Kasr-ı Hümayun Ne Demek, Mimari, Özellikleri, Örnekleri, Hakkında Bilgi

Kasr-ı hümâyun. Selâtin camilerinde, önemli tekkelerde ve resmî binalarda yer alan, padişahların dinlenmesine ve görüşmeler yapmasına mahsus kasır.

Osmanlı döneminde selâtin camilerin­de, padişahların ziyaret ettiği ve çok de­fa onlar tarafından ihya edilmiş olan ge­niş kapsamlı tarikat yapılarında ve resmî binalarda hükümdarın dinlenmesi, ge­rektiğinde bazı şahıslan huzuruna kabul edip görüşmesi için özel olarak tasarlan­mış bağımsız bölümlere kasr-ı hümâyun veya hünkâr kasrı denilmiştir. Saraya bağlı olan veya şehrin yakın çevresinde bulunan, padişahların günübirlik geziler­de kullandığı bağımsız yapılar da kasr-ı hümâyun ya da kısaca kasır veya köşk olarak adlandırılır.

Camilere ve tarikat yapılarına bağımlı olarak tasarlanan kasr-ı hümâyunların mimari programı bir odayla bir helâ-ab-destlik biriminden ibaret küçük daireler­den tam teşekküllü barınma tesislerine kadar giden bir çeşitlilik arzeder. Kasr-ı hümâyunlar padişahların namaz kıldığı, caminin harimine açılan hünkâr mahfille-riyle irtibatlıdır. Başka bir deyişle kasr-ı hümâyunlar hünkâr mahfillerinin geri­sindeki istirahat ve resmi kabul bölüm­leridir. Tek başına ele alındıklarında sivil mimarinin kapsamına giren kasr-ı hümâ­yunlar, genellikle XVIII. yüzyıldan çok ge­riye gitmeyen Osmanlı sivil mimarisinin nâdir örneklerini meydana getirmekte, konut tasarımının XVII. yüzyıldan bu ya­na gelişimini belgelemektedir.

Camilerde İstanbul’un fethinden ön­ce tesbit edilebilen tek örnek Bursada I. Mehmed’in inşa ettirdiği. Hacı İvaz Paşa’nın tasarladığı Yeşilcami’de (1419) görülür. Yapının kuzey kesiminde üst katta yer alan bu mekânlar toplulu­ğu hünkâr mahfilini kuşatmaktadır. Ca­minin bünyesi içinde çözümlenmiş ve kitlesiyle kaynaştırılmış olan bu mekân­lardan kıble tarafında yer alanlar birer pencereyle harime sofa birimine, kuzey yönünde bulunanlar ise merkezinde kü­çük havuzların bulunduğu birer eyvanla dışarıya açılır. Taçkapıdan girildiğinde sa­ğa ve sola doğru ilerleyen dar koridorla­rın nihayetinde yer alan simetrik konum­da iki dar merdiven hünkâr mahfiliyle söz konusu mekânlara ulaştırır. Zemin kat­ta, bu kesimin altına isabet eden ve so­faya açılan eyvanı yanlardan kuşatan, duvarları ve tavanları baştan başa çiniyle kaplı, Bursa kemerli eyvanların da devlet ricaline ve ileri gelen ulemâya tahsis edildiği ileri sürülmektedir.

Özgün biçimiyle günümüze ulaşan en eski hünkâr mahfili örneği Edirne’­deki Beyazıt (M.) Camii’nde (1488) yer almakta, ancak bu mahfile bağlanan bir kasrı hümâyun bulunmamaktadır. Bur­sa Yeşilcami’den sonra bilinen ikinci ör­nek İstanbul’da Sultan Ahmed Camii’nde’dir (1616). Caminin güneydoğu yönün­de iki katlı bağımsız bir kitle olarak yük­selen kasr-ı hümâyun, caminin kıble ve doğu yönlerindeki avlular arasında bağ­lantıyı sağlayan tonozlu geçidin üzerine oturtulmuştur. Zemin katı kuzey cephe­sindeki girişe ulaştıran ve XIX. yüzyılın başına kadar bütün kasr-ı hümâyunların vazgeçilmez bir parçası haline gelecek olan rampa kendi türünün ilk örneğidir. Kasrın zemin katında ve üst katında ka­re planlı ikişer oda ile bir helâ-abdestlik birimi bulunur. Ocaklarla donatılmış olan bu odalardan zemin katta yer alan ve maiyete tahsis edilmiş olanlar omurgalı çapraz tonozlarla, hünkâra ait olan üst kattaki odalar ise ahşap çatı ile örtülmüş­tür. Kıble yönünde manzaraya hâkim bir konumda yer alan ve asıl hünkâr odası olduğu anlaşılan birim çatı altında gizle­nen bîr kubbe ile taçlandınlmıştır. Üst kattaki odalar, dinî ve sivil yapılarda aynı oranlar ve ayrıntılarla görülen çift sıralı pencerelerle aydınlanır. Geniş saçaklı, kurşun kaplı bir çatının örttüğü kasır, iki yandan merdivenler ve camekânlarla ku­şatılmış olan bir rampa ile harimin gü­neydoğu köşesindeki hünkâr mahfiline bağlanmaktadır. Yakın tarihlerde kasrın ahşap kısımlarının yandığı için restore edilirken aslına ne derece uygun yapıldı­ğı bilinemez.

İstanbul camilerindeki kasr-ı hümâyun­ların en ihtişamlısı, Hatice Turhan Valide Sultan tarafından 1663’te tamamlanan Yenicami’de bulunmaktadır. Caminin gü­neydoğu yönünde yer alan, konsollu çık­maları ve geniş saçaklanyla dikkati çeken kasır Bizans dönemine ait sur kalıntıları­nın üzerine oturmakta, altında yer alan sivri beşik tonozlu geçit Eminönü Mey­danı ile Bahçekapı arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır. Kısa süreli kullanımın öte­sinde Hatice Turhan Valide Sultan’in ra­mazan aylarında ikamet ettiği bilinen kasır caminin arkasında (kıble tarafında) yer alan, yanlan camekânlı, üstü beşik çatı örtülü bir rampaya sahiptir. Dar açı ile caminin kitlesine saplanan rampanın ulaştırdığı” L” planlı sofanın gerisinde, ocaklarla ve çift sıralı pencerelerle dona­tılmış iki oda ile bunların arasında bir helâ-abdestlik mekânı sıralanır. Valide sultana ayrılmış olan oda, çatı altında giz­lenen bir ahşap kubbenin örttüğü kare planlı bir birimle dikdörtgen planlı bir eyvandan meydana gelmektedir. Söz ko­nusu eyvan kesme küfeki taşından kon­sollara oturan bir çıkma teşkil eder. Kas­rın hünkâr mahfiline bağlandığı kesimde de aynı biçimde konsollarla desteklenen bir çıkma bulunmaktadır. Bu esas katta sofanın ve odaların duvarları, ayrıca ocak­ların davlumbazları çini levhalarla kaplan­mış, ahşap tavanlar ve kubbe kalem işle­riyle bezenmiş, kapılarla pencereler sedef ve bağa kakmalı kanatlarla donatılmıştır. Bu katın altında yaklaşık aynı plana sahip, ancak daha alçak tutulmuş olan katta da hizmetkârların odaları yer almaktadır.

Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde (1734) harimin güneydoğusundaki girintiye dı­şarıdan bakıldığında, zamanında burada yer aian fevkanî kasrın izleri günümüzde de teşhis edilebilir. Küçük bir ahşap çık­ma şeklindeki hünkâr mahfiline bağla­nan bu kasrın da ahşap olduğu ve cami­ye bitişik olarak tasarlandığı anlaşılmak­ta, doğu-batı doğrultusunda gelişen giriş rampasının kalıntıları seçilmektedir. Söz konusu cami, selâtin camileri dışında kasr-ı hümâyuna sahip bir örnek olarak dikkati çekmektedir. Bu yapıdaki izlerden hareketle Yeni Valide Camii’nde (1710) konumu ve boyutları itibariyle Hekimoğ­lu Ali Paşa Camii’ndekine benzeyen, an­cak XIX. yüzyılda yenilenmiş olan ahşap hünkâr kasrı çıkmasının yerinde de ön­celeri aynı türde bir mekânın bulunduğu var sayım olarak ileri sürülebilir.

Osmanlı mimarisinde barok üslûbun ilk önemli uygulaması olan Nuruosmaniye Camii (1755), giriş rampasını izleyen ve avluyu köprü şeklinde katederek caminin güneydoğu köşesindeki hünkâr mahfili­ne saplanan gösterişli galerisiyle yeni bir uygulamayı başlatmıştır. İki yandan ke­merli pencere dizileriyle aydınlanan beşik çatı örtülü bu rampa-galeri ikilisi daha sonra Ayazma Camii (1761], Lâleli Camii (1763) ve özellikle Eyüp Sultan Camii’nde (1800) farklı oranlar ve ayrıntılarla tek­rar edilecektir. Her ne kadar Nuruosma­niye Camii’nde bağımsız bir kasr-ı hümâ­yundan söz edilemese de burada ilk ola­rak görülen bu köprülü galeri, hünkâr mahfilleriyle bunlarla bağlantılı kasırla­rın giderek önem kazanmaya başladığını göstermesi açısından önemlidir.

Bursa’daki Yeşilcami’den yaklaşık üç buçuk asır sonra hünkâr mahfilinin tek­rar harimin kuzey duvarına alındığı Ayaz­ma Camii’nde yapının kuzeydoğu yönüne yerleştirilen kasır ufak boyutları, düşey doğrultuda gelişen oranlan ve barok üslûbu yansıtan ayrıntıları ile camiye uyum sağlamaktadır. Birleşik kemerli pencere­lerin sıralandığı fevkanî bir galeriyle hün­kâr mahfiline bağlanan kasır, kare planlı ve tekne tavanla örtülü bir birimle buna bağlanan dikdörtgen planlı ve düz tavanlı bir eyvandan meydana gelir. Bu odanın yanında da bir helâ-abdestlik birimi bu­lunmaktadır.

III. Mustafa’nın Ayazma Camii’nden sonra 1767-1771 yılları arasında yeniden İnşa ettirdiği Fâtih Camii’nin tasarımına hâkim olan. klasik üslûba yaklaşma ve geleneksel biçimlere bağlı kalma eğilimi hünkâr kasrında da gözlenebilir. Harimin güneydoğu köşesine bitişen kasrın ram­pası barok üslûptaki ayrıntıları dışında Yenicami’deki rampayı hatırlatmakta, hünkâr odasının payelere oturan çıkması da ağır başlı oranları ile XVII. yüzyılın ge­leneğini sürdürmektedir.

Beylerbeyi Camii’nin (1778) kasr-ı hü­mâyunu harimin kuzey cephesi boyunca son cemaat yeri revakının üzerinde uzan­makta ve geç dönem selâtin camileri­nin en belirgin özelliklerinden birini oluş­turan bu düzenlemenin ilk örneğini ser­gilemektedir. Bu yapıdan sonra Şebsafâ Kadın (1787), Selimiye ve Nusretiye (1826) camilerinde de son cemaat yeri revaklarıyla bütünleşerek za­rif bir görünüm arzeden kasırlar Abdül-mecid döneminden itibaren aynı konumu devam ettirmiş, ancak son cemaat yeri revakları devreden çıktığı için bu bölüm iki katlı bir kitle halinde camilerin giriş (kuzey] cephelerini kaplamış ve bu cephe­lere Tanzimat dönemi saraylarını ya da resmî binalarını hatırlatan bir görünüm kazandırmıştır. Küçük Mecidiye (1848), Hırka-i Şerif (1851), Ortaköy Büyük Meci­diye (1852) Dolmabahçe (1853), Sâdâbâd (1867), Aksaray’daki Pertevniyal Valide

(1874) ve Yıldız Hamidiye (1885) camile­ri, Osmanlı mimarisinde kasr-ı hümâyun­ların aldığı bu son şekli ortaya koyan ör­neklerdir.

Ayasofya’nın Sultan Abdülmecid döne­minde yapılan restorasyonu sırasında (1847-1849) İsviçreli mimar Gaspare Fossati yapının Bâb-ı Hümâyun tarafındaki köşesine yeni bir kasr-ı hümâyun inşa et­miştir. Dışarıdan sivri kemerli çok büyük pencerelerden ışık alan ve ortada da dı­şarıdan kapısı olan bu kasrın girişin sağ tarafında büyük bir salonu ve ortadaki taşlığın sol tarafında hizmetkâr odası ile bir hela bulunmaktadır. Bu taşlıktan üze­rinde eski bir döneme ait olan kapıdan uzunlamasına bir salona geçilir. Ancak tavana açılmış aydınlıktan ışık alan bu uzun mekânın kalem işi nakışlarla süslen­miş olduğu ve üstünü örten beşik tono­za karşıt olarak fresko Mekke – Medine resimlerinin yapıldığı dikkati çeker. Bu salondan caminin içindeki ve yine Fossati tarafından yapılan Neo- Bizans üslûbun-daki hünkâr mahfiline geçilmektedir.

Bu arada XVIII. yüzyılın son çeyreğin­den itibaren özellikle de II. Mahmud dö­neminde bazı camilere ahşap kasırlar ek­lenmiştir. Beyazıt Camii (1505) ve Atik Valide Camii’ndeki (1582) barok ve em-pire üslûplarına bağlanan ayrıntılarıyla klasik üslûptaki camilere uyum sağlaya­mayan, kagir harim kitlesine eklenmiş ahşap çıkmalar şeklinde tasarlanan ka­sırlar örnek olarak verilebilir.

Diğer taraftan geç dönemde inşa edi­len veya yenilenen tarikat yapılarının ba­zılarında, özellikle saray çevresiyle yakın ilişkileri olan mevlevîhânelerde, diğer ta­rikatların âsitânelerinde ve Önemli tek­kelerinde, hünkâr mahfillerinin arkasın­da hemen hepsi semahane veya tevhidhâne binalarına bitişik, çoğunluğu ahşap, daha ziyade “hünkâr dairesi” düzeyinde mütevazı bölümler tasarlanmıştır. Ka­sımpaşa ve Galata m evi evîhân el erindeki kasr-ı hümâyun selâmlık kanadı ile kay­naştırılmış, Ertuğrul Tekkesi’nde ise gi­rişin yer aldığı güney kesimin üst katına yerleştirilerek yapının bünyesi içine alın­mıştır. Buna karşılık Yenikapı ve Bahari­ye mevlevîhâneleriyle Selimiye, Şah Sul­tan ve Hasîrîzâde tekkelerinde, kasr-ı hü­mâyunların ahşap direkli veya konsollu çıkmalarla cephede belirtilmiş olduğu gö­rülür. Bir istisna oluşturan Merkez Efen­di Tekkesi’nde ise hünkâra tahsis edilen oda tevhidhâne binasından soyutlanmış, derviş hücreleri ve selâmlık birimleriyle beraber türbenin doğusundaki şadırvan avlusunun çevresine yerleştirilmiştir.

Dinî yapıların yanı sıra kışlalar ve askerî okullar başta olmak üzere birtakım res­mî yapılarda da karşılaşılan kasrı hümâ­yunların genellikle giriş cephelerinden algılanabilen, bazan da doğrudan girişin üzerine yerleştirilen çıkmalar şeklinde tasarlandığı görülmektedir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski