İslamcılık Düşüncesi/Akımı Nedir, -Hukukta- Hakkında Bilgi

XIX ve XX. yüzyıl İslamcılık düşüncesi  yaklaşımlar önemli bir yer tutar. An­cak İslâmcılar’ın bu alandaki çabaları iç­timaî, iktisadî ve hukukî hayatta meyda­na gelen değişikliklere fıkhın kendi iç di­namizmi işletilerek bir çözüm bulma ar­zusundan ziyade esasen başlamış bulu­nan ve Osmanlı kültürü, hukukî ve sosyal yapısı İçin önemli bir tehdit oluşturan Ba­tı tipi modernleşmeye karşı bir savunma gayretinden doğmuştur, bu sebeple de reaksiyonerdîr. Batı tipi modernleşme ça­balan karşısında kısmî kazanımlara rağ­men nihaî planda başarılı olamamasında bu özelliğinin önemli payı vardır.

Bir taraftan Batı modernleşmesinin et­kisi ve Batı devletlerinin çeşitli sebeplerle kendi örneklerinin takip edilmesi yolun­daki baskılan, diğer taraftan Osmanlı Dev-leti’nin, özel olarak da modernleşmenin öncülüğünü yapan yönetici kadroların kendine has bir model ortaya koyacak bi­rikimden mahrum bulunması sebebiyle dönemin hâkim düşüncesi sürekli Batı ti­pi modernleşme istikametinde olmuştur. Bunda, Batı karşısında uğranılan başarı sızlıklardan klasik yapıyı ve buna destek veren dinamikleri sorumlu tutmanın da rolü vardır. Esasen içlerinde farklı düşü­nenler bulunmakla birlikte İslamcılar da belli ölçüde modernisttir: nitekim genel olarak klasik yapının ve Özellikle hukukî kurum ve kuralların olduğu gibi korun­ması istenmemiştir. İslâmcılar’ın talep­leri, Batı tipi modernleşme yerine gerek adlî yapıda gerekse uygulanan hukuk ku­rallarında İslâmî birikimin yeni bir şekle kavuşturularak muhafaza edilmesidir.

Batı tipi modernleşme en çok ulemâ­nın meslekî ve sosyai konumlan, düşünce ve yaşayış biçimleri için tehdit oluştur­maktaydı. Nitekim bu süreçle birlikte il­miyenin Osmanlı Devleti’ndeki etkinliği sürekli azalan bir eğilim göstermiştir. Do­layısıyla onlar gittikçe artan oranda bir muhalefete yönelmiş, daha sonra bu muhalefet İslamcılık içerisinde de yerini almıştır. Ancak dönemin şartları bu mu­halefetin daha çok Yeni Osmanlılar tara­fından dile getirilmesine imkân tanıdığın­dan ilmiyenin bu alandaki rolü geri plan­da kalmıştır. Tanzimat’tan sonra ilk önem­li kanun olan Ticaret Kânunnâme-i Hü-mâyunu’nun Bati’dan alınmasının ilmiye çevrelerinde meydana getirdiği tedirgin­lik, biraz da bunu giderme düşüncesiyle Ahmed Cevdet Paşa’nın Meclis-i Tanzî-mât’a dahil edilerek kanunlaştırma ha­reketlerine etkin bir biçimde katkıda bu­lunması, şer’iyye mahkemelerinin yanı sıra kurulan Nizamiye mahkemeleri ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye’ye ulemânın mu­halefetini kırmak için yine Cevdet Paşa’-nın, Celâleddin ed-Dewânî’nin Risale der Dîvân-ı Mezâlim risalesinden yardım alarak İslâm hukuku açısından bunun mümkün olduğunu açıklama gereğini duyması, bir tür yasama organı alarak da çalışan Tanzimat dönemi meclislerinde ve Şûrâ-yı Devlet’te ilmiyenin yeterli biçim­de temsil edilmemesine gösterdiği tepki ve nihayet Meçey/e’nin hazırlanması ön­cesinde Fransız Medenî Kanunu’nun alın­masına ulemânın muhalefeti bunun dik­kate değer örnekleridir. Fakat ulemânın bu tepkisini, onların bütünüyle modern­leşmeye karşı oldukları şeklinde yorum­lamak doğru değildir. Aksine XIX. yüzyılın başlarından itibaren yoğun biçimde gün­deme gelen askerî, malî ve idarî alanlar­daki modernleşme çabalarına ulemânın genelde destek verdiği bilinmektedir. An­cak bu destek, modernleşme çabalarının sosyal ve hukukî alana sirayeti ve ilmiye­nin bu süreçten dışlanmasıyla birlikte azalmaya başlamış, modernleşme çaba­larının arttığı nisbette çoğalan bir mu­halefete dönüşmüştür.

Bu muhalefetin âdeta sözcülüğünü üstlenen Yeni Osmanlılar’ın ileri gelen isimleri olan Nâmık Kemal. Ziya Paşa ve Ali Suâvi, Batı’dan kanun iktibasına ve adlî yapının Batı örneğinde şekillenmesi­ne karşıdır. Ziya Paşa. Tanzimat’a gelin­ceye kadar Osmanlı Devleti’nin sadece “şerîat-ı İslâmiyye”den yararlandığı, an­cak ictihad kapısının kapanmasının asrın gerektirdiği düzenlemeleri yapmaya im­kân vermediği, yine de “deryâ-yı bî-pâyân-ı şerîaf’tan istifade yerine ondan farklı bir yolda kanun düzenleme “fikr-i fâsidfne kapılmaktan daha büyük bir ha­ta olamayacağını söylemektedir. Nâmık Kemal de hukukî düalizmden şikâyetçidir. Bir üikede iki nevi kanun olmayacağını, şer’î kaidelere uyularak Avrupa’dakinden daha muntazam kanunlar yapılabilece­ğini, bin seneden beri birçok âlimin çalış­masıyla ortaya konan fıkıh gibi bir “der­yâ-yı hakikat” mevcutken yabancılardan hüküm almaya gerek olmadığını söyle­mekte, bütün hükümiere üstün olan fıkıh hükümleri varken sadece Mecelle ile ve­ya evlenme -boşanma meseleleriyle yeti-nilmesine, fıkhın ukübat kısmı dururken ceza kanununun Fransa’dan alınmasına karşı çıkmaktadır.[387]

Yeni Osmanlılar, sadece kanunların Batı’dan alınmasına değil Osmanlı mahke­melerinin Batı örneğinde düzenlenmesi­ne de karşıdır. Nâmık Kemal bir ülkede iki türlü kanun, üç türlü mahkeme olama­yacağını, Fransa’dan yargılama hukuku­nu almaktansa fıkhın “edebü”l-kâdî” bö­lümlerinden istifade etmenin hem daha külfetsiz hem daha toparlayıcı olacağını belirtir. Ziya Paşa da nizamiye mahkeme­lerinin kurulmasını ve şer’iyye mahkemelerine ait davaların önemli bölümünün bu mahkemelere kaydırılmasını tenkit et­mekte, bunun şeriatı ortadan kaldırmak ve Avrupa’ya karşı dirayetli görünmek maksadından başka bir anlam taşımaya­cağını söylemektedir.[388] Yeni Osmanlılar, gayri müslimlere özellikle İs­lahat Fermanı ile tanınmak istenen yeni statüyü de ağır bir dille eleştirmişlerdir. Ziya Paşa, Islahat Fermanı ile gayri müs-limlerin şahsî ve siyasî haklarda eşit tutulması görüntüsü altında müslüman-lardan üstün duruma getirildiğini söyle­mekte, Ali Suâvi gayri müslimlerin bir­çok hamisinin bulunduğundan, müslö-manların ise sahipsiz olduğundan yakın­maktadır. Nâmık Kemal de Islahat Fer­manı ile Osmanlı tebaası arasına nifak sokulduğunu söylemektedir. Gerçekten gayri müslimlere ticarî alanda Avrupa tüccarı ya da beratlı tüccar statüsü çer­çevesinde tanınan imtiyazlar, nizamiye mahkemelerinde nüfus nisbetleri dikka­te alınmaksızın ayrılan sandalyeler ve hu­kuk kurallarının uygulanmasında zaman zaman tanınan ayrıcalıklı durum bu ten­kitleri haklı çıkaracak niteliktedir. Ancak yine de Nâmık Kemal ve özellikle Ziya Pa­şa’nın Tanzimat dönemindeki hukuk ha­reketlerine bu ölçüde karşı çıkmalarının arka planında Âlî ve Fuat paşalara yöne­lik muhalefet düşünceleri yatmaktadır. Çünkü Yeni Osmanlılar, Âlî Paşa’ya Şiddet­le karşı çıkarken Batı tipi modernleşme­nin öncüsü Reşid Paşa’dan övgüyle söz etmektedirler.

İctihad kapısının yeniden açılması ge­reği Ziya Paşa ve Nâmık Kemal tarafından da dile getirilmiş olmakla birlikte İslâm hukukundan kaynaklanan düzenlemele­rin hangi anlayış çerçevesinde ve nasıl bir metot izlenerek yapılacağı konusunu da­ha çok Ali Suâvi işlemiştir. Ali Suâvi’ye gö­re İslâm hukuku temel prensiplerinden tâviz vermeden değişebilme özelliğine sa­hiptir. Avrupa’da hukukun kaynağı akıl, İslâm hukukunda ise çoğunluğun görüşü­ne göre şeriat yani vahiydir. Ancak me­sele hüsün-kubuh çerçevesinde ele alın­dığında görülür ki bazı hükümlerin kay­nağı vahiyse de bazılarınınki akıldır. Buna göre şer’î olan hüsün-kubuh itikadî ko­nulara inhisar ettiğinde mesele kalmaya­cak, diğer problemler akılla çözülebile­cektir. Ali Suâvi bu görüşlerini destekle­mek için re’y ve istihsana da sıkça vurgu yapar. Onun görüşlerinde Mu’tezile’nin etkisi açıktır. Bu düşünceye göre akla dayanılarak yapılan bütün yorumlar İslâm hukuku çerçevesinde yer alabilecektir. Bu yorumlarına bakarak Ali Suâvi’nin laik bir aydın olduğu dahi ileri sürülmüştür. Fa­kat Ali Suâvi, İslâm hukukunun ateşli bir taraftarı olup yabancı kanunların alınma­sına şiddetle karşıdır. Ancak İslâm huku­ku kuralları ortaya konurken âyet ve ha­dislerin iafzîyorumundan ziyade akim ve eşyanın tabiatının devreye sokulması ve Kur’ân-ı Kerîmedeki adalet, hakkaniyet gibi temel prensiplerin dikkate alınması gerektiği kanaatindedir.

Söylendiği dönem ve ortam dikkate alındığında Ali Suâvi’nin görüşleri büyük önem arzetmekte, İsiâm hukuku alanın­da yenilikçi bir anlayışı temsil etmekte­dir. Ancak bu görüşlerin, Meceiie”nin ha­zırlanışı sırasında bazı münferit mesele­lerde Hanefîler’deki hâkim görüşün ter-kedilmesine bile razı olmayan muhafaza­kâr ulemâ nezdinde kabul gördüğü söy­lenemez. Yine de onun görüşleri moder-nist İslamcılar arasında yeni bir dönemi başlatmıştır denebilir. İslamcı aydınlar içerisinde yer almamakla birlikte İslâm hukukunun yeniden yorumlanması konu­suna büyük ilgi duyan Ziya Gökalp’in aklî-naklî şeriat, içtimaî usûl-i fıkıh hakkında­ki görüşleriyle Ali Suâvi’nin görüşleri ara­sındaki paralellik Gökalp’in Suâvi’den et­kilendiğini düşündürmektedir.

Kanunlaştırma hareketlerinin yoğun olduğu 1850-1880 yılları sırasında mat­buatı meşgul eden, daha sonra da biraz durulur gibi olan hukukî tartışmalar II. Meşrutiyet döneminde tekrar canlanmış­tır. Bunda İttihat ve Terakkî hükümeti­nin şeyhülislâmlıkta, vakıflarda, mahke­melerde ve aile hukukunda reformlar yapma isteğinin roiü olsa gerektir. İslam­cılar bu dönemde siyasî, hukukî ve içti­maî alanlarda kendilerine has görüşleriy­le daha çok ön plana çıkmaya başlamış­lardır. Nitekim dönemin gazete ve dergi­leri hemen her alanda İslamcı, Batıcı ve Türkçüler’in kalem kavgaları ve ilmî tar­tışmalarıyla doludur. Bu dönemin farklı bir özelliği de hukukun özüyle ilgili tartış­maların yoğunluk kazanmasıdır.

Sebîlürreşâd, Sırât-ı Müstakim, BeyânüShak dergilerindeki görüşlerine ba­kıldığında gelenekçisinden modernistine kadar geniş bir yelpazede yer aldıkları gö­rülen İslamcılar zaman zaman aralarında önemli fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. Onlar, İslâm hukukunun ve kurumlarının asrın ihtiyaçlarına cevap vereceği düşüncesinde müttefiktir; bu sebeple de Batı’-dan kanun ve kurum alınmasına karşı çık­mışlardır. Meselâ Said Halim Paşa, Batı dünyasının telakki ve temayüllerinin ihtiyaçlarıyla bunları gidermek için başvur­duğu vasıtaların İslâm dünyasındakiler-den farklı olduğunu, dolayısıyla Batı dün­yasının kendi ihtiyaçlarını göz önüne ala­rak kabul etmiş olduğu kurumların bize uygun düşmeyeceğini söylemektedir. An­cak bu genel kabulün ötesinde İslâm toplumlarının kendilerine uygun bir hukuk düzeni ve hayat biçimi kurmak için İslâm-cılar’ın önerdiği yollarda farklılıklar var­dır. İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Muham-med Hamdi, Seyyid Bey, Ahmet Hamdi (Akseki) gibi İslamcılar bunun için yeni ic-tihadlarla İslâm hukukunun zenginleşti-rilmesini, ayrıca diğer mezheplerden ya­rarlanılmasını savunurken Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi. Darülfünun mü­derrislerinden Sadreddin, Said Nursi gibi İslamcılar ise diğer mezheplerden yarar­lanmaya esastan veya zaman açısından karşı çıkmışlardır. Sadreddin’in, Hukük-ı Aile Kararnâmesi’nde diğer mezhepler­den yararlanıldığı her yerde kanunu ha­zırlayanları şiddetle eleştirmesi, yine Ba­tıcılar ve Türkçüler’den çok, modernist İslâmcılar’ın düşüncelerini yansıtan bu önemli kanunun Mustafa Sabri Efendi’-nin sadrazam vekilliği sırasında yürürlük­ten kaldırılmış olması dikkat çekicidir.

II. Meşrutiyet devrinde modernist İslâmcılar’ın diğer mezheplerden faydala­nılması yönünde takındıkları olumlu tavır Mecelle’n’m hazırlandığı döneme göre önemli bir yeniliktir. Bu değişiklikte İslâm dünyasında ve özellikle Mısır’da başlayan modernleşme hareketlerinin. Muham-med Abduh ve M. Reşîd Rızâ’nın etkisi düşünülebilir. Ahmet Hamdi’nin, henüz bir medrese talebesi iken Reşîd Rızâ’nın mezheplerin birleştirilmesi gerektiğine dair eserini Mezâhibin Tellîki ve İs­lâm’m Bir Noktaya Cem’i başlığıyla ter­cüme etmesi (İstanbul 1332) bunun bir örneğidir. Ancak yine de bu grupta yer alan İslâmcılar’ın, İslâm hukukunun ye­niden yorumlanması sırasında Ali Suâvi veya Ziya Gökalp’in tavrından uzak dur­duklarını belirtmek gerekir. Nitekim İz­mirli İsmail Hakkı, Gökalp ile yaptığı örfî şeriat-naklî şeriat tartışmasında Kur-‘an’daki örfî şeriata dair âyetlerin zama­nın ve örfün değişimine açık olması ge­rektiği fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre küllî hükümler, şer’î âdetler değiş­mez, değişecek olan örf ve âdete dayanan cüzi hükümlerdir. İzmirli’ye göre şer’î de­lilleri nas ve örf diye ikiye ayırmak yanlış­tır. Ziya Gökalp’in hüsün-kubuh ve örf tartışması açmasına İslamcılar. Batı top­lumundan alınacak bir dizi uygulamanın örf adı altında İslâm hukuku bünyesine alınacağı ve böylece şeklen Islâmîleştiril-miş olacağı düşüncesiyle karşı çıkmışlar­dır. Elmalılı Muhammed Hamdi, kanun­laştırma yapılırken İslâm hukuku uzmanlarından oluşan Mecelle Cemiyeti gibi he­yetlerin vücuda getirilmesi, bir taraftan Avrupa kanunları tercüme edilirken di­ğer taraftan ihtiyaca en uygun kuralların hangi mezhepten olursa olsun alınması ve yeni meselelerde de ictihad yolunun işletilmesi görüşünü savunurken Said Ha­lim Paşa ve Mustafa Sabri Efendi kanun yaparken ilmî liyakate ve ilmiyenin rolüne özel vurgu yaparlar. Bu görüşle, Ali Suâ­vi’nin yönetimin denetlenmesini esas iti­bariyle ulemâya terkeden görüşü arasın­daki paralellik açıktır. Bu dönemde genel olarak İslamcılar, yöneticilerin halk tara­fından murakabesinden ziyade ilmiye ta­rafından denetlenmesine daha yatkındır. Bu tavır, tarihî tecrübeye ve ulemânın bu tecrübede oynadığı role daha uygundur.

II. Meşrutiyet dönemindeki İslâmcılar’ın aktif bir biçimde katıldığı en önem­li tartışma, hazırlanması düşünülen aile kanunu dolayısıyla kadın ve aile meselesi etrafında olmuştur. İslamcılar her iki ko­nuda da bazı problemler olduğunu kabul etmekte, ancak bu problemlerin İslâm hukukundan değil onun uygulanış biçi­minden, kültür ve çevre faktöründen kay­naklandığını düşünmektedir. Dikkati çe­ken nokta, Türkçüler’in hem dönemin si­yasî ve içtimaî şartlarının başka bir çözü­me imkân vermemesi, hem de ailenin millî kültürle olan irtibatı sebebiyle bu alanda yapmak istedikleri reformları İs­lâm hukuku çerçevesinde gerçekleştir­meye çalışmalarıdır. Esasen I. Dünya Savaşı’nın aleyhte gelişmesi genellikle mu­halif konumdaki İslâmcılar’ın Osmanlı si­yasetindeki etkisini arttırmıştı. Öte yan­dan evlenme, boşanma, kadın haklan ko­nularında Türkçüler, genel görüşleri iti­bariyle İslamcı kanatta yer alan Mansû-rîzâde Said, Halim Sabit gibi hukukçular­dan da önemli ölçüde destek almışlardır. Mansûrîzâde Said’in caiz kategorisinde yer alan konularda devlet başkanının ta­sarruf yetkisinin bulunduğu, dilerse taad-düd-i zevcâtı menedebileceği yönündeki görüşü hazırlanan aile kanununa tam ola­rak yansımamışsa da tek evliliği mümkün kılan bir şartın evlilik sözleşmesine eklen­mesi kuralı kararnameye alınmıştır. Man-sûrîzâde’nin görüşlerinin tam olarak ka­rarnameye yansımamasında komisyon başkanı olan İslâmcılar’ın önde gelen isim­lerinden Mahmud Esad Efendi’nin etkisi düşünülebilir.

İslamcılık hareketi, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç yıllarında da hukuk ala­nında varlığını belirli ölçüde hissettirmiş­tir. Bunda, ilmiyenin ve İslamcı düşünce mensuplarının I. Büyük Millet Meclisİ’n-de kuvvetle temsil edilmelerinin rolü var­dır. 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun 7. maddesinde Büyük Millet Mec-lisi’nin görevleri arasında “ahkâm-ı şer-“iyyenin tenfîzi” de sayılmıştır. Yine ka­nun ve yönetmeliklerin yapımında “muâmelât-ı nâsa erfak ve ihtiyâcât-ı zamana evfak” fıkhı ve hukukî hükümlerin esas alınacağı belirtilmiştir. Nitekim 1923’te kurulan Mecelle Vâcibât ve Mecelle Ah-vâl-ı Şahsiyye komisyonları İslâm hukuku­nu da dikkate alan bir anlayış çerçevesin­de çalışmıştır. 1923 ve 1924 yıllarında aile hukukunda bu anlayışı yansıtan iki tasarı hazırlanmıştır. Ancak gerek Lozan’da or­taya çıkan şartların gerekse Cumhuriyet’in kurucularına hâkim olan düşünce­nin etkisiyle bu tasanlar ve bunlarda hâ­kim olan eklektik görüşler uygulanama­mış ve 1926’da İsviçre Medenî Kanunu’-nun kabulüyle hukuk alanında İslâmcı-lar’ın etkinliği sona ermiştir.

  • İslamcılık Akımı/Düşüncesi -Edebiyatta- Tarihi, Hakkında Bilgi
  • İslamcılık Akımı/Düşüncesi Nedir -Osmanlıda, Türkiye’de- Hakkında Bilgi
  • İslamcılık Akımı Tarihi -II. Meşruiyet Devri- Temsilcileri, Hakkında Bilgi
  • İslamcılık Akımı/İdeolojisi Nedir, Tarihi, Hakkında Bilgi

TDV İslâm Ansiklopedisi

 

Daha yeni Daha eski