İstiska Nedir, Ne Demek, Ayetleri, Hakkında Bilgi

İstiskâ. Yağmur yağması için dua etmek anlamında bir terim.

Sözlükte “su vermek, sulamak, yağmur yağdırmak” anlamındaki saky kökünden türeyen ve “su istemek” mânasına gelen istiskâ, terim olarak yağmur yağdırması için Allah’a özel bir şekilde dua etmeyi anlatır. Saky kökünün çeşitli türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde, istiskâ ise iki âyette geçmektedir. Bunlardan bi­rinde Hz. Musa’nın kavminin kendisinden su istediği.[A’râf 7/160] diğerinde ise Hz. Musa’nın kavmi için Allah’tan su dile­diği [Bakara 2/60] ve Allah’ın emriyle asasını taşa vurması üzerine on iki pına­rın fışkırdığı belirtilir. Ayrıca Hz. Hûd ve Nuh’un kavimlerinden, üzerlerine bol yağmur göndermesi ve kendilerine bol­luk, bereket ve güç vermesi için Allah’­tan bağışlanma dilemelerini istedikleri ifade edilir.[Hûd 11/52; Nûh 71/10-12] Hz. İbrahim’in de çocuklarına ilâhî adlardan birini öğretip onunla istiskâda bulun­malarını ve yardım dilemelerini öğütlediği rivayet edilir.

Yağmur, hemen bütün din ve inanışlar­da bereket simgesi ve Tann’nin lutfunun bir göstergesi sayıldığı gibi kuraklık da Tann’nın cezalandırması olarak görülür. Bu sebeple yağmur yağdırma amaçlı ri-tüeller oldukça eskilere ve geniş bir coğ­rafyaya uzanır. İptidaî kültürlerde ve ma­hallî inanışlarda yağmur yağdırma töreni çoğunlukla hayvan kurban etme ve kanı­nı toprağa dökme, bazılarında da yağmur ses ve görüntüsünün taklidi şeklinde ya­pılır. Yahudilik’te Tanrı’ya kurak geçen mevsimlerde yağmur yağdırması, bere­ketli ürün vermesi ve kıtlıktan koruması için muhtelif şekillerde dua edilir. Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman’ın, kuraklığı İsrâilo-ğullarfnın Rab Yahova’ya karşı suç işlemeleriyle alâkalandırmasından, pişman olup tövbe etmeleri ve yalvarmaları ha­linde Yahova’nın yağmur yağdıracağından söz edilir. Ancak yağmur duasının ritüel şeklinde yahudi geleneğinde yer alması ileri dönemlere rastlar ve onun, “ikinci mâbed” döneminde meydana ge­len kuraklık üzerine bir din adamı tarafın­dan Hz. Süleyman’ın duasına atfen icra edildiği bir ibadet şekli ola­rak Mişna ile dinî litera­türe girdiği ve uygulanmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Esasen yağmur duası, yahudi geleneğinde kuraklık tehlikesi karşısında yapılan bir ibadet olma özelli­ğini korumakla birlikte periyodik bir iba­det niteliği de taşır. Ortodoks yahudiler-de yahudi dinî takviminin kutsal günle­rinden olan Sukkot’un (çardaklar bayra­mı) sekizinci günü sabahı belirli bazı ifa­delerin okunması şeklinde icra edilir. Ay­rıca bu, Pesah’a (bahar bayramı) kadar ayakta okunan ve “Amidah” olarak isim­lendirilen günlük dualara dahil edilir. Di­ğer yahudi mezheplerinde yağmur duası daha kısa şekliyle de olsa varlığını koru­muştur. 

İslâm öncesi Arap toplumunda yağmur duası yapıldığı bilinmekte, Hz. Peygamber’in daha çocukken dedesi Abdülmuttalib ile birlikte yağmur duasına çıktığı kaydedilmektedir. Pey­gamber olduktan sonra Resûlullah’ın yağ­mur duası yaptığına dair çok sayıda ha­dis rivayet edilmiştir. Bu rivayetlerde, cu­ma hutbesi sırasında bîr kişinin ayağa kalkıp kuraklıktan şikâyet ederek Resûl-i Ekrem’den yağmur için dua etmesini is­temesi üzerine Resûlullah’ın dua ettiği ve minberden daha inmeden (veya cami­den çıkmadan) yağmurun başladığı ashapla birlikte yağ­mur duasına çıktığı ve kıbleye dönerek dua ettiği, ridâsını ters çevirdiği, sonra iki rek’at namaz kıldığı bu na­mazda kıraati sesli yaptığı bazı rivayetlerde namaz­dan söz edilmediği bazılarında ise namazgahta hutbe okuyup dua ettik­ten sonra iki rek’at namaz kıldırdığı veya önce namaz kıldırıp sonra hutbe okuduğu belirtilmektedir. Farklı yer ve zamanlarda vuku bulan olaylarla ilgili bu rivayetler bütün olarak değerlendirildiğinde yağmur duasının bazan ca­mi içinde, bazan şehir dışına çıkılarak ya­pıldığı, halkı tövbe ve duaya davet ama­cıyla bir hutbe okunduğu ve iki rek’at namaz kılındığı, bazan da yalnız duayla yetinildiği anlaşılmaktadır. Bazı hadisler­de de yıldızlara tevessülle yağmur beklen­mesi küfür olarak nitelendirilmiştir. Câhiliye devri müşriklerinin istiskâ (istimtâr) âdetleri yanında yağmurduasıyla ilgili olarak çeşitli müslüman toplumlarda gö­rülen ve İslâm öncesi inanç ve gelenekle­rin izlerini yansıtan bir kısım uygulamalar İslâm inancına aykırı, dua olmaktan çok tılsım ve büyü özelliğine sahip sem­bol ve motifler taşımaktadır.

Bütün mezhepler Hz. Peygamber’in uy­gulamasından hareketle istiskâyı sünnet kabul etmiş ve onun herhangi bir namaz kılmadan topluca veya ferdî olarak, cuma namazı veya başka bir namazdan sonra ya da cuma hutbesinde veya şehir dışına çıkılarak istiskâ maksadıyla kılınan iki rek’at namaz ve okunan hutbeden sonra yapılan dua olmak üzere üç şekilde yapı­labileceği belirtilmiştir. Ancak Ebû Hanîfe istiskâda duanın asıl olduğunu belirt­miş, bu amaçla cemaatle namaz kılınma­sını Resûl-i Ekrem’in her yağmur duasın­da özel namaz kılmadığı gerekçesiyle ve çoğunluğun görüşüne aykırı olarak sün­net kabul etmemiştir. Bununla birlikte ferdî olarak kılınan namazı mubah gör­müştür.

İstiskâda duadan önce namazı sünnet kabul eden mezhepler, söz konusu na­mazın hutbeden Önce mi yoksa sonra mı kılınacağı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mâlikî mezhebine, Hanefî-ler’den İmam Muhammed’e, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde tercih edilen görüşe göre önce namaz kılınır, bir kısım Hanbelî ve Şafiî fakihlere göre ise önce hutbe okunur. Bazı Hanbelîfakihleri de namazı hutbeden önce veya sonra kılma konu­sunda imamın muhayyer olduğunu söy­lemişlerdir.

Sadece istiğfar ve dua ile yapılacak is­tiskâ için herhangi bir vakit tercihi ya da kısıtlaması söz konusu değildir. Fakat du­adan önce namaz kılınacaksa bunun ke­rahet vakitlerinin dışında olması gerekir. Mâlikîler, bu namazın ancak kuşluk ile ze­val vakti arasında kılınabileceğini ileri sü­rerken çoğunluğa göre bunun için belli bir zaman söz konusu değildir. Mâlikîler de dahil çoğunluğa göre istiskâ namazı için en faziletli vakit bayram namazının kılındığı zaman dilimidir.

Ezan ve kamet okunmadan sesli ve iki rek’at olarak kılınan istiskâ namazı Şafiî ve Hanbelîler’e göre bayram namazı, Ha­nefî ve Mâlikîler’e göre ise iki rek’atlık di­ğer namazlar gibidir. Şafiî ve Mâlikî fakihleriyle Hanefîler’den İmam Muham­med’e göre istiskâ hutbesi şartlan ve rü­künleri bayram hutbesi gibi olan iki hut­bedir. Hanbelî fakihleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf’a göre ise tek hutbedir ve tek­birle başlanır. Hanefî ve Hanbelîler’in ak­sine Mâlikîler’e ve Şafiî mezhebinde ter­cih edilen görüşe göre bayram hutbele-rindeki tekbirlerin yerine birinci hutbede dokuz, ikinci hutbede ise yedi defa  denilir. Hutbenin minbere çıkılmadan yer­de okunması tavsiye edilmiş, hatta Mâli­kîler minberden okumayı mekruh, yerde okumayı mendup saymışlardır. Bunun yanı sıra Hanefî, Şafiî ve Mâlikî mezhep­lerine göre imam hutbesini okurken ce­maate döner ve hutbesini bitirdikten sonra kıbleye yönelerek dua eder. Hanbelî mezhebine göre ise imamın hutbe okur­ken de kıbleye yönelmesi müstehaptır.

