmcıları tarafından da kulla­nılmıştır. Âlemin zorunsuzluğu öncülü­nün kesinlik ifade etmediği, tercihi yapa­nın âlemin kendisi veya içindeki bir cev­her (ruh) olabileceği şeklinde imkân de­liline yöneltilen itirazlar, tercih edicide bulunması gereken zorunluluk ve kemal şartları sebebiyle geçerli sayılmamıştır. Kozmolojik deliller, modern dönemde Le-ibnitz’in yanı sıra Richard Svvinburne ve William Lane Craig tarafından da savu­nulmuştur. Felsefî delillere yönelik teknik eleştiriler dışında bunların kolay anlaşıl­madığı ve herkesi ilgilendirmediği şeklin­deki genel itiraza söz konusu delillerin il­mî seviye gerektirdiği öne sürülerek faz­la itibar edilmemiştir.

İslâm düşüncesinde gaye ve nizam, ih­tira veya hikmet ve inayet delili olarak bi­linen teleolojik delil ise evrende gözlenen düzenin kendiliğinden meydana geleme­yeceği esasına dayanır. Bu delile göre âle­min varlığı, estetik görünümü, uyumlu işleyişi ve belirlenen süre içinde bozulma­dan devam etmesi, bunun sonsuz kudret sahibi ilâhî bir varlığa bağlanması halinde mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın varlığına ve kudretine vurgu yapılırken sıkça kullanılan teleolojik delil, geniş ke­simlere hitap eden sade ve anlaşılır bir ispat yöntemi olması sebebiyle Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî. Gazzâlî, İbn Rüşd, İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye ta­rafından diğer delillere tercih edilmiş, hız kazanan tabiat araştırmaları dolayısıyla yakın dönemde de ön plana çıkmıştır. Var ediciyi değil usta bir sanatkârı ispatladı­ğı için âlemin menşeini izah edemediği, ayrıca kötülük (şer) meselesini açıklaya­madığı yönünde teleolojik delile eleştiri­ler yöneltilmiş, ancak evrendeki düzenin onun varlık şartı niteliğinde oluşu ve kö­tülük kavramının izafîliği sebebiyle bu tenkitler güçlü görülmemiştir. Darvvin’in mekanik evrim teorisiyle XIX. yüzyılda gündeme getirdiği kendiliğinden oluş fik­ri teleolojik delili zayıflatır gibi görünse de bizzat evrim olayının sebep ve kayna­ğının sorgulanması sonucu gücünü kay­betmiş, özellikle F. Richard Tennant’ın bütüncül bakışla evrende kolayca görüle­bilecek gayelilik teorisi ve Richard Swin-burne’ün zaman ve mekâna dayalı dü­zenlilikle ilgili katkıları sayesinde bu delil İlahiyat ve din felsefesinde tekrar önem kazanmıştır.

İnsanın şahsî tecrübesiyle yaşadığı ve sonuçta inanmaya götüren manevî uya­nışları esas alan dinî tecrübe delili daha çok psikolojik ve mistik alanda önem kazanan bir yöntemdir. İlham, ilâhî yardım veya cezalandırma yoluyla Allah’ın müda­halesini farketmeye dayanan bu delile, kavramlarla tam olarak ifade edilemeyişi ve sadece yaşayan tarafından bilinmesi dolayısıyla şüpheyle yaklaşılmıştır. Kişiden kişiye değişen şekilleri, ihtiva ettiği gi­zemli hususlar ve bazı aşırılıklar yanında dini basit birtakım tecrübelere indirge­me ve ona yabancı unsurlar katma gibi sakıncaları da göz önüne alındığında bu delilin objektifliğinin teorik anlamda problemli hale geldiği görülür. Ancak dı­şarıdan bakan açısından söz konusu edi­lebilen belirsizliklerine rağmen ferdin ya­şadığı ve kendisini etkilediğini söylediği dinî uyanışı reddetmek veya geçersiz say­mak da mümkün değildir.

Din psikolojisinde bazı parapsikolojik yöntemler kullanılıyorsa da bunlar fazlaca yaygınlaşmış değildir. Klasik ispat delil­lerini reddeden Kant tarafından öne çı­karılıp daha sonra geliştirilen ahlâk deli­linde ise Allah’ın varlığı bir bilgi mesele­sinden çok erdemli bir hayatın ön şartı olarak ele alınmaktadır. Ahlâkî olarak in­sanın en yüksek iyiye ulaşma İdealini ger­çekleştirebilmesi için bunu sağlayacak varlığın (Tanrı) mevcudiyetini gerekli gö­ren bu delil, pratikten yola çıkan insan merkezli bir yöntemi ihtiva etmesi dola­yısıyla İlgi uyandırmıştır. Ancak bu delil de bilgi ve imanı birbirinden tamamen ayırma ve Allah’ın varlığını insanî bir ihti­yaca dayandırma gibi özelliklerinden do­layı eleştirilmiştir.

İsbât-ı vâcible ilgisi bulunan önemli ko­nulardan biri ispatın mümkün olup olma­dığı meselesidir. Ateist ve agnostik düşü­nürler, fizik ötesi bir varlık alanı kabul et­medikleri için bunun ispatının da müm­kün olmadığını savunurlar. Ancak bu ke­simin temsilcileri, gayb alanının ve Tan-rı’nın yokluğunu ispat edebilecek ciddi deliller getirmek yerine ya teistlerin ispat delillerini reddetmekle yetinirler veya ta­mamen konuya ilgisiz bir tavır ortaya ko­yarlar. Allah’ın varlı­ğını kabul eden teist düşünürler ise ispatı genel olarak mümkün görmekle birlikte bütün delillere aynı değeri yüklemeyip sa­dece bazılarını kullanırlar. İbn Rüşd ve İbn Teymiyye gibi İslâm düşünürleri bile bazı delillerin geçerliliğini veya yararlılığını ka­bul etmezler. Fakat bir taraftan duyu va­sıtalarıyla idrak edilemediği için gizli, di­ğer taraftan her nesne ve olayda varlığı­nın izleri bulunduğu için aşikâr olan Al­lah’ın varlığının ispatı herhangi bir fizik veya matematik gerçeğin ispatına benze­mez. Kendine has gaybî ve aşkın özelliği sebebiyle, O’nun varlığını hiçbir itiraza mahal bırakmayacak ve herkesin kabul edeceği bir ispat şekliyle ortaya koymak kolay değildir. Gerçeğe yaklaştıncı kanıt­larla desteklenebilen Allah’ın varlığı me­selesiyle ilgili son hükmü zihinle kalbin ortaklaşa ulaşacağı kabul yani iman belirler. İspatta tam bir kesinlik bulunsaydı Al­lah’a iman iradî bir tercih olmaz ve neti­cede uhrevî ceza veya mükâfatı da gerek­tirmezdi. Buna karşılık İnkâr için de du­rum aynı olup aklî istidlal ve bilimsel yol­larla Allah’ın varlığını yok saymak müm­kün değildir. Üstelik inkâr bir çözümsüz­lüğü de beraberinde getirmekte, varlık ve hayatın anlamı konusunda inkârın do­ğurduğu büyük boşluğu aklı ve gönlü tatmin edecek izahlar getiremeyen poziti-vist, materyalist ve evrimci teoriler dolduramamaktadır.

Kant’ın aklın metafizik alanı bilemeye­ceği gerekçesiyle ispat delillerini reddet­mesi, modern dönemde ispatın imkânıy­la ilgili tartışmaların yoğunlaşmasına se­bep teşkil etmiştir. Her ne kadar ampi-rist filozoflarda olduğu gibi duyular Ötesi­ni ve Allah’ın varlığını inkâr amacıyla de­ğil aksine inanca yer bulmak için bilginin alanını sınırlasa da Tanrı’ya inanmanın gerekliliği­ni yalnızca ahlâka bağlayıp zihnî ve amelî hayat arasında keskin bir ayırıma gitmesi meselenin çözümüne katkıda bulunma­mıştır. Nitekim Kant sonrası XIX. yüzyıl düşüncesinde, aklî bir temele dayanma­dığı öne sürülen dinin ahlâk dahil bütün ilimlerden tamamen dışlanması süreci hız kazanmış ve seküler ahlâk fikri ileri sürülmeye başlanmıştır. Halbuki Allah’ın varlığını kanıtlama faaliyeti, ulûhiyyetin mahiyetini akılla kavrama İddiası yerine evreni yaratan ve idare eden bir güce inanmayı mâkul sebeplerle destekleme amacını taşır. Bir varlığın mahiyetine vâ­kıf olamamak onu her türlü bilgi alanının dışına itmek anlamına gelmez. Çünkü Al­lah’ın varlığına inanan insan bu İnancını temellendirip uydurma veya hurafe olma­dığını açıklama ve başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hisseder. Bu sebeple akla bu ko­nuda tam bir yeterlilik tanıyıp imanı salt bilgiye irca etmek isabetli olmadığı gibi onun kullanımını sadece fizik alanla sı­nırlı tutmak da doğru değildir. Zira ikinci tavır hem inancın etkinliğini kısıtlar hem de onu dar bir pozitivist anlayışa bağımlı kalmaya mahkûm eder. Kur’ân-ı Kerîm’­de görünür âleme yönelik gözlemde bulunmakla iman arasında yakın ilişkinin ku­rulması da bu çabayı doğrulamaktadır. Nitekim bir âyette, vahye kulak verme veya tabiatı inceleyip anlama fiillerinin yerine getirilmesi halinde cehennemden kurtuluşun mümkün olacağı haber veril­mektedir.[Mülk 67/10]

İslâm âlimleri isbât-ı vacibin gereklili­ğini, İmanda körü körüne bağlanma se­viyesinden çıkıp bilinçli benimseme dere­cesine ulaşma ihtiyacı ile açıklarlar. Ayrıca Allah’ın varlığına iman konusunda zihne gelebilecek şüpheleri gidermek veya iti­razları cevaplandırmak için de buna ihti­yaç duyulduğunu söylerler, öte yandan insanların isbât-ı vâcib delillerine karşı duyarlılıkları da karakterlerine ve yetişme tarzlarına göre farklılık arzeder. Bir kıs­mı iç dünyası açısından hassasiyet taşır­ken bazıları daha çok dış dünya ile ilgile­nir. Yine bazı insanlar, inanmak için küçük bir işaret veya tecelliyi yeterli bulurken diğerleri ancak olağan üstü bir hadise ve­ya şiddetli bir sarsıntı ile uyanabilir. Al­lah’a giden yollar yaratıkların nefesleri sa­yısınca olduğuna göre bunları sınırlandırıp bir kısmını dışlamak ve herkesi aynı yolu iz­lemeye mecbur etmek yanlıştır.

İsbât-ı vâcib, ilk dönemden itibaren İs­lâm düşüncesinin önemli konularından birini teşkil etmiş, çeşitli eserlerde yer aldığı gibi bu konuda müstakil kitaplar da yazılmıştır. Bunlar arasında Kasım b. İbrahim er-Ressî”nin ed-Delîlü’l-kebîi, İbnü’l-Vezîr’in el-Burhânü’l-kâtıc fîişbâ-ti’Ş’Sâni’, Molla Câmî’nin ed Dürretü’l-fâhire, Devvânî’nin Risale fî işbâti’î-vâ-cibve er-Risâletü’1-cedîde fî işbâti’l-vâcib. Molla Sadra’nın Risale fîişbâti’l-bârî te’â/â ve şıfâtihi’l-hüsnâ, Osmanlı âlimlerinden Kemalpaşazâde’nin Risale fî tahkiki vücûbi’l-vûcib, Halîl b. Ali es-Sofyevî’nin Vücûhu berâhîni işbâti’l-vâcib ve’t-tevhîd, Filibeli Ahmed Hilmi’­nin Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, Mehmet Şemsettin’in Felse-fe-i Ûiâ: İsbât-ı Vâcib ve Ruh Nazari­yeleri, Abdülazîz b. Abdurrahman Câbal-lah’ın ed-Delîlü’s-şâdık alâ vücûdi’l-hâlik ve butlâni mezhebi’1-felâsifeti ve münkiri’l-havârik adlı eserleri zikre­dilebilir.

Allah’ın varlığı ve ispat delilleriyle ilgili olarak yapılan çok sayıda yeni çalışma ara­sında da şunlar sayılabilir: J. VVensinck, Les preuves de l’existence de Dieu dans la theologie musuîmane Ams-terdam 1936; Alvin Plantinga. God and Other Minds: A Study of the Rational Justification of Behef in God (Ithaca 1967); Henri Bouillard, La connaisance de Dieu (Montaigne 1967); John Hick, Arguments for the Existence of God (London 1970); Bekir Tbpaloğlu, Allah’ın Varlığı (Ankara 1974); HansKüng, Exist-iert Gott? (Munich 1978); Richard Swin-burne, The Existence of God (Oxford 1979); VVilliam Lane Craig. The Cosmo-logical Argument fiom Plato to Leib-niz (London 1980); İbn Halîfe, Seb’ûne burhânen Hlmiyyen ald vücûdi’z-zâ-ti’1-ilâhiyye (Beyrut 1407/1988); Herbert A. Davidson, Proofs for Eternity, Creation and the Existence oî God in Medieval Islamic and Jewish Philosophy (Oxford 1987); David Braine. TheReaiityof Time and The Existence of God (Oxford 1988); Richard M. Gale, On the Nature and Existence of God (Cambridge 1991).

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski