Kadızadeliler Hareketi/Olayı/Sorunu Tarihi, Hakkında Bilgi

Kadızâdeliler. XVII. yüzyılda Osmanlılarda dinî ve içtimaî hareket başlatan vaizler zümresi ve bu harekete verilen ad.

IV. Murad. Sultan İbrahim ve IV. Mehmed devirlerinde ortaya çıkmış olan Kadızâdeliler hareketi, adını IV. Murad dö­neminin vaizlerinden Kadızâde Mehmed Efendi’den (ö. 1045/1635) almıştır. Meh­med Efendi ile dönemin tanınmış Halve­ti şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî arasın­da önce fikrî seviyede başlayan tartışma­lar, sosyal ve dinî hayat yanında devletin ana kurumlarını da etkisi altına alacak gelişmelere zemin hazırlamıştır.

Kadızâde Mehmed Efendi ve onun ta­kipçileri, Hz. Peygamber döneminden sonra ortaya çıkan birtakım âdet ve uy­gulamaları bid’at olarak nitelemiş ve şid­detle reddetmiştir. Dolayısıyla Kadızâdeliler hareketinin amacı, İslâm’ı Kur’ân-ı Kerîm ve Resûl-i Ekrem’in sünneti dışın­daki bid’at sayılan unsurlardan arındır­mak ve bu anlayışı devletin bütün kade­melerine yaymak olarak nitelendirilebi­lir. Tarihte bu tür hareketlerin genellikle bunalımlı sosyal ve siyasal şartlarda orta­ya çıkmış olması gibi Kadızâdeliler hare­keti de Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyılda içinde bulunduğu karışıklıklar, merkezî idaredeki zaaflar, artan ekonomik bozuk­luklar, Avrupa ve İran ile olan sürekli sa­vaşlar ve toprak kaybı, yoğun nüfus ha­reketleri ve çıkan isyanlar gibi bir istik­rarsızlık ortamı içerisinde doğup gelişme imkânı bulmuştur.

Kadızâdeliler’in fikrî seviyedeki lideri İbn Teymiyye mektebinden etkilenen Birgivî Mehmed Efendi’dir (ö. 981/1573). Onun en önemli eserlerinden Türkçe bir ilmihal kitabı olan Risâle-i Birgivî (Vasi­yetname) Kadızâdeliler arasında yaygın biçimde okunmuştur. Birgivî’nin Arapça yazdığı et-Tarîkatü’l-Muhammediyye ise dinî, ahlâkî ve tasavvufi konuları kap­sayan ve üzerine çeşitli şerhler yazılan meşhur bir eserdir. Birgivî’de görülen İbn Teymiyye’nin etkisi Kadızâde Mehmed Efendi’nin eserlerinde de dikkat çeker. Mehmed Efendi’nin, İbn Teymiyye’nin es-Siyûsetü’ş-şer’iyye ü ışlâhi’r-râcî ve’r-rcfiyye adlı kitabının genişletilmiş Türk­çe tercümesi olan Tâcü’r-resâil ve min-hâcü’l’vesâiî’ı hazırlamış olması bu te­siri açıkça gösterir. Ancak fikrî seviyede başlayan bu hareket ilerleyen safhalarında Kadızâdeliler’in tarikat ehline ve dev­lete karşı tavırlarıyla nitelik değiştirmiştir.

Mehmed Efendi 990’da (1582) Balıke­sir’de doğdu, babası kadı olduğu için Kadızâde lakabıyla anıldı. Gençliğinde Balı­kesir’de bir müddet Birgivî’nin talebele­rinden ders okudu, ardından İstanbul’a geldi ve tahsilini burada tamamladı. Kı­sa bir süre sonra İstanbul’da Tercüman Tekkesi şeyhi ve Halveti tarikatına men­sup olan Ömer Efendi’ye intisap etti. Fa­kat tasavvufun mizacına ve fikirlerine uy­madığı gerekçesiyle bu yolu bırakarak ön­ce Fâtih Camii’nde. daha sonra 1041’de (1631-32) tayin edildiği Ayasofya Camİİ’n-de ders ve vaaz vermeye başladı, şöhreti kısa sürede yayıldı. Kâtib Çelebi 1038’de (1628-29) Kadızâde’nin Fâtih Camii’ndeki vaazlarını dinlediğini belirtir.

Kadızâde Mehmed Efendi ile Abdülme­cid Sivâsî arasında cereyan eden tartış­maların konuları Kadızâdeüler hareketi­nin odak noktasını teşkil eder. Bu konu­lar üç kategoride toplanabilir.

1. Tasavvufî düşünce ve uygulamalarla İlgili me­seleler. Sûfîlerin semâ ve devranının caiz olup olmadığı, zikir ve mûsiki konuları.

2. Dinî inanışlar ve ibadetlerle ilgili mesele­ler. Aklî ilimleri (matematik, felsefe gibi) okumanın caiz oîup olmadığı; Hızır’ın ha­yatta bulunup bulunmadığı; ezan. mevlid ve Kur’ân-ı Kerîm’in makamla okun­masının caiz olup olmadığı; Hz. Muhammed ve sahabeye isimleri geçtiği zaman “sallallâhu aleyhi ve sellem” (tasliye) ve “radıyallâhu anh” (tarziye) demenin meş­ru olup olmadığı; Resûl-i Ekrem’in anne ve babasının imanla vefat edip etmediği; Firavun’un imanla ölüp ölmediği; Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kâfir sayılıp sayıl­mayacağı; Hz. Hüseyin’in şehâdetine se­bep olan Yezîd’e lanet edilip edilemeye­ceği; Hz. Peygamber zamanından sonra ortaya çıkan bid’atları terketmenin şart olup olmadığı; kabir ziyaretinin caiz olup olmadığı; Regaib. Berat ve Kadir gibi mü­barek gecelerde cemaatle nafile namaz kılınıp kılınamayacağı ve emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker konusu. 3. İçtimaî ve siyasî hayatla ilgili meseleler. Tütün ve kahve gibi keyif verici maddelerin kulla­nılmasının haram olup olmadığı; rüşvet almanın mahiyeti ve hükmü, namazlar­dan sonra musâfahanın, inhinanın (el etek öpme, selâm verirken eğilme) caiz olup olmadığı.

Mehmed Efendi semâ ve devran, aklî ilimlerin tahsili, ezan, mevlid ve Kur’an’ın makamla okunması, tasliye ve tarziye, türbe ve kabir ziyareti, cemaatle nafile namaz kılınması, tütün ve kahve içilme­si, musâfaha ve inhina konusunda olum­suz bir tavır almış, bunların tamamını bid’at ve haram saymıştır. Ayrıca Hızır’ın hayatta olmadığını, Resûl-i Ekrem’in ebe­veyninin ve İbnü’l-Arabî’nin kâfir oldu­ğunu, Firavun’un imanının geçersizliğini, devlet katında yapılan bazı işler karşılı­ğında alınan paranın rüşvet değil ücret olduğunu, Yezîd’e lanet gerektiğini ileri sürmüştür. Abdülmecid Sivâsî ise söz ko­nusu meselelerde genel olarak aksi yön­de görüş belirtmiştir.

Hareketin ilk kıvılcımları tartışma se­viyesinde önce camilerde ve padişah mec­lislerinde meydana çıktı. Meselâ Kadızâde ile Sivâsî arasında, “Eşyanın tesbihi hâl ile mi yoksa kal ile midir?” tartışması va­az kürsüsünden padişah huzuruna kadar taşınmıştı. Bazı konularda Kadızâde’nin padişah ve devlet adamları üzerinde et­kili oiduğu görülür. 1043 Saferinde (Ağus­tos 1633) İstanbul’da Cibali’de çıkan bü­yük yangın sonrasında Kadızâde’nin tel­kiniyle İV. Murad İstanbul’daki bütün kah­vehaneleri yıktırmış, tütün yasağına uy­mayan çok sayıda kişiyi katlettirmiştir. Diğer taraftan IV. Murad’ın siyasî düzeni bozmamaları kaydıyla sûfîlerin faaliyetlerine karşı çıkmadığı ve Kadızâdeliler ile Sivâsî taraftarları arasında bir denge po­litikası izlediği dikkati çeker. Kendisinden önceki birçok padişah gibi IV. Murad’ın da tarikatlarla yakın ilgisi vardı. Ayrıca pa­dişahın Sivâsî’ye, kendisine bağlı derviş­lere müdahale edilmeyeceğine dair temi­nat verdiğini Naîmâ kaydeder.

Kadızâde Mehmed Efendi’nin vefatın­dan sonra onun taraftarları olan bir kı­sım kürsü vaizleri de şer’an haram oldu­ğu kesin delillerle sabit olmayan bazı şey­lerin haramlığını iddiaya devam ettiler ve bunları yapanları küfürle suçladılar; cemaatle nafile namaz kılanlara, makam­la salavat getirip na’t-ı şerif okuyanlara, tasavvuf ehlinin semâ ve devranına şid­detle karşı çıktılar. Saraydaki baltacılar, bostancılar ve kapıcılardan bazılarını da etkileri altına alıp onlar vasıtasıyla kızlar ağası ile valide sultana kadar ulaştılar ve siyasî güç sahibi oldular. Hareketin bu ikinci safhası. Sultan İbrahim’in hüküm­darlığının son yılları ile henüz yedi yaşın­da tahta çıkan IV. Mehmed’in saltanatı­nın ilk yıllarına rastlar. Tarihçi Naîmâ’ya göre Kadızâdeliler sadece Halvetîler, Mev­leviler ve diğer tarikatlara mensup olan dervişleri değil onların tekkelerine giden halkı da küfürle suçluyorlardı.

Bu dönemde Kadızâdeliler’in liderliği­ni, Mehmed Efendi’nin yanında yetişe­rek Ayasofya Camii vaizliğine kadar yük­selmiş olan Üstüvânî Mehmed Efendi üstlendi. Saray çevresinde helvacılar, bos­tancılar, Enderûn-ı Hümâyun hademesi­nin okur yazar kısmı onun derslerine de­vam ediyordu. Padişahın hocası Reyhan Ağa’nın himayesiyle Has Oda’da padişa­ha vaazlar veren ve “padişah şeyhi” ola­rak şöhret kazanan Üstüvânî Mehmed Efendi ve çevresindeki vaizler zümresi sarayda büyük nüfuz elde ettiler. Hatta Üstüvânî ve bazı ileri gelen vaizlerin birtakım menfaatler karşılığı saraydaki ta­yin ve azillerde etkili oldukları devrin kay­naklarında belirtilir.

Kadızâdeliler, bir yandan da tasavvuf ehline karşı sert tavırlarını sürdürerek ca­mi kürsülerinden halkı tahrik ediyorlar­dı. Öte yandan hareketin ikinci safhasın­da sûfîlerin lideri olan Abdülahad Nuri, Abdülmecid Sivâsî’nin yeğeni ve halifesi olup KadızâdeÜIer’in fikirlerini tenkit et­mek için yazdığı eserlerin yanı sıra bazı dostlarını da Kadızâdeliler’e karşı olma­ları için teşvik etmekteydi. Bu kişilerden biri de Birgivî Mehmed Efendi’nin et-Tarikatü’i-Muhammediyye’sini, içinde mevzu hadisler bulunduğu gerekçesiyle eleştiren ve Süleymaniye Camii’nde ders veren, Kürd Molla lakabıyla tanınmış Mehmed Efendi’dir. et-Tankatü’l-Muhammediyye’yi tenkit eden diğer kişi ise Mehmed Ağa Camii imamı, Tatar İmam lakabıyla tanınan Kefevî Hüseyin Efendi’dir. Hüseyin Efendi, Birgivî’nin ki­tabındaki mevzu hadisleri tesbit edip ese­re tenkit mahiyetinde bir şerh yazdı. An­cak her iki müellif de Kadızâdeliler’in iti­razı ve şikâyeti üzerine takibata uğraya­rak kendilerini savunmak zorunda kaldı. Bunlardan Kürd Molla İstanbul’dan ayrı­lırken Tatar İmam halkın huzurunda Kadızâdeliler’i tartışmaya davet etti. Ancak Kadızâdeli vaizlerden hiçbiri davete kar­şılık vermedi. Bu hadiselerden sonra Kadızâdeliler saraydaki nüfuzlarını kullana­rak padişahın hocası Reyhan Ağa’ya baş­vurdular. IV. Mehmed’in emriyle Şeyhü­lislâm Bahâî Mehmed Efendi 1063 Safe­rinde (Ocak 1653) ulemâ meclisini topla­dı. Yapılan müzakereler sonucunda et-Tarikatü’l-Muhammedjyye’ye yazılan reddiyelerin geçersiz olduğu konusunda fikir birliğine varıldı.

Fikir tartışmalarında fazla başarılı ola­mayan Kadızâdeliler bazı olaylara sebe­biyet verdiler. İlk olarak 1061’de (1651) Sadrazam Melek Ahmed Paşa’dan bir buyruldu alıp Demirkapı yakınlarındaki Halveti Tekkesi’ni basarak devran eden dervişleri dağıtmışlardı. Daha sonra bir müddet sükûnet sağlandıysa da bu defa Üstüvânî Mehmed Efendi’nin liderliğin­de Şeyhülislâm Bahâî Mehmed Efendi’-den semâ ve devranın haram olduğuna dair bir fetva aldılar. Üstüvânî, Abdülme­cid Sivâsî’nin halifelerinden Abdülkerim Çelebi’ye gönderdiği mektupta semâ ve devranın menedilmesinin vacip olduğu­nu, Abdülkerim Çelebi’nin tekkesini ba­sıp kendisini ve takipçilerini öldürecekle­rini, bu tekkenin temelini kazıp toprağını denize dökmedikçe orada namaz kılma­nın caiz olmadığını bildirdi. Abdülkerim Çelebi mektupla birlikte Bahâî Mehmed Efendi’ye başvurdu. Şeyhülislâm, Üstüvânî’yi çağirttıysa da Üstüvânî bu davete gitmeyerek sadrazamın himayesine sığın­dı, o da affı için reîsülküttâbı gönderdi.

Kadızâdeliler’in saraydaki nüfuzu, ha­milerinin çoğunun katledildiği Çınar Vak-‘asi’na [1066/1656 Vak’a-i Vakvakiyye] ka­dar sürdü. Naîmâ’ya göre Çınar Vak’ası’ndan sonra sadrazamlığa getirilen Boynueğri Mehmed Paşa, tayin işlerinde ulemâ ve vaizlere danışmaya karşı çıkıp bunları bizzat kendisi yapmaya başlamış, bun­dan müteessir olan Kadızâdeliler de Ve­nedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almasını fırsat bilerek bu durumun zulmün, rüşvetin artmasından, bid’atların çoğalmasından, vezirle müf­tünün tarikat ehlini himayesinden kay­naklandığı yolunda vaazlarla halkı tah­rike başladılar. Ardından Köprülü Mehmed Paşa’nın sadâretinin sekizinci günü Fâtih Camii’nde müezzin­ler cuma namazı sırasında na’t-ı şerif okurken Kadızâdeliler bunlara engel ol­mak için harekete geçtiler, fakat bu te­şebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı. Da­ha sonra Kadızâdeliler toplanarak İstan­bul’da bulunan bütün tekkeleri yıkmaya, rastladıkları dervişlere “tecdîd-i îman” teklif edip kabul etmeyenleri öldürme­ye, hep birlikte padişaha gidip bid’atları kaldırmak için izin istemeye, selâtin ca­milerinde tek minare kalacak şekilde diğer minareleri yıkmaya karar verdiler. Er­tesi gün ellerinde taşlar ve sopalarla ta­raftarlarını toplayarak Fâtih Camii’nde bir araya geldiler. Sadrazamın adam gön­derip isyancılara nasihat etmesi fayda vermedi. Köprülü Mehmed Paşa devrin tanınmış âlimlerini toplayıp Kadızâdeliler hakkındaki görüşlerini sordu. Meclisin ka­rarını padişaha sunan sadrazam padişahtan Kadızâdeliler’in katli için ferman aldı. Ancak bu ceza sürgüne çevrilerek hare­ketin liderleri olan Üstüvânî, Türk Ahmed ve Divane Mustafa Kıbrıs’a sürüldü, böy­lece hareketin ikinci safhası sona erdi.

Hareket esas itibariyle İstanbul’da or­taya çıkıp yayılmıştır. Anadolu’da ise sa­dece 1065 (1655) ve 1066 yıllarında üç defa Bitlis’te bulunan Evliya Çelebi’nin Bitlis’te Kadızâdeliler fırkasından geçinen bir kişiden bahsetmesi dışında örneklere rastlanmamaktadır. 1656’da hareketin yatıştınlmasının ardından vaiz Vanî Mehmed Efendi döneminde üçüncü safha başladı. Van’da doğan Mehmed Efendi medrese eğitiminden sonra Erzurum’a gitti. Verdiği vaazlarla kısa zamanda şöh­reti yayıldı. Bu arada 1069 (1659) yılında Erzurum valisi tayin edilen Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile arasında doğan yakınlık, Fâzıl Ahmed Paşa’nın 1072’de (1661) sadrazam olması ve Vanî Mehmed Efendi’yi Edirne’ye davet etmesiyle güç­lendi. 1074’te( 1663) İstanbul’a gelen Va­nî, Sultan Selim Camii’nde vaaz vermeye başladı. IV. Mehmed’in himayesiyle önce padişahın, ardından Şehzade Mustafa’nın hocası oldu. Padişah ve sadrazamın üze­rindeki etkisiyle saraydaki nüfuzu artan Vanî Mehmed Efendi sûfflere karşı tavır aldı. 1077’de (1666) Mevievîler’in yaptığı semâ ve Halvetî dervişlerinin Kadızâdeliler tarafından “tahta tepmek” olarak ad­landırılan âyinleri onun etkisiyle padişah tarafından yasaklandı. 1081’de (1670) yi­ne sultanın çıkardığı bir fermanla mey­haneler yıktırıldı. Vanî Mehmed Efendi’-nin karşı çıktığı diğer bir uygulama olan kabir ziyareti de 1078 (1667) yılında pa­dişahın emriyle yasaklandı. Hatta Osman­lı maliyesinde birçok örfî vergi bid’at ol­duğu gerekçesiyle kaldırıldığı gibi diğer vergilerin kütüb-i şer’iyyeye göre top­lanması emredildi. Mehmed Efendfnin takipçileriyle muta­savvıf Niyâzî-i Mısrî’nin taraftarları ara­sında 1103te (1692) Bursa Ulucamii’nde Kadir gecesi cemaatle namaz kılınırken meydana gelen bir hadise, Kadızâdeliler hareketinin tesirlerinin Vanî Mehmed Efendi’nin vefatından (1096/1685) sonra da sürdüğünü gösterir.

Kadızâdeliler, İbn Teymiyye’nin ve onun mektebine mensup olan Birgivî’nin fikir­lerinden etkilenmekle birlikte tartıştık­ları konular genellikle düzenli ve sistemli bir programa dayanmayıp halk arasında yaygın olan inanç ve düşüncelere tepki mahiyetindeydi. Bu meselelerin çoğu ve bid’at konusu aslında yeni bir durum ol­mayıp daha önce İslâm âlimleri arasında tartışılmış ve çeşitli eserlerde genişçe iş­lenmiştir. Kadızâdeliler, yaşadıkları dönemde tenkit ettikleri meselelere tas­fiyeci bir tutumla yaklaşıp bütün bid’atları gerekirse şiddet kullanarak ortadan kaldırmayı amaçlamışlardı. Ancak emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker prensibini zorla uygulamaya çalışmaları devlet dü­zenine tehdit teşkil edince siyasî otorite buna izin vermemiştir. Bu Selefiyyeci ha­reketin benzerlerine Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde değişik zamanlarda rastlamak mümkündür.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski