İznik Konsili Toplantısı, Nedir, Tarihi, Kararları, Hakkında Bilgi

İznik Konsili. Hıristiyanlık tarihindeki ilk genel konsil.

Hıristiyanlık’ta kiliseye bağlı bütün pis­koposların katılımıyla düzenlenen, önemli dinî konuların tartışılıp karara bağlandığı genel (ekümenik) konsillerin ilki olup İmpa­rator I. Konstantinos’un daveti üzerine 325 yılında İznik’te gerçekleştirilmiştir.

Konsilî Hazırlayan Sebepler. Havariler döneminden İtibaren hıristiyanlar, Hz. îsâ’nın tebliğlerini ve yazıya geçirilmeye başlanan kutsal metinleri anlamaya yöne­lik olarak çaba sarfetmişler, çeşitli kültü­rel ve felsefî tesirlerle gerek itikadî ko­nularda gerekse şeriatın uygulanmasın­da farklı yorumlara sahip olmaya başla­mışlardır. Hıristiyanlık her şeyden önce îsâ Mesîh anlayışı üzerine temellenen bir inanca sahip olduğu için îsâ’nın kimliğiyle insanî ve ilâhî tabiatı meselesi ilk dönem­lerden itibaren asıl tartışma konusunu teşkil etmiş, bu alanda farklı görüşler, çe­şitli itizâlî hareketler ortaya çıkmıştır.

İlk dönemde kilisedeki yahudi kaynaklı Tanrı inancı, yaklaşık I. yüzyılın sonuna doğru Yeni Eflâtuncu felsefenin etkisi ve yahudilerin yaşadığı toprakların dışında bulunan Yunan- Roma kökenli insanları hıristiyanlaştırma amacının sonunda de­ğişikliğe uğramaya başlamıştır. Tanrı kav­ramı biri teslîs, diğeri Tann’nın enkarnasyonu olarak îsâ figürüyle ilişkilendirilmiş, bu gelişmeler, îsâ’da insanî özelliğinin mi yoksa ilâhî özelliğinin mi ağır bastığı tar­tışmalarını gündeme getirmiştir. Bugün­kü Hıristiyanlık dünyasının da büyük oran­da kabul ettiği, îsâ’da insanlık ve ilâhlık unsurlarının eş oranda bulunduğu fikri (dyophysites) Hıristiyanlığa göre Ortodoks çizgiyi temsil ederken I. yüzyılın ikinci yarısında yahudi menşeli hıristiyanların Ebioniler diye adlandırılan ve heretik sa­yılan grubu îsâ’da ilâhlık değil yalnızca insanlık unsurunun bulunduğuna (subordionist), îsâ’nın bakire Meryem’den muci­zevî bir tarzda doğmadığına inanmışlar­dır. Bu dönemin diğer bir heretik akımını ise Marcionist ve gnostik anlayışlardan da beslenen ve Tanrı’nm madde ile ilişkiye girmesi mümkün olmadığından îsâ’nın da hiçbir zaman beşer olmadığına inanan Doketistler teşkil etmiştir.

Mesîh’in tabiatı ve teslîs anlayışındaki yeri, baba ile ilişkileri, oğulun ulûhiyyetiyle Tann’nın birliğinin nasıl ulaştırılacağı gibi itikadî konular II. yüzyılda da giderek artan ihtilâflara sebep olmuştur. Bu dö­nemde Monarşianizm diye bilinen akım Tann’nın birliğini tehlikeye düşürecek an­layışları reddetmiştir. Onlardan Samosa-talı Paul’e göre Tanrı birdir ve O’nun ke­lâmı bir beşer olarak Meryem’den doğan îsâ’ya hulul etmiştir. Praxeas ve Smyrnalı Noetus’un da baba ile oğul arasında ayı­rım yapmaktan kaçındıkları belirtilmek­tedir. Sabellius’un temsil ettiği bir diğer Monarşian akım ise Tann’nın kendi tabi­atında bir olduğunu; ancak yaratılışta “baba”, kurtarıcılıkta “oğul”, kutsama ve kilisenin yönlendirilmesinde “kutsal ruh” olarak tezahür ettiğini kabul etmiştir. Ta­rihçi Epiphanius, Sabellius’un doktrinini bir Tanrı’da üç ismin veya üç fonksiyonun bulunması şeklinde açıklamıştır.

III. yüzyılda Antakya ekolüne mensup Lucian’ın, îsâ’ya hulul etmiş olan kelâmın sonradan yaratıldığı ve Tann’nın ezelî ke­lâmından farklı olduğu, dolayısıyla îsâ’nın Tanrı’dan farklı ve aşağı bir konumda bu­lunduğu şeklindeki görüşü IV. yüzyılda talebelerinden Arius tarafından teslîs anlayışına karşı olan ve zamanla Ariusçuluk diye adlan­dırılan bir ekolün geliştirilmesine zemin hazırlamıştır.

Arius, Yeni Eflâtuncu felsefenin tesirin­de kalarak aşkın bir tanrı anlayışı üzerine yoğunlaştırdığı fikirlerini ilk defa Baucalis başrahibi iken 318 yılında açıklamış­tır. Ona göre Tanrı bir. varlığı kendinden, doğurulmamış, ezelî ve ebedî, mürekkep olmayan, irade, ilim. gaye, hikmet ve ke­lâm sahibi bir varlıktır. Tanrı başka var­lıklar tarafından kavranamaz. O ezelden beri baba değildir, kendi iradesiyle oğlu (îsâ) yoktan yarattığında baba olmuş, di­ğer varlıkları da yoktan yaratmıştır. Arius’un Tanrı ile oğlu alâkalandırma şeklinde de Yeni Eflâtun-cu felsefenin etkisi görülmektedir. Tanrı madde ile ilişkiye girmemiş, bütün mah-lûkattan önce îsâ’yı yaratmıştır. O, Ro­ma İmparatoru I. Konstantinos’a sundu­ğu inanç esasları metninde İsa’nın Tanrı ile diğer varlıklar arasında yaratılışa ara­cılık ettiğini belirtmiştir. Arius, Nikomedialı (İzmit) Eusebius’a yaz­dığı mektupta da Tanrı ve oğulun ezel­den beri birlikte var olduklarını söyleme­nin mümkün olmadığını, Tann’nın oğul­dan kadîm olduğunu, aksi takdirde oğlun baba ile aynı özü paylaşan veya O’ndan sudur etmiş, hatta O’nun gibi kendi ba­şına var olabilen bir varlık olarak kabul edilmesi gerekeceğini ifade etmektedir. Arius, İskenderiyeli Alexander’a yazdığı mektupta da babanın oğ­lu kendi özünden değil, fakat diğer yara­tılmışlardan da farklı ve üstün bir konumda yarattığını dile getirerek oğlun aracılık konumuna vurgu yapmıştır. Yine Thalia adlı eserinde Tanrı nasıl dilediyse oğulun öyle olduğunu, onun Tann’yı kavrayamayacağını belirtmiştir. Kutsal ruh ise oğlun aracılı­ğıyla yaratılmıştır ve derece olarak ondan aşağıdadır. Arius’a göre ontolojik olarak mutlak aşkın Tanrı babadır, oğul ve kutsal ruh ise tanrı değil, O’nun yaratıklarıdır. Tann’nın birliği anlayışıyla uyuşmadığı gerekçesiyle baba ile oğulun aynı özü pay­laştığı şeklindeki kilise öğretisine karşı çı­kan Arius, Tanrı-âlem ilişkisini ise oğulun aracılığıyla kurmuştur. Arius’un oğlu ya­ratılmış kabul etmesine rağmen onu di­ğer varlıklardan farklı bir statüye koyması gnostiklerinyan tanrı anlayışlarını çağ­rıştırmaktadır. Arius’un oğulda gerçek­leşen enkarnasyonu açıkça izah edeme­mesi, özellikle baba, oğul ve diğer varlık­lar arasındaki ontolojik farklılığa yoğun­laşmış olması, hıristiyan düşüncesindeki kurtuluş ve kristoloji bağlantısını gelenek açısından çelişkisiz bir şekilde açıklama­sını mümkün kılamamıştır. Bu hususlar dışında Ariusçular’ın geleneksel kiliseyle herhangi bir ihtilâfları olmamıştır.

Arius’un fikirlerinin kısa sürede İsken­deriye ve çevresinde din adamları ve halk arasında geniş ilgi uyandırması gelenekçi kilise çevrelerini rahatsız etmeye başladı. İskenderiye piskoposu Alexander, Arius ve taraftarlarını görüşlerinden vazgeçir­mek amacıyla 320 ya da 321 yılında bir sinod topladı, fakat onları görüşlerinden vazgeçiremeyince aforoz etti. Bunun üzerine Arius, başta Nikomedi­alı Eusebius olmak üzere bazı piskoposlara İskenderiye sinodunun haksız kararını bildirerek desteklerini isteyen mektuplar yazdı. Daha sonra Mısır’dan ayrılıp Filistin ve Anadolu’nun önemli merkezlerini zi­yaret etti, siyasî nüfuzları da güçlü olan Nikomedialı Eusebius ve Kayserialı Euse­bius ile başka piskoposların desteğini al­dı. Nitekim her iki piskopos da kendi böl­gelerinde Ariusçular’ın haklılığını karara bağlayan birer sinod düzenlemişler ve bu durumu diğer piskoposlara mektupla bil­direrek Doğu Roma genelinde İskenderi­yeli Alexander’ın aleyhine bir kamuoyu oluşmasını sağlamışlardır.

İskenderiyeli AIexander da bazı pisko­poslara Arius’un görüşlerini özetleyip red­deden mektuplar gönderdi. Bu mektup­larda kutsal metindeki, “Başlangıçta yal­nızca kelâm vardı ifade­siyle oğlun sonradan yaratıldığı şeklindeki Arius’a ait görüşün çeliştiği, “Ben babadayım, baba da bendedir ve, “Ben ve baba biriz” cümlelerinin babadan farklı oğul anlayışıyla uyuşmadığı, yine, “Oğuldan başka hiç kimse babayı bilemez. Baba­dan başka hiç kimse de oğulu bilemez şeklindeki ifadelerin baba­nın mutlak bilgisine oğulun da sahip bu­lunduğuna işaret ettiği belirtiliyordu. Söz konusu mektuplaşma­lar sayesinde Ariusçular’la İskenderiye piskoposu Alexander arasındaki teolojik görüş farklılıkları IV. yüzyılın Doğu Roma topraklarındaki bütün kiliseleri etkisi altına almış, dinî birliği bozma yönünde ciddi bir tehdit unsuru haline gelmişti.

Doğu Roma İmparatoru Licinius ile Ba­tı Roma İmparatoru I. Konstantinos, 313 yılında yayımladıkları Milan fermamyla hıristiyanlara yapılan zulme son vermiş, Hıristiyanlığa serbestlik tanımışlardı. An­cak daha sonra Doğu Roma İmparatoru Licinius, topraklarındaki hıristiyanlara baskı uygulayıp zulmetmiş, sürüp giden teolojik tartışmalara da ilgisiz kalmış, 323’te iki imparator arasında gerçekle­şen savaşta I. Konstantinos galip gelerek bütün Roma İmparatorluğu’nun hâkimi­yetini ele geçirmiştir. Öte yandan impa­ratorluğun doğusunda Ariusçu piskopos­larla diğerleri arasındaki tartışmalar onu dinî olduğu kadar siyasî birlik açısından da endişeye sevkediyordu. Bu sebeple gü­venini kazanmış olan Kurtuba (Cordoba) piskoposu Hosius’u (Ossius) bu ihtilâfı ber­taraf etmek üzere görevlendirdi ve böylece din adamları arasındaki ihtilâflar si­yasî bir boyut kazanmış oldu. Konstantinos’un mektuplarıyla İskenderiye’ye gi­den Hosius, tarafları uzlaştırmak amacıy­la 324’te Antakya’da bir sinod tertip et­miş, başarılı olamayınca Arius ve arka­daşlarının görüşlerini o da mahkûm et­miştir. Bunun üzerine Konstantinos, söz konusu ihtilâfın giderilmesi ve başka ko­nuların da ele alınması için batının ve do­ğunun bütün piskoposlarını davet ettiği ilk ekümenik konsili İznik’te toplamaya karar vermiştir.

Konsil Kararları. Kaynaklarda belirtil­diğine göre İmparator Konstantinos’un şeref başkanı olduğu konsil, Hosius’un yönetiminde çoğu doğudan olmak üzere imparatorluğun her tarafından 300 civa­rında piskopos, çok sayıda rahip ve bazı filozofların da katılımıyla 14 Haziran 325 tarihinde İznik’te sarayda düzenlendi. Konsile batıdan, ikisi Papa Sylvestre’nin temsilcisi olmak üzere sadece üç veya beş kişi katılmıştı. Önce Ariusçular görüşlerini sunmuşlar, ancak beklemedikleri ölçüde tepki görmüşlerdi. Bunun üzerine Arius’a destek veren Kayserialı Eusebius. îsâ’nın yaratılmış olma­dığını, babanın iradesinden neşet eden ikinci bir Tanrı makamında bulunduğunu dile getiren ve oğula tanrılıkla yaratılmışlık arasında bir konum veren inanç esa­sını her iki tarafı da uzlaştırmak amacıyla müzakereye açtı. Ancak Athanasius ve Ancyralı Marcellus’un, bu­nun da Ariusçular’ı durduramayacağı ve onları mahkûm edecek tarzda bir başka inanç esasının oluşturulması gerektiği yö­nündeki ısrarlı talebi sonuç getirdi. “Gö­ğün ve yerin, görünen ve görünmeyen kâinatın yaratıcısı, kâdir-i mutlak tek bir baba Tann’ya; Tann’nın biricik oğlu. tek bir Rab îsâ Mesih’e, yegâne doğurulmuş, babanın özünden (ousia) doğmuş, Tann’dan Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrıdan gerçek Tanrı olduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, baba ile aynı tabiatta (homoousios) olduğuna, gökte ve yerde bulunan her şeyin O’nun vasıtasıyla ya­pıldığına, biz insanlar ve bizim kurtulu­şumuz için semadan indiğine, bedenleştiğine ve insan olduğuna çarmıha gerile­rek ıstırap çektiğine, üçüncü gün mezar­dan dirildiğine ve göğe yükseldiğine, ölü­leri ve dirileri yargılamak üzere geri gele­ceğine ve kutsal ruha inanırız” şeklindeki Hıristiyanlık tarihinin “İznik inanç esasla­rı” olarakbilinen ilk ekümenik âmentü-sü kabul edildi; ayrıca buna Ariusçuluğu aforoz eden şu cümle eklendi: “Tann’nın oğulunun ezelî olmadığını, doğmadan ön­ce var olmadığını, yoktan veya babadan farklı öz ve tabiattan olduğunu, onun değişim veya dönüşüme açık yaratılmış ol­duğunu söyleyenler ekümenik kilise ta­rafından aforoz edilecektir. İznik Konsili’nin îsâ ile il­gili kararındaki temel kavramı “aynı öz­den (homoousios)” ifadesi oluşturuyordu. Katolik görüşü yansıtan bu kavram do­ğulu piskoposların çoğunluğunca beğe-nilmemişti.

Metindeki “babanın özünden” ifadesiy­le Ariusçular’ın oğulun yoktan yaratıldığı ve tabiat itibariyle baba ile hiçbir benzer­liğinin bulunmadığı şeklindeki anlayışları reddedilmiştir. Oğulun Tann’dan geldiği ifade edilse  kutsal kitap­taki, “Her şey Tanrı’dandır cümlesi gereği Ariusçular’ın, “Biz de Tanrı’danız” şeklin­de bir itiraz getirebilecekleri kaygısıyla özellikle “babanın özünden” ifadesinin tercih edildiği ileri sürülmektedir. Ariusçular’ın, “Ebedî hayat da şu ki seni. yalnız gerçek Tanrı’yı ve gönderdiğin îsâ Me-sîh’i bilsinler diye  cüm­lesine dayanarak gerçek Tann’nın yalnız­ca baba olduğu şeklindeki görüşleri de “Tann’dan gerçek Tanrı” ifadesiyle red­dedilmiştir.

Ariusçular, îsâ için kullanılan “Tanrı’nın özünden” ifadesinin maddî çağrışımlar yaptığı gerekçesiyle Tanrı’ya atfedilme-sinin yanlış olacağı, “baba ile aynı özden” ifadesinin de Sabellius’un teslîsi oluştu­ran unsurlar arasındaki ayırımı inkâr eden anlayışına benzediği, ayrıca metin­deki bazı ifadelerin Kitâb-ı Mukaddes’te bulunmadığı şeklinde itirazlar Öne sür­müşler, onların bu kaygılarına bazı pisko­poslar da katılmışlardır. Ancak kiliseler arasında birliği sağlamak ve aynı zaman­da heretik grupları dışlamak amacıyla tesbit edilen inanç esaslarının kabul edi­lerek bütün piskoposlar tarafından imza­lanması talep edilmiştir. Arius ile birlikte Nikomedialı Eusebius. Nicealı Thiognis, Marmaricah Theonas, Chalcedonlu Maris ve Ptolemaisli Secundus, inanç esasları metninde geçen “baba ile aynı özden” ifa­desine katılmadıkları için metni imzala­mamışlar, bu yüzden aforoz ve sürgün edilmişlerdir.

25 Ağustos 325 tarihinde sona eren konsilde ayrıca yahudilerle birlikte 14 Nisan’da kutlanan Paskalya bayramının ta­rihi bahar ekinoksunu takip eden ilk dolu­naydan sonraki ilk pazar günü olarak tesbit edilmiş; rahipler sınıfının hiyerarşisi, yetkileri ve uymaları gereken kurallarla ilgili yirmi kadar da düzenleme yapılmıştır.

İmparator Konstantİnos, İznik inanç esaslarını ve konsilin kararlarını impara­torluğun kanunları olarak benimseyip ilân etmesine rağmen konsilden sonra kilise­lerine dönen piskoposlar katılmadıkları hususlar içerdiği İçin bu inanç esaslarını kullanmamışlardır. Çünkü konsil, eküme­nik inanç esasları oluşturmanın ötesinde Ariusçuluğu sindirmek için gerçekleşti­rilmiş, inanç esasları da bu amaca yöne­lik hazırlanmıştır. Ayrıca konsilin Ariusçu-luk’la ilgili hedefleri de tutmamış, onlar mücadelelerine devam etmişler, hatta kendilerine yakınlık duyan Konstantî-nos’un kız kardeşi Konstantina aracılı­ğıyla Arius’u affettirmeyi başarmışlardır. Arius’un 336 yılında ölümünden sonra bu mezhep VI. yüzyıla kadar etkinliğini sürdürmüştür. Hıristiyanlık’ta inanç esas­ları tartışmaları sonradan gerçekleştiri­len I. İstanbul (381), Efes (431) ve Kadıköy (451) konsillerinde de devam etmiş, gü­nümüzde üç büyük hıristiyan mezhebi tarafından kabul edilen “İznik-İstanbul iman esasları” bu konsillerin ardından son şeklini almıştır.

İslâm Kaynaklarında İznik Konsilî- İslâm kaynaklarında İznik Konsili ve Arius-çuluk’tan “el-milel ve’n-nihal” türü eser­lerde veya Hıristiyanlığa karşı yazılan ba­zı reddiyelerde kısaca bahsedilmektedir. Mes’ûdî, hıristiyanlann İlk konsilinin İm­parator Konstantİnos tarafından İznik’te 318 piskoposun katılımıyla Arius’a karşı toplandığını belirtmiş İbn Hazm, Arius’un tevhide, îsâ’-nın yaratılmış bir kul ve Allah’ın kendisi aracılığıyla göğü ve yeryüzünü yarattığı kelimesi olduğuna inandığını ve Roma İmparatoru Konstantİnos zamanında yaşadığını ifade etmiştir. Şehristânî, Arius’un Allah’ın kadîm, Mesîh’in ise ya­ratılmış olduğunu söylemesi üzerine 313 din adamının Kostantiniye’de krallarının huzurunda toplandıklarını, bazı iman esaslarını belirlediklerini ifade etmiş, an­cak “İznik-İstanbul iman esaslarfnı ay­nen aktarmıştır. İbn Kayyım el-Cevziyye, Hidâyetü’l-hayârâ adlı eserinde Arius’un görüşlerini özetle vermiş, İs­kenderiye piskoposu ile aralarında geçen münazaraları aktarmış, bu ihtilâflardan İmparator Konstantİnos1 un haberdar ol­ması üzerine bütün patrik ve piskopos­ları davet ederek İznik’te bir toplantı tertip etmeye karar verdiğini belirtmiştir. Toplantıya 2000’in üzerinde piskoposun katıldığını, fakat bunlardan sadece 318’i-nin oğlun bütün yaratılmışlardan önce babadan doğduğu, baba ile aynı tabiattan ve yaratılmamış olduğu görüşünde birle­şebildiğini, Arius’u da görüşlerinden dola­yı aforoz ettiklerini belirtmiştir. Aynı mü­ellif, heyetin imparatora uyulması gere­ken usul ve kurallara dair dört kitap tak­dim ettiğini bildirmiş, ancak bu konuda başka bilgi vermemiş, Paskalya bayramı­nın tarihi ve rahiplerle ilgili birtakım kararların alındığını da kaydetmiştir. Son dönem reddiye yazarlarından Rahmetullah el-Hindî, hıristiyan kaynakla­rında böyle bir bilgi bulunmamasına rağ­men. İmparator Konstantinos’un emriy­le hıristiyan din adamlarının İznik’te 325 yılında Katolikler’in “deuterokanonik” ola­rak isimlendirdikleri kitapların kutsal me­tinler listesine alınıp alınmayacağını gö­rüşmek üzere toplandıklarını ve bunların şüpheli kitaplar olarak kalmasına karar verdiklerini aktarmıştır. Abdülahad Dâvûd ise İznik Konsili’nde tevhid inancını savunan Arius’a baskı yapıldığı, İmpara­tor Konstantinos’un emri üzerine mec­listen 700’den fazla din adamının çıkar­tıldığı ve geri kalan 318 üyenin, oğul ile babanın aynı cevherden olduğunu kabul etmedikleri halde “Nikya akîdesi” olarak bilinen metni imzalamak zorunda bırakıl­dıklarını belirtmiştir. Ahd-i Cedîd’i oluş­turan yirmi yedi kitabın listesinin de bu konsilde belirlendiğini, ayrıca îsâ Mesîh’in öğretileriyle uyuşmadığı halde kilise içinde bir hükümet şeklinin oluşturulduğunu ifade etmiştir. İslâm kaynaklarında Ahd-i Cedîd’i oluşturan kitapların, özellikle İnciller’in sayısının İznik Konsili’nde belirlen­diği şeklinde ifadeler bulunmasına rağ­men gerek ilk dönem konsil kararlarının kaydedildiği kilise tarihi kitaplarında ge­rekse diğer hıristiyan kaynaklarında böy­le bir bilgiye rastlanamamıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski