Osmanlı Devleti’nde beylik döneminden beri fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadının, idareyi temsilen bir subaşının tayini yerleşmiş bir gelenekti. Osmanlı kadısı İslâm devletleri içinde özgün bir yeri olan adliye ve mülkiye görevlisidir. Memuriyeti, kendinden önceki İslâmî asırlardaki meslektaşlarına göre daha geniş yetkilerle donatılmıştır. Ayrıca tahsili, mesleğe geçişi ve terfii itibariyle de gelişmiş bir hiyerarşiye ve kurallar bütününe tâbidir. İlmiye sınıfına mensup olan Osmanlı kadısı son İslâm devletinin geniş ve renkli coğrafyasındaki temsilcisi, bu dünyayı baştan sona en iyi tanıyan memur tipidir ve bu devletin hukukçular sınıfını şahsında temsil eden meslek adamıdır. Mesleğe giriş, terfi, tayin yerlerindeki çeşitlilik sebebiyle bütün devlet görevlileri içinde kaza silkine girenlerin hem Osmanlı devlet işlerinin malî, idarî, askerî kompartımanlarını hem de Anadolu, Rumeli coğrafyasının birçok noktasını tanımaları kaçınılmazdı. Ne yazık ki Osmanlı kadılarından günümüze ulaşan şahsî hâtıra, mütalaa ve gözlem gibi malzeme hemen yok denecek kadar azdır.
Osmanlı kadısının mülkî, beledî, malî, askerî ve adlî sahaları kapsayan görevleri göz önüne alınırsa onun kadar geniş bir görev alanı bulunan bir başka memur olmadığı gibi memuriyet kompartımanı ve şahsiyeti onun kadar çeşitli olanı da yoktur denebilir. İlmiye smıfındandır, şer’î hukuk adamıdır, ancak mülkî erkân içindedir. Bütün yönetici zümre gibi askerî sınıfın bir üyesidir (vergiden muaf yönetici imtiyaz ve yetkileri vardır), fakat bir yerde yönettiği müslüman halkın dahi merkezî devlet karşısında sözcüsü odur. Şer’î hukuku uygulamakla vazifeli olması sebebiyle merkezî hükümet memuru olduğu kadar ahalinin de devlet karşısındaki temsilcisi ve sözcüsü durumundaydı. Meselâ pazar yerinin değiştirilmesi, bazı derbendci muafiyetinin talebi ve gereği gibi durumlarda halk adına merkeze bu talebi arzederdi. Gayri müslim ahalinin yaşayışına dahli yoksa da o zümrenin de hukukunu gözetmek ve malî yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerine dikkat etmek zorundadır.
Kadılara siyaset cezası uygulanamazdı. Adaletnâmelerden birinde, kadılardan görevlerini doğruluk ve adaletle yerine getirmeyenlerin “dibekte dövülüp helak edileceği” gibi, muhtemelen Cengiz yasasındaki asil sınıfın kanının akıtılmayacağı prensibine dayanan bir garip ceza tehdidi sadece bir an’ane olarak yer almaktadır. IV. Murad’ın Bağdat Seferi sırasında İznik kadısını yollar temizlenmediği için idam etmesi protesto edilen bir eylemdi ve Kanunî Sultan Süleyman’ın Kızıl Yenicesi kadısını menzil parasını çalması yüzünden astırması dışında bu kuralın ihlâline de pek rastlanmaz. Bir diğer husus da XV-XVII. yüzyılın kadısının XVIII. yüzyılda yaşanan değişime uyum sağlamasıdır. XIX. yüzyılda ise daha farklı bir kadı tipi ortaya çıkmıştır. XX. yüzyılın başında kadılar Osmanlı Devleti’nin adliye sistemi içinde yine farklı bir yer işgal etmektedir. Bunun için de müessesenin tarihî evrimi son derece ilgi çekicidir.
Tarihî Gelişim
Tarihî Gelişim. Kaynakların verdiği bilgiler daha Sultan Orhan zamanında kadıların eğitimi için ilk medresenin kurulduğunu gösterir. Fakat Osmanlı devlet ve toplum sisteminde tedrîs, kaza ve iftâ mesleklerinin ayırımı, derecelenmesi ve rütbelerin muadeletinin asıl şekillenişi Fâtih Sultan Mehmed devrinde olmuştur. Bu dönemde de henüz başşehir müftüsü ne şeyhülislâm unvanını taşır ne de ilmiyenin reisidir. İlmiyenin reisleri Rumeli ve Anadolu kazaskerleridir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Ebüssuûd Efendi -gerek halefleri ve gerek seleflerinin intiba ve itibarı dolayısıyla- başşehir müftüsü diye anılmış, ilmiyenin reisi sayılmış ve kazaskerler onun ardında kalmıştır. Ancak kadıların tayin, terfi mercii her zaman için bu iki kazaskerin dairesi olmuştur. Özellikle müderrislerin yüksek sınıfı gibi kadıların da yüksek yevmiyeli ve molla unvanlı sancak kadıları mevleviyet pâyeli “eşrâf-ı kudâf’diye anılır oldu ve bunlar arasında muadelet vardı.
Eldeki en eski şer’iyye sicilleri Bursa Şer’iyye Sicilleri! XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzandığından Osmanlı idaresinin ilk bir buçuk asrında kadılar ve mahkeme faaliyeti hakkında birinci derecede kaynaklardan bilgi edinme imkânı yoktur. İlk kadıların İznik. Bursa ve Edirne gibi merkezlere tayin edildiği, yeni fethedilen yerlere ikinci ve üçüncü derecede kadıların gönderildiği vekâyi’nâmelerden öğrenilmektedir. Ve kâyi” nâmeler, Yıldırım Bayezid zamanında Vezîriâzam Çandarlı Ali Paşa’nın marifetiyle kaza silkinin ve kadı hiyerarşisinin bir nizama bağlandığını nakleder. Devletin gerçek anlamda kurucusu olan Fâtih Sultan Mehmed kanunnâmesinde kadıların alacağı harçları belirtmiş, hiyerarşiyi kurmuş, tedrîs, kaza ve iftâ arasındaki muadeleti tesbit etmiştir. Meselâ onun Sahn-ı Semân medreselerini kurmasıyla kadı olmak için gereken tahsil derecesi disiplin altına alınmış, SOÛ akçe yevmiyeli mevleviyet pâyeli kadılar Sahn-ı Semân müderrisliğine muadil tutulmuştur.
Bu devirde kadının meslekî eğitiminde kurumlaşma ve hiyerarşisinin yerleşmesi açısından en önemli olay Sahn-ı Semân diye bilinen Fâtih medreselerinin teşekkülüdür. Böylece XVI. yüzyılda Süîeyma-niye medreseleri kuruluncaya kadar bu yüksek eğitim kurumu kadılık mesleğine girecek gençlerin tahsil görüp icazet aldıkları yer olmuştur. Özellikle XVI. yüzyıl sonunda, Anadolu ve Rumeli’de “kenar medrese” tabir edilen taşra medreselerinden icazet veya tezkire alanların eğer eskiden o medreseye verilmiş böyle bir imtiyaz yoksa başvuru ve adaylığının söz konusu olamayacağı karara bağlanmıştır. Süleymaniye medreselerini bitiren bir kişi (dânişmend], kazaskerliğe müracaattan sonra bir nevi stajyerlik olan mülâzemet için Önemli sancaklara mevleviyet pâyeli kadılar yanına gönderilir ve mülâzemet devri (üç beş yıl) sonunda İstanbul’a gelirdi. XVIII. yüzyılda daha da uzatılan bu bekleme döneminin ardından imtihanı verenler en alt kademedeki kazalardan birine tayin edilerek mesleğe başlarlardı.
Kadıların tayini mutlaka padişah beratı ile olur, ilmiye mensuplarının tayin, yol ve nakil işlemlerini Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin daireleri yapardı; bunun için de kadının mesleğe intisabında bu dairelerden birini seçmesi gerekirdi. Dairelerde işlemler rûznâme denilen deftere kaydedilir ve artık kadıların meslekteki terfii ve özlük işleri bu büroda yürütülürdü. Pek azı literatürde kullanılan bu defterlerin geniş ölçüde incelenip tasnifi yoluyla kadı biyografileri elde edilebilir. Eğer bir kadının tayini bu deftere işlenmemişse elindeki berat hükümsüzdür ve iptali gerekir. Aynı şekilde beratsız göreve gelen kadının tayin işlemi butlan ile malûldür ve “beratsız fuzulî mahkeme kurmak” diye tarif edilir. Bu aynı zamanda kadının beratında belirtilen kaza dairesi dışında bir bölgede miras taksim etmek, teftişe çıkmak gibi işlemlerde bulunmasını önleyen bir yetki belgesidir. Bu beratla ilmiyede müderris, müftü ve kadı gibi görevlilere mansıb verilir ve bunlara ehl-i menâsıb denilir. Cami vb. müessese vazifelilerine verilen göreve ise cihet adı verilir (ehl-i cihat). Kadıların içinde küçük merkezlerde ve kazalarda görev yapanlar hayli kalabalık olduğu halde mevâlî denilen sancak kadılarının sayısı azdır; XIX. yüzyılda bu vazifeyi görmeyip rütbeyi alanların İstanbul veya Anadolu ve Rumeli pâyelilerle sayısı 296 civarındadır.
Osmanlı Devleti’nde kadı tayini her şeyden önce belirli tahsil ve hiyerarşik terfi düzenine dayanır. Bundan dolayı klasik İslâm döneminde kadılık için öngörülen şartlar (erkek ve reşid olmak, temyiz kudretine ve yeterli bilgiye sahip olmak, sagır-kör olmamak) dışında eğitim önemlidir. İftâ, tedris, kaza dalları arasında yatay geçiş mümkündü ve her rütbenin muadili hiyerarşide belirlenmişti. Bir kadı adayı mesleğinin başından sonuna kadar hiyerarşik basamağı tırmanırdı. Bu terfi basamağına uyulduğu anlaşılmakta ve tedris silkindeki tayin ve erken terfiler kadılar yani kaza silki için pek yaygın bir uygulama olarak görünmemektedir. Bu sebeple kaza silkine mensup ilmiye üyeleri devletin son asrına kadar eğitim ve tecrübe bakımından seçkin bir zümre sayılırdı.
Kadıların göreve tayini ve görev yerlerindeki sürelerinin uzatılması, kısa tutulması veya iki kadının karşılıklı yer değişimiyle ilgili zengin örneklere kazasker rûz-nâmçesi denilen defterlerde rastlanmaktadır. Görevin verilmesine “sadaka etmek, edilmek” tabir edilir ve kadılar bir bölgeye kural olarak iki yıllık süreyle (müddet-i örfiyye) tayin edilirdi. Ancak bu sürenin kesilmesi veya uzatılması da mümkündü. Kazasker rûznâmçelerinde yer alan örnekler müddet-i örfiyyeye yani iki yıl tevkît, biryil merkezde mülâzemet oldukça riayet edildiğini göster m ekteyse de XVII. yüzyıldan sonra bu konuda aksamalara rastlanır. Ancak yine de bir bölgede kadının mevcudiyeti, tayin usulü, müddeti içinde azli ve bir başkasının tayini çok dikkat edilen bir husustu. Osmanlı idaresinin zayıf mevcudiyet gösterdiği Kuveyt gibi köşelerde dahi kadı mutlaka vardı. İmtiyazlı statü ile imparatorluktan kopan eski eyaletlere kadılar düzenli olarak tayin edilirdi; kısacası kadı Osmanlılar’da asırlar boyunca hâkimiyet sembolü olan bir memurdu.
Kadının göreve başlaması, terfii ve çeşitli yerlerde görev yapma usulü, Osmanlı idarî yapısı ve memuriyetin mevzuatı açısından çok erken devirde gerçekleştirilen geniş bir memuriyet hiyerarşisinin varlığını gösterir. XV-XVI. yüzyıllarda herhangi geniş bir imparatorlukta gerçekleştirilebilen böylesine merkeziyetçi ve kontrollü bir bürokratik sisteme güç rastlanır.
Bir aday mülâzemette en az üç yıl kalıp mesleği öğrendikten sonra en az yevmiyeli ve en az işi olan kaza kadılıklarında Anadolu veya Rumeli kazaskerinin dairesine intisapla göreve başlar. Bu ikisinin dışında bir de Mısır için bir kariyer vardır. Görev süresi sonunda aday merkeze mâ-zulen gelir ve bir üst derecedeki kazaya tayinini bekler. Kaza kadılıklarının en yüksek derecelisinde görevi tamamlayıp dönen kadı, merkezde “tahta başı” denen ve mevleviyet pâyeli sancak merkezlerine tayini bekleyen kadılar arasında yer alır. Bu ise meslekte aşılması zor bir basamaktır; bilgi seviyesiyle ve eserleriyle tanınmayan bir kimsenin mevleviyet pâyeli büyük merkeze tayini güçtür. Genellikle kaza kadılarının yevmiyesi 300 akçe iken mevleviyet pâyeli sancak kadılarının yevmiyeleri bunun üstündedir. Mevleviyet pâyeli merkezlerden en küçük dereceli mevâlî devriye mevleviyetinden sonra [Maraş, Bağdat, Sofya, Belgrad, Antep, Konya gibi] mahreç mevleviyeti [Kudüs, Halep, Tırhala, Yenişehir, İzmir, Galata, Selanik, Eyüp] ardından bilâd-ı hamse mevleviyeti [XVIII. yüzyıla kadar Bursa, Şam, Mısır, Edirne kadılıklarını belirten bilâd-ı erbaa tabiri Filibe’nin eklenmesiyle bilâd-ı hamseye dönüştürülmüştür] daha sonra da Haremeyn mevleviyeti [Mekke ve Medine kadılıkları] gelirdi. Bunları da İstanbul kadılığı, nihayet Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri takip ederdi. Aslında fiilen İstanbul kadılığı veya kazaskerlik yapmayan bazı kadılara da İstanbul, Anadolu ve Rumeli payeleri verilmiştir. 8u bilhassa son asırda sıkça görülen bir uygulamaydı. Kaza, iftâ ve tedris arasında yatay geçiş mümkündü; meselâ Süleymaniye müderrisleri kaza silkine geçerlerse Haremeyn mevleviyetine veya İstanbul kadılığına tayin edilirlerdi yahut bu payeyi almaları gerekirdi. Kibâr-ı müderrisin denen Süleymaniye büyükleri kazaskerliğe geçerdi. Ahmed Cevdet Paşa bunun bir örneğidir.
Kadılar XVIII. yüzyıldan itibaren idarî değişimlere de uyum sağladılar. Bu şartlara intibak kabiliyeti müessesenin Osmanlı devirlerinde sağlam bir geleneğe sahip olduğunu gösterir. 1078’de (1667) Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahya Efendi, Rumeli kazaskeri Abdülkadir Sinânî Efendi’ye Rumeli kadılıklarının yeniden tanzimi görevini verdi. Burada bazı kazalar gelir esasına göre birleştirildi. Bununla irtikâbın önlenmesinin amaçlandığı görülmektedir. XVIII. yüzyılda devlette merkezî idarenin güç kaybetmesine bağlı olarak kadıların görevlerine mahallî güçlerin müdahalesine rastlanır. Adliye ve kanuna saygısı tükenen ahalinin mahkeme basması gibi olaylar artmıştır. Örf yetkisini kullanan idarecileri ve mahallî mütevelli, kethüda gibi zümreleri denetlemede yalnız kalan, müeyyide gücünü kaybeden kadı görevini yerine getiremeyince ortaya çıkan mahallî ayan gibi zümrelerle kaynaşmak zorunda kalmıştır.
1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte bazı idarî kurumlarda meydana gelen değişim Osmanlı kadısının görev bütünlüğünü de sarsmıştır. Kadıların asayiş görevine Yeniçeri Ocağı zabitleri yardımcı olduğundan kadıların mülkî görevi bitmiş, şehirlerde İhtisab Nezâreti’nin teşkiliyle kadının beledî görevleri, II. Mahmud devrinde (1836’da) Evkaf Nezâreti’nin kurulup vakıfların idare ve denetiminin tek elde toplanmasıyla da vakıflar üzerindeki denetim ve gözetimi sona ermiştir. Bu arada tarihte ilk defa Bâb-ı Meşîhattaki odalardan birkaçının İstanbul kadısına verilmesiyle İstanbul kadıları kendi konaklarının dışında bir daireye sahip olmuşlardır. Osmanlı kadısının yetki ve görev hacmini asıl azaltan süreç idare hukuku, ceza ve ticaret alanında Fransız mevzuatının uyarlanması ve karma nizamî mahkemelerin kurulması, ceza ve bidayet mahkemelerinin, vilâyetlerde ise temyiz divanlarının teşkilidir. Böylece şer! mahkemeler nikâh, tereke taksimi, talâk, alacak, borç vb. davalarla sınırlı bir faaliyet içine itilmiş oldu. Kâtib-i âdillik, avukatlık ve savcılık gibi kurumların asrın sonunda adlî sisteme girmesi de şer”î mahkemenin ve kadının yetki ve konumunu zayıflattı. Bununla beraber ilmiye zümresi bu yeni şartlara intibak etmiştir. 1270’te (1854) Şeyhülislâm Meşrepzâde Mehmed Arif Efendi zamanında kurulan Mu-allimhâne-i Nüwâb sonraki isim!eri Mekteb-i Nüvvâb, Medresetü’l-kudât düzenli eğitim ve programla hukukçu zümresini yetiştirmiştir. Son devir Osmanlı bürokrasisinde, Bâb-ı Meşihat ve Meclis-i Tet-kîkât-ı Şer’iyye azaları dışında Şûrâ-yı Devlet’te, İntihâbât-ı Me”mûrîn Komisyonu ve nezâret meclislerinde, nizamî mahkemelerde bu mektebin mezunları veya ilmiye sınıfından olanların sayısı kalabalıktır. Hatta romanizasyon sürecine giren yeni hukuk nizamını da bu zümre yürütmektedir. Nitekim Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin meşihatı zamanında çıkan 7 Ramazan 1332 (30 Temmuz 1914) tarihli Kadılara Müteallik Kanun’da kadı olmak için sayılan şartlar arasında Medresetü’l-kudât’tan mezuniyet aranmaktadır. 4 Ramazan 1342 (9 Nisan 1924) tarihli şer mahkemelerin ilgasına dair kanunla beraber Ankara’da Hukuk Mektebi’nin açılması, ardından Tevhîd-i Tedrisat Kanunu ve Dâ-rülfünun’un ıslahatıyla birlikte kadıların fiilî görevi ve eğitimi müessese olarak sona ermiştir.
Görevleri. Osmanlı kadısının mülkî, adlî, beledî, askerî alanlardaki görevleri şöyle sıralanabilir: Sefer-i hümâyun sırasında geçilecek yol, köprü, çeşmelerin tamiri ve erzak temininin başlıca sorumlusu kadıdır. Yangın ve zelzele zamanlarında, ordu sevkiyatı, donanma inşası gibi olağan üstü durumlarda acilen inşaat işçi ve kalfası ve ustası şevki, malzeme sağlanması için kadılara emir verilirdi. Avarız vergilerinin toplanması, sefer zamanında gerekli okçu, kürekçi, beygir temini, bunların nakli için iskelelerde at gemilerinin hazırlanması kadıların görevlerindendir. Kadı ordunun tahıl, saman ihtiyacını karşılar ve konak yerlerine sevkederdi. Yine İstanbul’a erzak ve et, sebze ve meyve temini için civar şehir kadıları görevlidir; ecnebi gemilere erzak devredilip kaçakçılık yapılmaması ve muayyen yerlerde yağ vb. karaborsacılığının önlenmesi için kadılar dikkatli olmalıdır. Ülkede zaman zaman çeşitli şehirlerde kahvehane ve meyhaneler kapatılır, bunları kapatmak ve yasağı gözetmek asayiş âmiri olarak kadının görevidir. Bu gibi yerlerin kapatılması için merkeze şikâyet ve arzda bulunurdu. Kadının şehrin idaresinde özellikle asayişten sorumluluğunun ne kadar geniş bir görev manzumesini kapsadığı görülmektedir. Şehrin kalesinin muhafazasındaki kale dizdarları ve dizdar-başı, o bölge sancak beyi ve beylerbeyinden çok kadının sorumluluğu ve yönetimi altındadır. Bu aynı zamanda taşra idaresi ve asayişinde bir politik dengenin gereğidir. Meselâ dizdarın kalenin tamiri ve düzenine dikkat edip etmediğini, kale muhafızının görevini yerine getirip getirmediğini kadı denetler. Bir tarihte Yoros Kalesi dizdarı Sâdullah’ın kale içindeki evleri otla doldurduğu ve gece bağ ve bahçesine gidip kale hıfzında bulunmadığının teftişi Yoros kadısına emrediliyordu. Yine kale ve şehirlerin muhafazası için olur olmaz yerlere ev ve dükkân yapılmaması, kalenin imar ve savunma nizamının gözetilmesi, meselâ kasaba kalelerinin tamirinin bölge muhafızı tarafından yaptırılıp yaptırılmadığının kontrol edilmesi kadının sorumluluğuna dahildir. Kadının askerî kategorideki bu görevleri arasında devşirme işleri ve devşirme eminlerinin kontrolü de vardır. Kısacası Osmanlı kadısı faal bir idareci, malî memur, müfettiş ve taşrada devletin rüknü olan bir görevlidir. Onu sadece makamında oturur bir hâkim olarak düşünmek yanlış olur.
Bir yerin aranması ve baskın düzenlenmesi veya bazı şahısların tevkifi ancak kadı emriyle mümkündür. Diğer asayişle görevli zabitler kadı emri ve izni olmadıkça bunu yapamaz. Nitekim adlî teşkilâtın başı olan kadı burada sade bir hâkim olmaktan öte aynı zamanda soruşturma ile görevlidir. Gerçekten kadı bugünkü savcı ve sorgu hâkiminin görevini de yüklenmiştir. Klasik dönem İslâm yargılama hukukunda tek hâkim sistemi câri olduğundan hâkim adaletin tecellisi için soruşturmayı yapmak zorundadır. Çünkü ayrıca bir savcı yoktur.[XV. yüzyılın son çeyreğine kadar] Bu gibi hallerde, yani keşif ve bazı hukukî konularda bazan iki kadının yazıştığı görülür. Bu tür iş birliği zikredilen tek hakimli yargılama prensibine aykırı değildir.
Kadıların kaza daireleri içindeki yoğun görevleri yerine getirme dışında kendi kaza daireleri haricindeki işlere karışmamaları prensibi önemlidir. Her fert ait olduğu kaza dairesinde yargılanır. Kadılar başka dairedeki davalı ve davacının müracaatını kabul edemez. Aksine hareket iki kadı arasında gerilime ve merkeze şikâyete yol açar. Meselâ Dodurgave Taraklı Yenicesi kadıları arasında böyle bir çatışma ve merkeze şikâyet söz konusudur. Buna karşılık kadının davacı veya davalıya garazkâr olduğu ve mahkemenin tarafgirliği anlaşılırsa o davaya merkez başka kadıyı bulmakla görevlendirir. Aynı şekilde kadının bulunduğu yerde memleket tahririne karışması yasaktır. Nitekim 23 Zilhicce 979 (5 Mayıs 1572) tarihli bir mühimme kaydı Kıbrıs kadısına vilâyet tahririne karıştığının işi-tildiğini bildirir ve tahrir işlerine müdahale edilmemesini emreder.
Bazı durumlarda kadının değişik dinden kimselerin miras davalarına bakabildiğine dair kayıtlar vardır; ancak esas itibariyle kadı şeriat adamı olarak müslü-manların hâkimidir ve bazan cemaat adına onların taleplerini merkeze arzeder. Ülkede pazar yeri değişikliği, imam ve müezzin tayini için arz onun görevidir. Vakıf mütevellilerini denetlediği gibi tekkelerin kontrolünü yapmak, ehliyetsiz derviş ve şeyhlerin ahaliyi ifsat etmemeleri için dikkatli olmak zorundadır. Aynı şekilde vakıf medreselerinin nizamını gözetir, usulsüz müderrisler ve idare hakkında merkeze arzda bulunur ve bilhassa talebenin durumunu denetler. Bürokratik ihtisaslaşmanın olmadığı bir cemiyette belediyenin iktisadî kontrolü, çarşı, pazar denetimi, mahallenin imam vasıtasıyla kontrolü (azınlık mahallerinde papaz ve kocabaşılar aracılığıyla), her yıl ürün ve hizmetlere muhtesib, lonca kethüdası ve yiğitbaşılarıyla narh konması gibi görevler onun bir şehirde işleri en yoğun bir idareci olmasının sebebidir.
Geniş bir bölgede bütün davaları göremeyen kadının nâibleri vardır ve nâib mahkemesinin bölgesi için kullanılan nahiye buradan kalmadır. Nâibler genelde mahallî medreselerin icazetlileri arasından çıkarsa da büyük merkezlerde bu böyle değildir. Meselâ İstanbul kadısına bağlı nahiyelerden birindeki nâib mevle-viyet pâyeli bir kimse olabilir. Nâibler, yatay bir hiyerarşi içinde kadının görevlerini kendi nahiyelerinde yerine getirirler. Bunun için de bulundukları bölgenin iş yoğunluğuna bağlı olarak asayiş, beledî hizmet, davaların görülmesi, ihtikârın meni, depolama, narh kontrolü gibi hizmetleri herhangi bir sancak merkezinden daha yüklü ve sorunlu şekilde üstlendikleri de olur. Şehrin asayişini sağlamakta kendisine subaşı, asesbaşı, kalelerde dizdarlar gibi görevliler yardımcıdır. Mahkeme personeli ise sicil kâtipleri, muhzır, beledî hizmetler için muhtesib gibi görevli yardımcı memurlardır. Yine kadı şehrin imar nizamını mimarbaşı ile birlikte sağlar. Genelde beylerbeyi veya sancak beyi ile kadı arasındaki ilişki tartışma konusudur. Literatürde bazı yazarlar beylerbeyinin kadı mahkemesinin kararlarına müdahale ettiğini, bazıları ise kadının memuriyetinin bağımsızlığını ileri sürer. Ramazan 979 (Ocak 1572) tarihli bir mühimme hükmündeki hitap, Anadolu beylerbeyisi ve beylerbeyiliğine tâbi kadılara mektup gönderilmesinden söz eder. Buradaki tâbi sözü, ast-üst hiyerarşisini ifade etmekten çok beylerbeyinin koordinatörü olduğu bir saha, yani Anadolu eyaleti içindeki sancak ve kaza kadıları olarak anlaşılmalıdır. Kadı askerî, mülkî görevleri İtibariyle her zaman beylerbeyinden çok müstakil olamazdı. Ancak mahkemesinin vakıflar ve medreseler üzerindeki denetiminde bağımsız olduğu görülmektedir. Osmanlı taşrasında kadı, defterdar ve ehl-i örf mensubu beylerbeyi veya sancak beyi idarece birbirini dengeleyen üç unsur olarak düşünülmüştür.
Kadıların elkâbı, protokoldeki yerleri ve kıyafetleri de tesbit edilmiştir. Kaza kadılarının beratında kullanılan elkâb “kud-vet-i kuzâtü’l-İslâm, umdet-i vülâti’I-enâm, mümeyyiz-i helâl ani’l-harâm”dır. Mevleviyet pâyeli olan sancak kadılarının elkâbı ise Fâtih Kanunnâmesi’nde belirtilmiştir; bu durumda onlar için daha şaşaalı bir elkâb kullanılır ve “Mevlânâ … zîde fazluhû” ibaresine yer verilir.
İslâm asırları boyunca kadılara gösterilen hürmet Osmanlılar’da bütün ilmiye mensubu ve kadılar için âdeta artmıştır. Kendilerinin Özel bir kıyafet ve destan vardı. 1254 (1838) tarihli hatt-ı hümâyunda kadılar için eyyâm-ı resmiyyede giyilecek kıyafeti müderrislerinki gibi telli imame ve ferace diye tarif ediliyor ki bu emir makâm-i meşîhatın müzekkeresi üzerine çıkarılmıştır.
Osmanlı kurumları içinde en dikkate şayan olanlardan biri toprak kadılığı denen seyyar kadılıklardı. Bunlar tahkiki gereken yolsuzlukları tahkik ve teftişle görevliydiler. Toprak kadılarının bazan stratejik madde sayılan toprak mahsulâtının kaçakçılığını önlemek için teftiş ve tedbirle görevlendirildikleri anlaşılmaktadır. Kadılar bir olay ve şikâyet halinde diğer kadılar tarafından teftiş edilmektedir. Bu sıkça rastlanan bir uygulamaydı. Meselâ İne kadısının Tuzla kadısını teftişle görevlendirildiğine dair bir kayda rastlanır. Ayrıca şikâyetlerin çok olduğu ve devlet görevlileriyle halk arasında büyük problemlerin ortaya çıktığı yerlere merkez tarafından durumun teftişi için “mehâyif müfettişi” adıyla itimada lâyık kadıların gönderildiği de bilinmektedir. Mehâyîf teftişi mahallî görevlileri ve kadıları da kapsardı. Nitekim Kütahya ve Karahisar sancaklarında subaşı, timarlı sipahi, zaîm, kadı ve nâib gibi mahallî idarecilerin halka zulmettikleri konusundaki şikâyetler üzerine Kütahya beylerbeyi ve kadısının teftiş işiyle görevlendirildiği anlaşılmaktadır.
Genelde sefer-i hümâyunda kâdîleşker diye de zikredilen kazaskerlerin orduda kadılık yapması an’ane iken padişahlar seferde bulunmadıkları vakitte serdâr-ı ekrem olan vezirlerin yanında kazaskerlere vekâleten mevâlîden kadılar ordu kadısı olurlardı. Aynı işlem ve memuriyet donanmanın seferlerinde de söz konusuydu.
Kadıların mahkemedeki yazışma ve diğer hukukî işlemlerinin şekli sakk-i şerl sicill-i sakk denen kaidelerle ve örneklerle belirlenmişti. Bu tür defterler içinde sistematik olarak i’lâm, hüccet, fetva Örnekleri yer aldığı gibi şiirler, hatta ilâç tarifleri dahi mevcuttur. Bunlar resmî kayıt olmayıp kadının şahsî ilmühaberi özelliği taşır. Kadı mahkemesinde merkezden gelen fermanlar, dava özetleri, askerlik işlemleri fazla ayrıntıya girilmeden kaydedilmiştir. Bütün bu kayıtlar kadının evinde veya camide saklanırdı. Osmanlı mahkeme arşivlerinde dava zabıtları, mukavele, senet, satış, vakfiye kayıtları, vekâlet, kefalet, vesayet, azatlık belgesi, borçlanma, tereke ve taksim senetleri, günlük narh listeleri, esnaf teftişiyle ilgili kayıtların tutulduğu defterler, ayrıca ferman, berat, ruûs, tezkire kayıtlarının yer aldığı siciller bulunurdu. Bunlara genel olarak kadı sicilleri veya şer’iyye sicilleri denilirdi. Ancak bu gibi kayıtlar pek çok yerde tek bir sicil defterinde yer alırdı. Edirne, Bursa gibi şehirlerde ihtisaslaşmış bir ayırım vardı. Kadıların çeşitli davalar yahut talepler karşılığı verdikleri, altta kendi imzalarını veya herhangi bir durumun, davanın tesbitini ihtiva ediyorsa şahitlerin imzalarını taşıyan belgeler özelliklerine göre i’lâm, hüccet, mâruz, sicil vb. adlarla anılırdı. Kadıların defterleri ve evrakı kaybetmesi yahut tahrifi cezayı gerektirirdi. Göreve yeni gelen bir kadı önceki kadıdan evrakı, defterleri talep eder, iki emin tayin ederek onların Önünde bunları gözden geçirirdi. Mahkeme sicilleri aynı zamanda şehrin ticarî kayıtlan, noterlik arşivi özelliğindeydi.
TDV İslâm Ansiklopedisi