Kanaat Nedir, İslamda Kanaat Etmek, Anlamı, Hakkında Bilgi

Kanaat. Elindekine razı olma, azla yeünme anlamında ahlâk terimi.

Sözlükte “payına razı olma” mânasın­da masdar olan kanâat terim olarak “ki­şinin azla yetinip elindekine razı olması, kendisinin ve sorumluluğu altında bulu­nanların ihtiyaçlarını asgari ölçüde karşı­layabileceği maddî imkânlarla iktifa edip başkalarının elindeki şeylere göz dikme­mesi, aşırı kazanma hırsından kurtulma­sı” şeklinde açıklanmakta; hırs, tamah, şereh (nazlara düşkünlük) ve tûl-i emel gibi kavramlarla ifade edilen mal ve dün­ya tutkusunun kalpten silinmesiyle kaza­nılan ahlâkî bir erdem olarak değerlen­dirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de kanaat kelimesi geç­mez; bir âyette aynı kökten kani’ “başka­sından maddî yardım isteyen” anlamın­da yer almaktadır.[Hac 22/36] Râgıb e!-İsfahânî, bu kelimenin söz konusu âyetteki bağlamında “ihtiyacından dola­yı başkasından yardım isterken işi yüz­süzlüğe dökmeyen, kendisine bağışlanana razı olan” şeklinde açıklandığını kayde­der. Öte yan­dan birçok âyette kanaatkârlığın önemi üzerinde durulmuş, dünyaya ve maia kar­şı aşın düşkünlük yerilmiştir. Nahl süresindeki bir âyette (16/ 97), erkek olsun kadın olsun her mümine yapacağı iyi ve yararlı işler için vaad edi­len mutluluğu anlatan “güzel hayat” ta­biri kanaatkârlıkla yorumlanmıştır. Ha­dislerde de gerek kanaat kökünden keli­melerle gerekse başka ifadelerle kana­atkârlığa vurgu yapıldığı görülmektedir. Bu hadislerde Hz. Peygamber’in kanaat­kârlığı bir iffet, tok gözlülük ve gönül zenginliği olarak değerlendirdiği. İslâm’la hidayete kavuşup yeterli miktar­da rızka sahip olan ve buna kanaat eden kişiyi övgüyle andığı Asıl zenginlik mal çokluğu değil gönül zenginliğidir” de­diği kanaatkârlığı şükrün en ileri derecesi saydığı bildirilmektedir. Bazı kaynaklarda hadis olarak geçen ancak İbn Hibbân’ın Muhammed b. Münkedir’in babasına nisbet ettiği. “Kanaat tükenmeyen bir hazinedir” anlamındaki söz İslâm ahlâk kültüründe kanaatin en güzel ifadelerin­den biri olarak yer alır.

Ahlâk ve tasavvuf kaynaklarında kana­atkârlığın öncelikle ruhî bir erdem şeklin­de ele alındığı görülür. İbn Hibbân. “Ka­naat kalptedir; kalbi zengin olanın eli de zengin olur, kalbi yoksul olanın mal zen­ginliği kendisine fayda sağlamaz” derken kanaatin insanda ruhî meleke haline gel­mesi gerektiğine işaret eder. Aynı görüşe katılan Râgıb el-İsfahânî, kanaat ve zühd kavramlarını karşılaş­tırırken kanaatin manevî bir haslet, züh­dün ise bunun eyleme dönüşmesinden ibaret olduğunu, dolayısıyla iç dünyasında kanaatkârlık bulunmayan kişinin zühd gibi görünen tutumlarının ancak sahte zühd sayılabileceğini söyler. Râgıb el-İsfahânî kanaati “yeterli miktarın altında bulunana da razı olma” şeklinde açıklamakla birlikte bu “gerek­tiğinde azla yetinmeyi bilmek, mal hırsı­na kapılarak meşruiyet dışında kazanç aramaktan ve başkasının elindekine göz dikmekten sakınmak” anlamında olup ki­şinin meşruiyet çerçevesinde fazla ka­zanç elde etmesine engel değildir. Nite­kim aynı âlim, dünya için çalışmanın yerine getirilmesi zorunlu olan işlerden sa­yıldığını, bundan dolayı başkalarının yar­dımıyla geçinip hiç kimseye faydası do­kunmayan sûfîlerin eleştirildiğini biidirir.

Mâverdî kanaatin üç derecesinden söz eder. İlk ve en ileri derecesi, dünya nimet­lerinden hayatın devamına yetecek ka­darıyla yetinip başka bir şey istememek; ikincisi, kullanıp değerlendirebileceği ka­darına sahip olup elinde fazladan kalabi­lecek şeylere ilgi duymamak; üçüncüsü de imkân ölçüsünde olanları istemek, güçlükle kazanılabilen şeylerin peşinde koşmamaktır. Ancak bu âlim de yoksullu­ğa, sefalete ve sonunda ülkenin harap ol­masına yol açabilecek yanlış kanaat an­layışını onaylamamıştır. Mâverdî sırf zen­gin olma hırsına kapılanları, kötü arzula­rını tatmin için aza kanaat etmeyenleri eleştirmekle birlikte hem kendisine hem de başkalarına faydalı olma düşüncesiyle zaruret ölçüsünden daha fazlasını kaza­nanların en çok takdire lâyık kimseler ol­duğunu belirtir. Çünkü ona göre mal bir­çok iyiliğe vasıta, dine dayanak ve insan­ların kaynaşmasına yardımcı olur.

Tasavvuf ehline göre sâlikin mala karşı haris olmaması gerekir. Bu da ancak bes­lenme, giyim ve mesken gibi temel ih­tiyaçların yeteri kadar karşılanmasıyla mümkündür. Gazzâlî, bu konularda ihti­yaç sınırını aşarak daha çoğunu isteyen ve uzun süreli gelecek kaygısıyla zihnini meşgul edenlerin kanaat şerefini kay­betmiş, tamahkârlık ve hırs zilletiyle le­kelenmiş olacağını belirtir. “İnsanoğlu İki vadi dolusu altına sahip olsa buna bir üçüncüsünü daha eklemek ister mealindeki hadisin de içinde bulunduğu bazı sözleri kaydederek insan tabiatında hırs ve tamahkârlık bulunduğu için âyet ve hadislerde kanaatkârlığın övüldüğü­nü, insanların aşırı hırstan, talepte ileri gitmekten menedildiğini belirtir. Hırs ve tamahkârlıktan kur­tulup kanaat erdemini kazanabilmek için zihnî ve ahlâkî bazı değişimlerden geç­mek gerektiğini söyleyen Gazzâlî bunları şu şekilde sıralar: Harcamaları olabildi­ğince kısarak zorunlu ihtiyaçları karşıla­makla yetinmek, Allah’ın her canlının rız­kını tekeffül ettiği yönündeki vaadine gü­venerek gelecekle ilgili kaygı taşımamak, asıl zenginliğin kanaatkârlıkta olduğuna, hırs ve tamahkârlığın kişiyi zillete düşüreceğine inanmak, zenginliğin bir şeref ölçüsü olmadığını bilmek, fazla malın çe­şitli risk ve gailelerinin olacağını düşün­mek. Bununla birlikte kanaatkârlık mut­laka yoksulluk anlamına gelmez; kanaat sahiplerinin zengin olmaları da mümkün­dür; bu durumda olanların cömertlik gös­tererek imkânlarını başkalarıyla paylaş­maları gerekir; zira cömertlik peygam­berlerin erdemlerindendir.

Ahlâk ve âdaba dair kaynaklarda dik­kati çeken bir husus, kanaatin ahlâkî bir erdem olmasının yanında insanın hem kişiliğini ve onurunu koruyup geliştirme­sinin hem de mutlu ve huzurlu yaşama­sının bir şartı olarak değerlendirilmesi­dir. Nitekim konu hakkında ilk müstakil çalışma olduğu anlaşılan İbn Ebü’d-Dün-yâ’nın el-Konâca ve’t-tacaffüf isimli ese­rinin birinci bölümü “Başkasından Bir Şey İstemenin Kötülüğü, Bunun Engellenmesi ve Bu Konuda İffetli Olmanın Gerekliliği” başlığını taşır. Diğer kaynak­larda da kanaatkar olanın onurlu ve öz­gür bir hayat süreceği gönlünün huzura, bedeninin raha­ta kavuşacağı kana­atle yaşayanın hayatı seveceği, hevâ ve hevesi terkedenin hür olacağı belirtilir. Başta Ya”küb b. İshakel-Kindî’nin eî-Hîle li-deîfi’l ahzâri olmak üzere ahlâk ve tasavvufa dair eserlerin çoğunda üzüntü ve mutsuzluğun başlıca sebeplerinden birinin de kanaatsizlik ol­duğu bildirilmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski