İslamcılık hareketi, modern Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası aleyhinde oluşturduğu tehditlere etkili bir karşı koymanın ancak modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşa etmekle ve dinin kılavuzluğunda gerçekleşecek bir modernleşme ile mümkün olacağı fikrine dayanır; bu modernizm anlayışı. İslamcılığı İslâm dünyasında ortaya çıkan birçok benzeri akımdan farklı kılan önemli bir ayıraçtır. İslâm medeniyetinin dünya üzerindeki son büyük gücü olan Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü zaaftan kurtarılması ve bekasının temini için “İslâmî bir rönesans”ın gerçekleşmesini sağlama düşüncesi aynı yaklaşımın sonucudur. Bu yaklaşımın taraftarları, yanlış din anlayışının ve uygulamasının müslümanlan atâlet, cehalet ve hurafelerin mahkûmu kılarak onları aslî kimliklerini inkâr noktasına kadar varan bir Batı taklitçiliğine düşürdüğünü savunuyorlardı. Diğer bir ifadeyle geriliğe sebep olan şey İslâm’ın hakikatinden uzaklaşılmış olmasıdır; şu halde çözüm de İslâm’ın hakikatine dönmekte yani İslâmlaşmaktadır. Buna göre İslamcılık hareketi hem bir öze dönüş hem de bir modernleşme projesi olarak takdim edilmiştir.
İslamcı fikir adamları, modern Batı ile İslâm dünyası arasında büyük bir mesafe oluşturan geri kalmışlık probleminin çözümü için İslâm’ın maddî kalkınmayı teşvik eden kavram ve değerlerini öne çıkarmak, İslâm tarihi ve kültüründe dinin özüne aykırı buldukları sonradan ortaya çıkmış gelenekleri gözden geçirerek ıslah etmek, dinin aslî kaynaklarına dönmek, ictihad mekanizmasını yeniden işletmek ve cehaleti yıkmak için kitlesel eğitime ağırlık vermekgerektiğini düşünüyor, bu yönde faaliyetlere girişiyor, kurumlar oluşturmaya çalışıyorlardı.
Ortaya çıkışından bugüne kadar belirgin bir kronolojik süreklilik arzeden İslamcılık akımının başlangıcında Tunuslu Hay-reddin Paşa Yeni Osmanlılar’ın ilgisini çekmiş, hatta belirli konularda onlara kaynaklık etmiş görünmektedir. Bununla birlikte İslamcı düşünce akımının tarihî gelişiminde II. Meşrutiyet en önemli dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Nitekim Yeni Osmanlılar hareketi içinde hem İslamcılık düşüncesi hem de onunla aynı dönemde gelişen diğer düşünce akımları (Garpçılık, Türkçülük) potansiyel olarak bulunuyordu.
Yeni Osmanlılar’ın önde gelen isimlerinden Nâmık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suâvi İslâmiyet’i, devlet eliyle yürütülen modernleşme sürecinde muhtemel kimlik kaybına karşı bir güvence olarak almışlardır. Batı’daki ırk kavramına dayanan milliyetçi ideolojiler karşısında müslümanların inançta ve coğrafyada birliği fikrine dayalı bir “İslâm milleti” kavramına ulaşmak isteyen Yeni Osmanlılar’ın medeniyet tasavvurları hakkında Nâmık Kemal’in Renan Müdâfaanâmesi adlı eseri (İstanbul 1327) önemli ipuçları vermektedir. Ernest Renan’ın Sorbonne’da verdiği İslâm ve bilim konulu konferansta ileri sürdüğü, İslâm’ın bilimsel gelişmeye engel olduğu yolundaki iddiaları müslüman aydınlardan ciddi tepkiler görmüştür. Ce-mâleddîn-i Efgânî’nİn Journal desde-bats gazetesinin 18 Mayıs 1883 tarihli nüshasında yayımlanan cevabı, İbnü’r-Reşâd Ali Ferruh’un yazdığı Teşhîr-i Ebâ-tıl Petersburg imam ve müderrisi Atâullah Bâyezidof un Rusça kaleme aldığı ve Gülnar de Lebedef ile Ahmed Cevdet’in Türkçe’ye çevirdikleri Redd-i Renan bunlar arasında sayılabilir. Nâmık Kemal, anılan reddiyesinde Renan’ın iddialarına cevap verirken İslâm medeniyetinin özellikle bilim ve felsefe alanında bir zamanlar ortaya koyduğu ilerlemeleri, doğrudan doğruya İslâm’ın ilmî ve fikrî araştırma yönündeki özgürlükçü değerlerine bağlamaktadır. Hareketin diğer önemli siması olan Ali Suâvi’-ye göre İslâmîyönetimin zayıflamasının başlıca sebebi dinsizlik ve taklitçiliktir. Müslümanların birliğini savunan Ali Suâvi, Batı’daki Türk aleyhtarı lobiler karşısında müslüman ve Osmanlı kimliği yanında zaman zaman ideolojik muhtevası olmayan Türklüğü de Öne çıkarmıştır.
II. Meşrutiyetten sonra İslâmcılar’ın düşünceleri Yeni Osmanlılar’ın oluşturduğu birikimin yanı sıra Cemâleddîni Efgânî, Muhammed Abduh, M. Ferîd Vecdî ve M. Reşîd Rızâ gibi Mısırlı düşünürlerin temel yaklaşımlarından da etkilenmiştir. XX. yüzyıla girerken İslâmcılar’ın düşünce dünyasında da bir Garp ve Garplılaşma meselesi ön plana çıkmaktadır. Dönemin ilk nesil entelektüellerinden olan Şehben-derzâde Ahmed Hilmi müslümanlann Avrupa’nın maddî medeniyetiyle bir meselesi olmadığını belirtiyor, ancak Avrupa’nın manevî medeniyetinin sefalet içinde olduğunu hatırlatarak Osmanlı ve İslâm ülkelerini etkisi altında bulunduran Batı kaynaklı unsurların Avrupa’yı yükselten değil gelecekteki çöküşünü hazırlayan moral değerler olduğu uyarısında bulunuyordu. Aynı düşünür, bir Ölçüde Efgânî-Abduh ekolünün ıslahatçı çizgisini izleyerek İslâm ümmetinin modern çağın ihtiyaçlarına cevap vermeyen hâlihazırdaki din anlayışını ve ilim geleneğini de eleştiriyor, hem din anlayışında hem ilim geleneğinde ıslahata gidilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. İslâmcılar’ın genel yaklaşımına göre İslâm, özü itibariyle gerçek medeniyete ulaşmanın teminatı oian değerler içermektedir. Nitekim “Me-deniyyet-i Sahîha ve Diyânet-i Hakka” ile “İslâm ve Terakkî” başlıklı makalelerinde medeniyet kavramını dinle ilişkisi içinde ele alan Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım, Batı medeniyetini özellikle sosyal adalet fikri açısından eleştirirken İslâm dininin bir milletin gelişmesi için gerekli bütün ilkeleri içinde barındırdığını savunmuştur. Said Halim Paşa da Buhranlarımız adlı eserinde. Özgün bir medeniyet inşasıyla topyekün İslâmlaşma arasında tam bir sebep-sonuç ilişkisi bulunduğunu belirtmekte, buna karşılık geri kalmışlığın bir sebebi olarak gördüğü skolastik zihniyeti eleştirmektedir.
Ali Suâvi’den beri İslamcı yaklaşıma sahip düşünürlerin milliyetçiliği ırkçılık şeklinde anlayıp benimseyen ideoloji karşısındaki eleştirel tutumları, Babanzâde Ahmed Naim tarafından 1914’teSebiiür-reşâcfda yayımlanan ve daha sonra müstakil olarak basılan “İslâm’da Davâyı Kavmiyyet” başlıklı yazısı ile İslâmcılar’ın gündemine yeniden taşınmıştır. Konuyla ilgili tartışmalar, Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım’ın İslâm Mecmuası’nda çıkan “İslâm ve Terakkî” adlı yazısında milletin geleceği ve fertleri arasındaki kardeşlik duyguları adına “İddiâyı cinsiyyet ve kavmiyyet”in yasaklanması gerektiğini ileri sürmesiyle başlamıştı. İslamcı düşüncenin coşkulu ve etkili bir sesi olan Mehmed Akif de İslâmcılar’ın bilim ve teknolojiye açık, ancak değerler planında Batılılaşma’ya kapalı olan modernleşme anlayışlarını savunmuş, eğitimde reforma öncelik vererek Efgânî’nin inkılâpçı tavrından ziyade Abduh’un reformcu anlayışının İslâmlaşma yolunda daha mâkul bir strateji olacağını belirtmiştir. Bu çerçevede tanımlanmış bir terakki fikri çeşitli İslamcı yazarlarca benimsenmiştir. Ancak düşüncede modernleşmeyi savunanların ölçüyü kaçırdıklarını ileri süren Şeyhülislâm Mustafa Sabri gibi İslamcılar da vardır.
İslamcı akımın önemli davalarından biri de İslâm dini ve uygarlığı aleyhinde görülen şarkiyatçı yorumlar, ideolojik ve felsefî akımlarla fikrî mücadeleye girişmek olmuştur. Meselâ Filibeli Ahmed Hilmi’nin, Reinhart Pieter Anne Dozy’nin İslâm tarihi hakkındaki eserine karşı Târîh-i İslâm adıyla yazdığı iki ciltlik reddiye (İstanbul 1326-1327), aynı yazarın, Celâl Nuri’nin Târîh-i İstikbâl adlı eserindeki materyalist eğilimli düşünceleri eleştiren Huzûr-ı Akl u Fende Maddiyyûn Mes-lek-i Dalâleti (İstanbul 1332), İsmail Fen-ni’nin materyalist ve ateist felsefeleri eleştiren Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali (istanbul 1928) bu tür çalışmaların kayda değer örnekleridir. Reddiye tarzındaki bu felsefî eserler yanında -Elma-lılı Muhammed Hamdı örneğinde görüldüğü gibi- İslâm düşüncesinin yeniden teşekkülüne katkı sayılacak mahiyette eser yazan İslamcılar da vardır. Elmalılı, Paul Janet ve Gabriel Seaiîles’den Metâ-lib ve Mezâhib adıyla tercüme ettiği felsefe tarihine (İstanbul 1341) yazdığı dîbâ-cede modern bilim, Batı felsefesi, İslâm ilim ve düşünce geleneği hakkında dikkat çekici görüşler ortaya koyması yanında müslümaniarın Avrupa felsefesiyle ilgilenmelerinin entelektüel açıdan hedeflerini doğru belirlemelerine yardımcı olacağını savunmuştur. Elmalılı, modern Avrupa felsefesinin talihsizliğini müslüman bir muhitte doğmamış olmasında görüyor, müslüman aydınların İslâmî birikimden yararlanarak bu talihsizliği aşabileceklerine, böylece diğer dinler içinde daima garip kalmış olan felsefenin İslâmiyet’te aradığını bulacağına inanıyordu. Çağdaşlaşma yolunda ilerlemek için yeni dinî ictihadların ortaya konması ve İslâm’ın özellikle tekke kültürünün tarih içinde ürettiği hurafelerden arındırılması yolundaki fikirleriyle tanınan M. Şemsettin (Günaltay) ise 1920’lerin başında neşrettiği Felsefe-i Ûlâ, İsbâtı Vâcib ve Rüh Nazariyeleri adlı eseriyle İslâmcılar’ın materyalizme karşı yürüttükleri mücadeleye katılmanın yanı sıra kendisinin “Avrupa’da iskolastik felsefesi, bizde Kadı Mîr hikmeti” dediği Ortaçağ metafizik düşüncesi söyleminin geçersizliğini ve bu problemi aşma yönündeki çağdaş felsefî ve ilmî gayretlerin önemini göstermeye çalışmıştır.
Felsefe ve psikolojiye dair bazı Batı eserlerini Türkçe’ye kazandırması yanında klasik Türk- İslâm düşüncesinin mantık, ahlâk ve tasavvufa dair başarılarını çeşitli monografilerde ele alan Mehmet Ali Ayni ReybîÜk, Bedbinlik, Lâilâhîlik Nedir adlı eserinde (İstanbul 1341) Batı kaynaklı şüpheci, kötümser ve ateist akımlar hakkında bilgi vermiş, bu arada Tevfik Fikret’in “Târîh-i Kadîminin tahlil ve tenkidini yapmıştır. Müellif aynı eserde İslamcı düşünürlerden İsmail Fenni’-nin Lugatçe-i Felsefe’si (İstanbul 1341), M. Şemsettin’in Felsefe-i Öiû’si, İzmirli İsmail Hakkı’nın Fenn-i Menâhic ile (İstanbul 1329) Felsefe Dersleri (İstanbul 1330) gibi büyük ölçüde Batı kaynaklarına dayalı çalışmalar da dahil olmak üzere, Türkiye’de ortaya konan çeşitli felsefî eserler hakkındaki değerlendirme ve eleştirileriyle döneminin düşünce hayatına canlılık ve nitelik getirmeye çalışmıştır.
İslâmî ilimler alanında çok sayıda eser veren ve Batı felsefesiyle ilgili çalışmalarının yanı sıra Türkiye’de İslâm felsefesinin yüksek öğretim programlarına girmesinde öncü rol oynayan İzmirli İsmail Hakkı İslâm düşünce geleneğine rasyonel, kapsamlı, eleştirel ve belli ölçüde eklektik bir biçimde yaklaşmayı denemiştir. Düşünce tarihinde Selefiyye, tasavvuf, kelâm ve felsefe adı altında oluşmuş fikrî akımlardan hiçbirinin başarısını göz ardı etmeyi doğru bulmayan İzmirli’nin Yeni İlm-i Kelâm adlı eseri (İstanbul 1341-1343), kelâm ilminin modern çağın şartlarına göre kendini yenilemesi gerektiği şeklindeki temel düşüncesinin bir ürünüdür.
Vahdet-i vücûd felsefesinin ve kurucusu Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin de sık sık İslamcı düşünürlerin gündemine geldiği görülmektedir. İbnü’l-Arabî’nin felsefî tasavvufunun Osmanlı entelektüel geleneğiyle iç içe olması, panteizm ve materyalizm gibi Batılı felsefe akımları karşısında İslâmî bir cevap teşkil etmesi, özünde dinlerin aşkın birliği fikrini barındırması ve buna paralel düşen engin bir müsamaha anlayışı telkin etmesi gibi özellikleriyle mistik eğilimleri olan İslamcı düşünürlere cazip gelmiş, bunlardan Ferit Kam Vahdet-i Vücûd adlı eserini (İstanbul 1331) bu öğretinin panteizm ile farkını ortaya koymak üzere yazmış. Mehmet Ali Ayni de Mustafa Kemal’e ithaf ettiği Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim adiı kitabında (İstanbul 13-11) İbnü’l-Arabî’nin evrende insana verdiği merkezî yeri insanın bilim ve teknoloji üreten yegâne varlık olmasına bağlamıştır. İsmail Fenni ise Vahdet-i Vücûd ve Muhyıd-din-i Arabi’sinde (istanbul 1928) vahdet-i vücûdun bir yandan âyet ve hadislerdeki temellerini. Öte yandan panteist felsefeden farkını göstermeye çalışmıştır. Eserin, müellifin modern birikimini yansıtması açısından dikkat çekici olan bir özelliği de materyalistlerin itirazlarını çürütmek, modern tabiat bilimleriyle uğraşanları ikna etmek için vahdet-i vücûdu en uygun metafizik olarak göstermesi ve onun çağdaş bilimle çelişir gibi görünen yönlerini yeniden ele alıp yorumlamasıdır.
Kur’an’ın bilimle uyumu ve bilimsel yorumu konusu da İslamcı yazarların ilgi alanı olmuştur. İsmail Fenni, Kur’an’ın bir hidayet kılavuzu olup teorik bir bilim kitabı olmadığını, konuyla ilgili âyetleri bu çerçevede değerlendirmek gerektiğini belirtmişse de modernleşme sürecinin bilim ve teknolojinin önemini ön plana çıkarması, geleneksel kozmolojik öğretilerle modern bilimsel açıklamalar arasındaki uyumsuzluğun giderek daha çok farkedilmesi, Kur’an’m bilimsel ve masını bir ihtiyaç haline getirmiştir. Bu yönde en çok gayret gösterenlerden biri de SaidNursi’dir. Said Nursi’nin, mucizelerin bir hikmetinin de “Terakkiyât-ı maddiyye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek o mucizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşcî etmek” olduğu şeklindeki ifadesi onun bu yaklaşımının tipik bir örneğidir.
Bilhassa 19S0 öncesi Cumhuriyet dönemi İslamcı aydınlarının önemli bir özelliği, alternatif bir İslamcı siyaset ideolojisi ve projesi ortaya koymak yerine İslâm’ın iman, ibadet ve ahlâka dair hükümlerini öne çıkararak mevcut sistem İçinde dinî kimliğin korunup geliştirilmesine, maddî kalkınmayla manevî kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesine katkıda bulunma çabalarıydı. Ancak ülkede 1950’lerde başlayan demokratik gelişmeler, dindar çevrelerde o döneme kadar oluşan birikimin siyasete taşınması ve giderek dinî kavram ve değerlerin neredeyse bütün içtimaî ve siyasî projelerde esaslı bir yer edinmesi sürecini başlatmış oldu. İslâm’ın ferdî ve sosyal kimlikte belirleyici bir referans ve demokratik politik kültürün meşrulaştı-nlmasında önemli bir araç kılındığı bu yeni dönem. 1950 öncesinde daha belirsiz olan ayrışmayı gün ışığına çıkardığı için belli bir grup düşünür ve aydının İslamcı olarak nitelendirilmesine de zemin hazırladı. Ancak adlandırma benzerliğinden yola çıkarak günümüzdeki bu tür fikrî hareketleri Osmanlı’nın XIX. yüzyılından devralınan İslamcılık hareketinin doğrudan uzantısı olarak görmek isabetli olmaz. Hatta fikir dünyaları Cumhuriyet döneminde teşekkül etmiş olan Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Ka-rakoç gibi düşünürlerin fikri çabalarını İslamcı denilen ve önemli ölçüde moder-nist renkler taşıyan önceki düşünce akımının kategorik anlamda bir devamı saymak da tartışmalı bir konudur.
1970’li yıllardan günümüze kadar çeşitli dönemlerde Seyyid Kutub, Hasan el-Bennâ gibi İhvân-ı Müslimîn’e mensup aydınlarla Ebü’l-Hasan en-Nedvî, Mevdû-dî gibi Hint kıtası bilginlerinin. İranlı müelliflerin ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi gelenekçi, Fazlurrahman gibi modernist düşünürlerin eserleri yoğun biçimde Türkçe’ye çevrilmiş ve bu eserler İslamcı olarak tanımlanan aydınların fikrî eğilimlerini farklı şekillerde de olsa etkilemiş, sürecim hazırlamıştır. Bu dönemde yazıları ve diğer faaliyetleriyle öne çıkan İslamcı aydınlar, daha çok son yıllarda yaşanan siyasî tecrübeler yanında Batı dünyasındaki fikrî ve siyasî gelişmelerle Türkiye’nin kendine özgü sosyopolitik gerçeklerinin de zorlamasıyla fikrî çizgilerini demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar istikametinde gözden geçirme gereğini duymuşlardır.
- İslamcılık Akımı/Düşüncesi -Edebiyatta- Tarihi, Hakkında Bilgi
- İslamcılık Düşüncesi/Akımı Nedir, -Hukukta- Hakkında Bilgi
- İslamcılık Akımı Tarihi -II. Meşruiyet Devri- Temsilcileri, Hakkında Bilgi
- İslamcılık Akımı/İdeolojisi Nedir, Tarihi, Hakkında Bilgi
TDV İslâm Ansiklopedisi