Hanefî, Şafiî ve Mâlikîler, istiskâ için şe­hir dışına çıkılmasının daha uygun oldu­ğunu ileri sürerken Mâlikîler ancak şid­detli ihtiyaç halinde bunu gerekli görür­ler. Ancak Hanefîler Mekkeliler’in Mescid-i Harâm’da, Kudüslüler’in Mescid-i Aksâ’-da, Medineliler’in Mescid-i Nebevî’de is­tiskâ yapmalarının şehir dışına çıkmak­tan daha uygun olduğu görüşündedir. İstiskâdan önce beden temizliği yapılması. gusletme ve son derece mütevazı giyin­me müstehap olup huşûu bozacağı gerekçesiyle süslenilmemesi ve güzel koku sürülmemesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca duadan önce halka vaaz ve nasihat edi­lerek onları nefislerini ıslaha, tövbeye ve günahtan kaçınmaya davet etmek, gü­nahın felâkete, ibadet ve taatin bereket ve rahmete sebep olduğunu [A’râf 7/ 96] hatırlatmak müstehaptır. Yine bütün mezheplere göre istiskâya çıkmadan ön­ce üç gün oruç tutulması ve imkân ölçü­sünde fakirlere sadaka verilmesi duanın kabulü için uygun bir davranıştır.

Dua ederken elleri olabildiğince kaldır­mak sünnettir. Bu esna­da çeşitli dualar yapılabilirse de Hz. Peygamber’den nakledilen duaları okumak daha uygundur. Şafiî. Hanbelî ve Mâlikîler’e göre hem imamın hem cemaatin, İmam Muhammed’e ve bazı tabiîn fakihlerine göre yalnız imamın üst elbiselerini tersyüz etmesi müste­haptır. Ebû Hanîfe’ye göre ise bu davra­nış sünnetdeğildir. Hz. Peygamber’den nakledilen bu uygulama, içinde bulunu­lan kuraklık halinin tersine dönmesi arzu­sunun bir ifadesi olarak yorumlanmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kâinatın tek yaratı­cısının Allah olduğu, gücünün her şeye yettiği, kudretiyle her şeyi kuşattığı bir­çok âyette ifade edilirken tabiat olayları­na da bu bağlamda temas edilir ve rüz­gârları rahmetinin müjdecisi olarak gön­derip bulutlan sevkettiği ve onlardan su indirdiği [A’râf 7/57; Hicr 15/22] uy­gun bir ölçüde indirdiği bu yağmurla [Mü’minûn 23/18; Zuhruf 43/11] ölü top­raklara yeniden hayat verdiği [Nahl 16/65; Ankebût 29/63; Rûm 30/24] suyun çekilmesi halinde hiç kimsenin gü­cünün onu geri getirmeye yetmeyeceği [Kehf 18/41; Mülk 67/30] belirtilir. Bir âyette de, “0, insanlar umutlarını kes­tikten sonra yağmuru indiren, rahmeti­ni her tarafa yayandır. 0 gerçek dosttur ve övülmeye lâyık olandır [Şûrâ 42/ 28] buyurulmaktadır. Allah’ın kâinattaki her şeyi belli bir düzen içinde yarattığı, tabiat olaylarının ve insan fiillerinin sebep-sonuç ilişkisi içinde meydana geldi­ği, yağmurun da belli fizikî şartların oluş­masıyla yağdığı bilinen bir husustur. Yağ­mur duasıyla da Allah’tan sebep sonuç ilişkisini yağmur yağmasına yol açacak şe­kilde yönlendirmesi niyaz edilmektedir. Allah’ın ezelî ilmi çerçevesinde ve yine ezelde duaya bağlı olarak takdir edilen bir şeyin gerçekleşmesi istenmektedir.

Bu bakımdan insanın Allah’tan yağmur yağdırmasını istemesiyle kendisini her­hangi bir dert ve hastalıktan kurtarması­nı veya bir kaza ve musibetten koruması­nı istemesi arasında fark yoktur. Bu an­lamıyla dua ve tevekkül maddî sebeplere tutunmaya, akim ve bilimin önerdiği ge­rekli tedbirleri almaya engel ya da onla­rın alternatifi bir çözüm yolu değil, aksi­ne onlara ilâve olarak metafizik alanda yaşatılan bir bağlılık ve duyarlılık olarak görülmelidir. Bu sebeple İslâmî gelenek­te her dua gibi yağmur duası da deter­minist bir anlayışla maddî bir sebep ola­rak görülmez: olumlu ya da olumsuz bir sonuç alınması halinde de bu olay, ilâhî irade ve takdir çerçevesinde gerçekleşen ve maddî sebeplerin gerekliliğini dışla­mayan bir sonuç olarak görülür. Aslında duada maddî dilek unsuru ikinci derece­de olup temel amaç, Allah’ın yüce kudre­ti ve sonsuz zenginliği karşısında insanın kendi güçsüzlük ve yoksulluğunu ifade etmesi, yaratıcısına yakınlaşma isteğini dile getirmesidir. Dua, kulluk tavrının gösterge ve ürünü olarak insanın manen yücelmesini hedeflediğinden ibadetin özü sayılmış “De ki, duanız olmasa rabbim size ne diye de­ğer versin? [Furkân 25/77] mealinde­ki âyette de buna işaret edilmiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski