İmam Maverdi Görüşleri, Fikirleri, Hakkında Bilgi

1. Ahlâk. Ahlâkın ve dinî mü­kellefiyetin esası olması bakımından aklın dinden önce geldiğini savunan Mâverdî, muhtemelen iktidar sahiplerinin -özel­likle bir kısım Emevî yöneticilerinin yap­tığı üzere- bazı yanlış davranış ve haksız uygulamalarını ilâhî takdirin gereği gibi göstererek meşrulaştırmaya çalışmala­rına imkân vermemek için ahlâkı “insa­nın nefsinde gizli olup çeşitli sebeplerle dışa vuran kişilikle (ahlâku’z-zât) iradeli davranışlar” (ef âlü’l-irâde) şeklinde tanım­lamaktadır. Kişiliğin de fıtrattan kaynak­lanan (garîzî) ve sonradan kazanılan (müktesep) huylar olarak iki boyutu vardır. Ona göre mutlak anlamda erdemli veya kötü insan yoktur. Erdemli faziletlerinin, kö­tü ise rezilliklerinin baskın olduğu kimse­dir. Esas övgüye lâyık erdemler kişinin kendi çabalarıyla edindikleridir. Hem din hem dünya maslahatlarını kapsaması ba­kımından beşeri mertebelerin en şereflisi olan nübüvvet makamına ahlâkî fazilet­leri en kâmil ve soyu en şerefli kişiler se­çilmiştir. Konumu itibariyle ondan sonra gelen imam ve emîrin de nübüvvet hasletleriyle şekillenmesi vacip olup bu ma­kamlara râşid halifeler gibi erdemlere sa­hip şahsiyetler getirilmelidir. Bu yaklaşım siyasetin en değerli meslek olarak göste­rilmesinin gerekçesini de ortaya koyar. Mâverdî’nin, köklerinin asaleti ve him­metlerinin yüceliği bakımından hüküm­darlarda yaratılıştan gelen erdemlerin avama kıyasla daha çok bulunduğunu ve daha fazla dışa vurduğunu ileri sürmesi, avam – havas ayırımcılığının genel kabul gördüğü seçkinci Abbasî sosyopolitik kül­tür ortamından etkilendiğini gösterir gi­bidir. Ayrıca halife olacak kimselerde nesep (Kureşîlik] şartı arama­sında, hem soydan gelen fıtrî erdemlerin baskınlığına hem devletin kuruluşu ve be­kasında asabiyetin gerekliliği anlayışına örtülü bir işaret olabilir. Mâverdî, hüke-mâya uyarak edebi farzların edasını sağ­layan şeriat edebi ve ülkenin bayındırlı­ğını gerçekleştiren siyaset edebi şeklinde ikiye ayırıp her ikisinin de adalete yönel­diğini, adaletin işlevinin siyasal barış ve ülkenin bayındırlığı olduğunu, farzları terkedenin kendisine, ülkeyi tahrip edenin ise başkalarına zulümde bulunaca­ğını belirtmektedir.

2. Toplumbilim. Mâverdî’ye göre be­şer tabiatı uzlaşmacı değildir. Dolayısıy­la Allah birbirlerini tamamlayıp kaynaş­malarını ve uzlaşmalarını sağlamak için insanları çeşitli sınıflara ayırmış ve fark­lı konumlarda yaratmıştır  Eğer insanların durumu aynı olsaydı birbirlerinden yararlana­mazlardı; ihtiyaçları ve kendi kendileri­ne yetersizlikleri sebebiyle yok olurlar­dı. Çünkü insan bütün canlılar arasında en muhtaç olanıdır; hayvanların aksine hemcinsine bağımlı olup yardımlaşma güdüsü tabiatının ayrılmaz vasfıdır. İhti­yaç ve yetersizlik kendisini zenginliğin azgınlığından ve gücün bozgunculuğun­dan korur. Allah ihtiyaçlarını giderebilme­si için sebepler, yetersizliğini aşabilmesi için meslekler yaratmıştır; her fert bun­ları aklı ve maharetiyle bulur. İhtiyaçların karşılanmasında yardımlaşmanın keyfi­yetini belirleyici unsur ilham değil akıldır. Bu noktada Mâverdî’nin, muhteme­len yaygınlaşan Bâtmîliğe tepki olarak ilhamın aslî bilgi kaynağı veya bilinenleri ispat aracı sayılamayacağını savunduğu vurgulanmalıdır. Mâverdî, topluluğun ve devletin orta­ya çıkışını sadece üretim ilişkilerinin yön­lendirdiği tabii bir süreç şeklinde değil Allah’ın takdir ve tedbiri olarak algılamak­tadır.                                                                                 

Müellif, toplumsal yaşamın dirlik ve düzeni için ferde gerekli üç temel unsuru şöyle sıralamaktadır:

a) İtaatkâr nefis. Bu hem idare eden hem idare edilen İçin önemlidir, çünkü nefsine hâkim olamayan başkalarına da hâkim olamaz,

b) Toplayıcı bağ. Kaynaşma başta şümullü toplumsal birlikteliğe ve maslahat birliğine götüren, dayanışma ruhu aşılayan din olmak üze­re soy, hısımlık, dostluk ve yardım severlikle sağlanır. Hemcinsleriyle kaynaşamayan kişi insanların kırıcılık ve çekemezlik gibi kötü huylarından korunamaz,

c) Ye­terli maddiyat. Bu husus, medenî toplu­mun kurulmasının sebeplerinden olan ih­tiyaç maddelerinin üretimindeki dayanış­ma ve iş bölümünü kapsamaktadır. Mâ­verdî, aslında çeşitli meslekleri icra ede­rek geçimini sağlamanın medenî toplu­mun kurucu ve koruyucu unsurlarından olduğunu ima ederken kazanç için çalış­mayı tevekküle aykırı gören ve zalim sul­tana hizmeti haram sayan bazı zâhidlere karşı çıkmaktadır.

Yunan filozoflarının da etkisiyle sosyo­lojideki ihtiyaç doktrininin savunuculuğu­nu yapan Mâverdfye göre insanlar arasın­daki işlemlerde rekabet ve çekişmeleri düzenleyecek daha aşkın bir değere yani dine ihtiyaç vardır. Çünkü din beşer nef­sini rahatlatır, iç huzuru verir, insanları güzel muamele ve ilişkiye, karşılıklı yakın­lık ve insafa teşvik eder, günah ve suçlar­dan uzaklaştırır.

Her şeye rağmen Allah’ın farklı yaratı­şından kaynaklanan tabii eşitsizliklere toplumsal yaşamın getirdiği eşitsizlikle­rin katılması çatışmaya yol açabilir. Dola­yısıyla sosyal adalet, huzur ve güvenliğin temini için siyasî iktidara ihtiyaç vardır; çünkü devlet Öznel yargıların yerine nes­nel yargıları getirerek barışı sağlayabile­cektir. İnsanı topluluk hayatına muhtaç ve yetersiz tabiatı yönlendirirken devle­te adalet ve güvenlik arayışı sevketmektedir. Devletin amacı insanın tarih önce­sinden gelen ahdine ve insanlığın hilâfet misyonuna sadakattir.

3. Siyaset. Mâverdî siyasî düşüncesini, Hulefâ-yi Râşidîn’in saadet asrının Özlemiyle adaleti tesis edecek müstakbel kurtarıcı beklentisi arasında bocalayan siyasî bunalım döneminde ortaya koy­muştur. Bu sebeple ilk dört halifenin se­çim yöntemlerini esas alan bir hilâfet na­zariyesi geliştirerek İslâm devletinin bir­liğini ve bekasını korumaya çalışmıştır. İmamın Allah’ın değil Hz. Peygamber’in halifesi olduğu fikrini savunurken hem Fars siyaset kültüründeki zıllullah (Al­lah’ın gölgesi) ideolojisini hem de yanıl-maz kanun koyucu (masum imam) beklentisini reddetmektedir. “Hilâfetü’n-nübüvve” misyonu dinin korunup yayılması ve İslâm toplumunun yönetimini içermektedir.

Mâverdî hilâfetin icmâen vacip olduğu­nu söylerken bazı Hâricîler’e cephe almak­tadır; çünkü onlara göre insanların birbiri­ne karşı âdil ve cömert davranması müm­kün olduğundan imama ihtiyaç yoktur. Bir yandan Şîa’daki imamın nasla tayini fikrine cephe alırken öte yandan -muhtemelen bu sıfatı kendilerine yakış­tıran Fatımî idarecilerine karşı Abbasî hilâfetini koruma gayretiyle- halifenin ka­bilesinin (Kureyş) nasla ve icmâ ile sübûtunu savunur. Bu arada masum imamın halefini tayinde yanılmazlığı ideolojisinin karşısına bir anlamda icmâ-ı ümmetin masumiyeti fikrini yerleştirir. Ona göre ictihad yapabilecek seviyede ilim, adalet, kifayet, selâmet ve Kureyş’e mensubiyet şartlarını taşıyan her müslüman erkek halife olabilir. Böylece imamın Kureyş”e mensubiye­tini gerekli görmeyen ve şartları taşıyan her müslümanın halife olabileceği görü­şünü benimseyen Hâriciyye ve Mu’tezileden ayrılır.

Cari Brockelmann, Jean Sauvaget, Malcolm H. Kerr gibi şarki­yatçılar -zamanında revaç bulan imamet düşünceleriyle hesaplaşma gayretini göz ardı ederek- Mâverdî’nin günlük hayatın gerçeklerinden kopuk ideal ve hatta üto­pik bir ıslahat tasarısı ortaya koyduğunu ileri sürmektedir. Halbuki Mâverdî, Yu­nan felsefesinin etkisiyle ütopik ideal dev­let nazariyeciliği yapan Fârâbî gibi felse­fecilere ve Fars siyasetnâme geleneğinin tesiriyle devlet adamlarına pratik/ prag-matik öğütler üzerine yoğunlaşan ulemâ ve bürokratlara karşı sosyopolitik sözleş­meye dayalı halife merkezli bir hukuk devleti tasarlamaktadır. Çünkü onun formülasyonunda ümmetin temsilcileri ko­numundaki seçici kurulun (ehlü’l-hal ve’l-akd) icabı ve halife adayının gönüllü kabulü sözleşmenin hukukîliğinin gösterge­sidir. Mâ­verdî bu tasarıyla ümmetin maslahatını ve birliğini gözetmekle yükümlü halife­nin aşkın otoritesini, kavmî çıkarlara ön­celik vermelerinden korkulan emîrlerin üstünde hâkim kılmayı hedeflemektedir. Ancak devrinde ümerânın fiilî ve halife­nin simgesel iktidarı temsil ettiği gerçe­ğinden etkilenerek imamın hükümranlı­ğının tanınması ve şeriatın uygulanması şartıyla gasp yoluyla emirliği (İmâretü’l-istîlâ) zaruret kaidesi gereğince onaylamak­tadır. Mâverdî’nin geliştirdiği bu zaruret nazariyesi Gazzâlîve İzzeddin İbn Cemâa tarafından kullanılmıştır.

Hamilton A. Roskeen Gibb ve Erwin I. J. Rosenthal gibi şarkiyatçıların aşırı indirgemeci yak­laşımla statükoculukla suçladıkları Mâ­verdî, zaruretten kaynaklanan imâretü’l-istîlâyı benimsemekle aslında gâsıp emîrleri meşruiyet sınırları içine çekmeye ça­lışmıştır. Bu düzende her ne kadar şartla­rı ve hükümleri bakımından mutlak tea­mülden sapma varsa da bir eyaletin ida­resini zorla ele geçiren emîrin bölgenin yönetimine yetkili kılınmasıyla otoriteye itaatin, ümmetin birliğinin, tayinlerin meşruiyetinin ve dinî ahkâmın muhafa­zası mümkün olabilmektedir. Gâsıp emîr seçilme şartlarını taşıyorsa halifenin yetki vermesiyle geçerli tasarruflarda bulunabilir. Eğer seçilme şartlarından bazısını taşımıyorsa halife bağlılığını sağlamak, muhalefet ve direnişi önlemek için ken­disini doğrudan tanımak veya ona bu şartlara sahip bir yardımcı tayin ederek eksiklerini gidermek suretiyle iktidarını onaylamak arasında muhayyerdir. Buna karşılık eğer devlet erkânından biri halifenin tasarruflarını kısıtlar ve yürütme erkini üstlenir de dinî ahkâma ve adale­tin gereğine uymazsa halife güç sahiple­rinden yardım alarak onu bertaraf etme­lidir. Mâverdî’nin ölümünden üç yıl sonra bu durum gerçekleşmiş ve halifenin da­veti üzerine Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’a girerek tecavüzkâr Büveyhî Va­lisi Arslan el-Besâsîrî’yi uzaklaştırmıştir.

Bu çerçevede Mâverdî’nin halifenin tek kişi tarafından seçilmesini dahi onayla­ması yürürlükteki veliahtlık müessesesi­ni meşrulaştırma girişimi gibi algılanabilirse de esasen Zeydiyye dışındaki Şîa’ya karşı tavır aldığı, her şeye rağmen ima­mın aranan vasıflan taşımasını teminat altına soktuğu ve bir seçmenle dahi olsa imamet sözleşmesi yapmak suretiyle kendisini şeriatın muhafazası ve tatbi­kiyle mükellef kıldığı fikrini vermektedir. Çünkü veliaht tayinini onaylarken adayda gerekli niteliklerin varlığını önemsemiştir; vasıflan hilâfete liyakati sakatlayacak kadar değişmediği müddetçe veliahtın azline cevaz verme­mesi bunu göstermektedir. Sınırlı sayıdaki ehlü’l-hal ve’l-akdi yeterli görürken hem halife seçiminin bir an önce sonuçlanıp siyasî istikrarın sağlanmasını, hem de ilk dört halifenin iş başına geliş usullerinin meşruiyetini vurgulayarak İsmâiliyye ve İmâmiyye’ye karşı çıkmayı düşünmüş ol­malıdır. Kendine has şartlar içinde gelişen ilk devir tatbikatının sınırlı sayıdaki ehlü’l-hal ve’l-akde mutlak meşruiyet gerekçesi oluşturması mâkul görünmemekle bir­likte halifenin genel seçimle belirlenme­sinin o dönemler için uygulanabilirliği bu­lunmadığı unutulmamalıdır. Ayrıca Mâverdî’nin tasarladığı hükümetin değerle­rini ve meşruiyetini sadece seçim pro­sedüründen almadığı da vurgulanmaya değer bir başka önemli noktadır. Mâver­dî. muhtemelen yine Şîa’ya reddiye sade­dinde kamuoyunun tamamının halifeyi şahsen tanımasının zorunlu olmadığını da savunmaktadır. Ona göre aynı zaman ve me­kânda iki veya daha çok halife olamaya­cağı icmâ İle sabittir. Burada ümmetin bütünlüğü­nün korunması yanında rakip Fatımî hilâ­fetinin reddi ve Büveyhîler’in muhtemel halifelik girişimlerini önleme gayreti se­zilmektedir.

Halife akdin gereği olan yükümlülük­lerini edadan âciz kalırsa halkın ona kar­şı sorumluluğunu yerine getirmesinin farziyeti düşer ve imam azledilmiş olur. Hanefîler’in aksine fâsığın imametini reddeden Şâfiîler fışkı tezahür eden imamın meşruiyetini kaybedeceği ka­naatindedir. Mâverdî, halifenin ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından hukuken görevden alı­nabileceğini söyler, fakat bunun hukuken mümkün olan yolunu göstermez. Azil me­kanizmasını fazla belirginleştirmezken belki de imamın esasen sözleşmeyle belli ölçüde sınırlanmış otoritesini baştan tar­tışmalı hale getirmekten kaçınmaktadır. Hal’ yetkisini ehlü’l-halle tahsis ederken de aslında bir azil mekanizması geliştirmekten çok zorba emîrlerin halifeyi devirmesini önlemeye çalıştığı düşünülebilir. Mâverdî’nin teoride bile olsa azle kapı açma cesaretini gös­termesi önemlidir, çünkü sonraki âlimler bunu dahi yapamamıştır. Kısacası onun halifesi seçimle iş başına gelmesi, hukuka uymakla mükellef kılınması ve aziedilebilirliği bulunması sebebiyle mutlakiyetçi vasıflardan uzaktır.

Mâverdî’nin “sivil yükümlülük” kavra­mına en çok yaklaştığı nokta, emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’I-münker sorumluluğu­nu ferdî vak’alarda duruma vâkıf olanlar üzerine ve güç yetirebilmeleri halinde vacip saymasıdır. Muhtemelen iktidarı zorla ele geçiren yerel hükümetleri kas­tederek örgütlü bir kitle tarafından iş­lenen ve propagandası yapılan münker-den nehyin hükmüne ilişkin dört ayrı gö­rüş aktarmaktadır. Ancak özellikle zalim sultan tarafından işlenen münkerin, din ve hak aşkıyla engellemeye çalışanın za­rara girmesi ve hatta katledilmesi ihti­maline rağmen nehyine -maksada eriş­tirmesi umuluyorsa- cevaz vermektedir. Her iki durumda da hedefe ulaştırmaya­cak veya ters tepki yapacak, ayrıca mün-keri önlemeye uğraşanın canına mal ola­bilecek nehyin aklen de şer’an da vacip olmayacağı kanaatine meylettiği anlaşıl­maktadır. Hâriciyye, İbâzıyye, Zeydiyye, Mu’tezile ve Mürcie’den ayrılan Mâverdî müslüman fertlerin devlete karşı etkin direnişini sağlayacak siyasî mekanizmalar veya örgütler tasarlama gayretine girmez. Buna karşılık sapkın görüşlerini yaymaya çalışmadıkları ve bölgesel ayrılıkçılık yapmadıkları sürece Ehl-i sünnet’ten farklı bid’atçı bir mez­hebi benimseyen örgütsüz sivil müslü­man muhaliflere karşı -devlet başkanına itaati desteklemekten kaçınsalar bile-iktidar tarafından silâhlı güç kullanılmayacağına, kendilerine haklar ve hadlerle ilgili hükümlerin adaletle uygulanacağı­na dair görüşü ümmetin birlik ve bütünlüğü­nün korunmasına yöneliktir.

Hükümet başkanlarına istişare so­rumluluğu yüklemekle mutlakiyetçi bir yaklaşım benimsemedi­ğini gösteren Mâverdî’nin vurguladığı şu ilkelerden anayasal bir hükümet ve nomokratik bir idare tasavvur ettiği anlaşılmaktadır: Yüklendiği ilâhî mesuliyete rağmen halife başkadıdan daha fazla ictihad yetkisine sahip değildir; vezir yü­rürlükteki hukukî prosedüre uygun bir icraat veya harcama yapmışsa imamın onun yürürlüğünü durdurma hakkı yoktur, vezir Allah’ın haklarıyla sultanın hakla­rı çatıştığında, “Halika isyanda mahlûka itaat yoktur” kuralının gereğini yapmalı­dır, melik yet­ki kargaşasına ve devlet ricalinin yetkile­rini aşmasına asla izin vermemelidir; me­lik akidlerine uymalıdır, çünkü kendisini dünyevî konularda halk, dinî hususlarda Allah murakabe altında tutmaktadır. Ayrıca imamın ölümü üzerine kadılarının azledilmiş sa­yılmayacağı görüşüyle, yargı bağımsızlığına vur­gu yapılmaktadır.

Ona göre rejim (mülk) iki temel üzerin­de istikrar kazanır: Kuruluş ve yönetim. Rejimin kuruluşu da üç alternatif temele dayanır: Din, kuvvet ve mal  servet. Bun­lardan en güçlüsü, köklüsü, süreklisi ve bağlılık bakımından ihlâslısı topluluk-kurucu unsur olan dindir. Güce dayalı rejim tesisi ya iktidarın ihmal ve aczinden ya da zulüm ve istibdadından kaynaklanır. Mevcut baskıcı rejim zayıflayınca güçlü­ler iktidara tamah ederek veya zulmü durdurmak için harekete geçerler. Soy, görüş ve cesaret açısından ileri gelen bi­rinin emirliğinde toplanan yeterli sayıda bir ordu iktidarı ele geçirebilir. Mâverdî, “güce dayalı rejim” (mülk kahir) adını ver­diği bu rejimin halka karşı adaletli davra-nılması durumunda onaylanıp benimse­neceğini ve kökleşeceğini düşünmektedir. Mal ve serve­te dayalı düzense zenginleşen bir züm­renin devlet içindeki konum ve bağlantı­larını kullanarak iktidarı ele geçirmesiyle kurulur. En zayıf rejim budur. Mâverdî, istikrarlı hükümetin tesisinin ardından gelen yönetim süre­cinde ülkenin imarı, halkın güvenliği, or­dunun ve kamu maliyesinin yönetiminin Önem taşıdığını belirterek eserlerinde bu konularda ayrıntılı açıklamalarda bulunur. Toplum­sal dirlik ve düzenin sırasıyla dinî. siyasî, hukukî/adlî, inzibatî, iktisadî ve beşerî (psikolojik) olaraknitelenebilecek altı te­meli bulunduğunu belirten Mâverdî bun­ları uyulan din, baskın otorite (etkin yöne­tim), yaygın adalet, genel güvenlik, sürekli bolluk ve geniş emel şeklinde sıralayarak her birini açıklar. Bunlardan sonuncusuyla ilgili açıklaması özellikle vurgulanma­ya değer. Ona göre geniş emel, teşebbüs arzusunu kamçılayarak insanı Ömrüne sığmayacak ve hayat boyunca erişilmesi umulmayacak şeylerin elde edilmesine yöneltir. Allah’ın insanlığa -hilâfet misyo­nunun gereği olarak verdiği geniş emel sayesinde büyüme, kalkınma ve ilerleme sağlanmış, maddî ümran nesilden nesile gelişerek aktarılmıştır.

Mâverdi’ye göre halifenin mezalim da­valarına bizzat başkanlık etmesi adalet gereğidir. Böylece devlet başkanının soyutlanmışlık ve ululuğunun karşısına ula-şılabilirlik ve basitlik ideali konmaktadır. Mâverdî, makamların tec­rübe ve beceri açısından uygunluk aran­maksızın babadan oğula intikaline karşı çıkmakta, rütbe hiyerarşisini kabul et­mekle birlikte âtıl kapasiteye yol açılma­ması için meslekler arasında kabiliyete ve liyakate dayalı sınırlı geçişi onaylamakta­dır. Ona göre Sâsânîler’in sınıf atla­ma yasağı makam ve mevkilerin âdil da­ğılımını ortadan kaldırmakta ve gelişme azmini kırarak yetenekleri köreltmektedir. Mâverdî tebaayı istismar eden öğütü­cü ve ezici bürokrasiye karşıdır. Masraf­ları toplumun sırtında ağır bir yük oluştu­ran bürokrasi sınıfı en az düzeye indiril­melidir; çünkü çokluk çekişmeye, çekişme de yozlaşmaya ve kayırmacılığa yol açar.

4. İktisat. Mâverdî ekonomi çerçevesi­ne giren önemli değerlendirmelerde bu­lunmaktadır. Vezirin ve üst düzey devlet erkânının iktisadî faaliyetlerde bulunma­sını onaylamayan Mâverdî özel mülkiyet haklarına ve hür teşebbüse saygılıdır. Ona göre yöneticiler herhangi bir sınıfla reka­bet etmemeli, iş ortaklığı yapmamalıdır; çünkü bu durum haksız rekabete yol açıp düzeni bozar, tebaanın çalışma azmini kı­rar, kamu işlerini ihmale uğratır.

Kamu maliyesinin idaresi konusunda vezire şu tavsiyelerde bulunmaktadır: Gelirler heybetle ve şeffaflıkla korunma­lıdır. Zulüm, suistimal, emanete hıyanet, bozgunculuk ve bunların yol açacağı ver­gi kayıplarının önlenebilmesi için gelirle­rin idaresinde görevlendirilecek memur­larda adalet, güvenilirlik, iş bitiricilik. uz­manlık ve müsamahakârlık vasıfları aran­malıdır. Bir vergi bölgesini emanet usulüyle işleten nazırın kusurundan dolayı gelirler azalıyorsa yerine yeterli niteliklere sahip, daha yüksek vergi toplamayı vaad eden veya toplaması umulan bir başkası tayin edilmelidir. Vergi bölgelerinin âdil siyaset kanunlarına uygun düşmeyen il­tizam (daman) usulüyle işletmeye verilme­si benimsenmemelidir. Mültezim (dâmin) daha yüksek vergi geliri elde etmek için bölgesini tahakküm altına almakta, halka baskı uygulamakta, böylece kaçkınlara yol açmaktadır. Âmilin tayin edilmiş maaşından da­ha çoğunu haksız yere alması, belirlen­miş vergilerden fazlasını zorla toplaması hoş görülmez; suistimali varsa tazmin et­tirilir. Mezâlim nâzın gibi divan sorumlu­su da halkın vergi memurları aleyhindeki şikâyetlerini inceleyip hükme bağlamak ve zararlarının tazminini sağlamakla yü­kümlüdür.

Yetkili makamın sorumluluğu güç sa­hiplerinin özel mülkiyete saygı duymasını sağlamak, zorbalıkla müsadere edilme­sini engellemek, vergi tahsilatının ve har­camaların idarî düzenlemelere uygunlu­ğunu denetlemek, tahsildarların, divan ve ordu mensuplarının suistimallerini önle­mektir. Keyfî davranışlarının ve zulüm­lerinin önüne geçilebilmesi için devlet ri­caline düzenli ve yeterli ücret verilmeli­dir. Özellikle başarılı valiler ve haraç görevlileri kısa aralıklarla değiştirilmemelidir; çünkü bu durum, on­ların uzaklaştırılma ihtimaline karşı üret­ken yatırımları aksatmalarına ve gele­cekte işsiz kalma endişesiyle para birik­tirmek için halktan aşırı vergi almalarına sebep olabilir. Melik dürüst ve üretken memurların mallarına çeşitli bahanelerle el koyarak ne onları yolsuzluğa sevketmeli ne de kendisini zalim durumuna düşür-melidir. Buna karşılık hıyanet içindeki yöneticiler görevden alınmalıdır.

Komşularla yapılan barış antlaşmaları ve bu çerçevede ülkeye sokulan ticaret mallarından alınacak gümrük vergileri­nin oranları ve yeni düzenlemeler keyfî­liklerin önlenebilmesi için sınırlardaki divanlarda ayrıntılı bir şekilde kaydedil­melidir. İslâm ülkesinde şehirler arası ti­caretten gümrük alınması haramdır. Va­lilerin vergi oranları üzerinde yaptıkları ayarlamalar şeriatça yasaklanmamış olup içtihada mahal varsa kabul edilir; çünkü zamda halkın, indirimde ise hazinenin zararı vardır.

Mâverdî, cizyenin mükelleflerin malî durumuna göre ictihadla belirleneceği görüşündedir. Haraç toprağın verimliliği, sulaklığı, ürününün kıymeti ve pazarlarla arasındaki mesafeye dayalı ödeme kapa­sitesi göz önünde bulundurularak takdir edilmelidir. Haraçgüzârlarla feyin hak sa­hipleri arasındaki adaletli dengenin göze­tilmesi şarttır; mükelleflere ihtiyaçlarını karşılayacak ve zor günler için ihtiyat ak­çesi biriktirecek kadar gelir bırakılmalıdır. Halkın toprağın verimliliğini arttırıcı ya­tırımlarından kaynaklanan ürün artışı se­bebiyle vergileri yükseltilmemelidir; aksi takdirde girişim arzulan kırılarak âtıl ka­pasiteye yol açılır. Buna karşılık kendi ih­mallerinden kaynaklanan üretim düşüşü vergi indirimini gerektirmez, aksi halde atalete saplanırlar. Haraç mükellefi ver­gisini ödeyemeyecek kadar malî sıkıntı içine düşerse ödeme ertelenir.

Harcamalar gerekli ve zorunlu kalem­lere yöneltilmelidir. Giderlerin idaresinde görevlendirilecek memurlar ordunun er­zakı gibi muayyen harcama kalemlerinin miktarlarını ve hak sahiplerini bilmeli, nafaka / bahşiş vb. masraflar hakkındaki emirlere vâkıf olmalı ve âmirin politikasını kavramalı, sarf kalemlerini bellemeli, ikti­satlı davranmalı, ücretlerin ödenmesinde kamu yararını gözetmelidir.

Melikin adam kayırmaksızın ve haddi aşmaksizın ihtiyaç sahiplerine atâ tahsisi takdire şayandır; hesapsız atâ dağıtmak ve haksızlık yapmak israf sayılır. Mâverdî kamu gelirlerinin harcanması sürecinde bölüşüm adaleti, hakkaniyet, liyakat, iti­dal, şeffaflık, dürüstlük gibi ilkelere vur­gu yapmaktadır. Ödemelerle ilgili görüşleri hayat standardına ilişkin ipuçları vermesi açı­sından ilginçtir. Ordu divanından müca-hidlere bağlanacak atâ yeterli miktarda olmalıdır ki bunlar geçim uğruna ülkeleri­ni savunmaktan geri kalmasınlar. Yeterli miktarı belirlemede şu üç ölçüte itibar edilmelidir: Kişinin bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri, hizmetçiler, binek ve yük hayvanları, hayat şartlarına uygun ba­rınak. Bunları karşılamaya yetecek yıllık bir atâ tahsis edilir ve her yıl durumu göz­den geçirilerek gerekirse yeniden ayarla­nır.

Mâverdi’nin zekâta ilişkin bir görüşü de hayat standardı anlayışını yansıtır. Zekât­ta hak sahibi sekiz sınıf  arasındaki savaşçı olmayan miskinlerle fakirlere yıllık geçimlerine yetecek mik­tarda pay verilir. Miskin ve fakirlere kamu arazilerinden himâ tahsisi caiz olup Câhiliye dönemindeki uygulamanın aksine buralardan varlıklıların istifadesi yasak­lanmalıdır. Mâverdî’nin fakirlerin korunmasına yöne­lik bu yaklaşımı, aynı zamanda kaynakla­rın tahsisinde âdil gelir dağılımı ilkesine verdiği önemi yansıtmaktadır.

Ölü arazilerin üretime kazandırılması­nı önemseyen Mâverdî’nin bu konudaki ifadelerinden, hem kaynakların etkin kul­lanımının sağlanmasını hem de speküla­tif amaçlı toprak yağmacılığının önüne geçilmesini hedeflediği sezilmektedir. Sultanın, üzerinde tasarrufu caiz görülen ölü topraklardan ihya ve imara imkânı olanları iktâ-ı temlikte bulunması caizdir. Böyle bir araziyi belli şartlar çerçevesinde ihya eden kimse -devletin iznini almaksızın- toprağın mülkiyetine sahip olur.

Maverdî’ye göre para, satın alma veya tazminat işlemlerinde malların mutlak kıymet ölçüsü ve hesap aracıdır. Mâverdî ekonomi biliminde Gresham kanunu adıy­la bilinen, “Kötü para iyi parayı kovar” şeklindeki kuralı yüzlerce yıl önce vurgu­lamakta, bu sebeple sikkede sahtekârlık yapanlara ta’zîr cezası uygulanmasına hükmetmektedir.

Mâverdî, bazı belediyecilik hizmetleri­nin ve pazarların denetimi başta olmak üzere kamu alanlarındaki zabıta görevi­nin yürütülmesi işini hisbe teşkilâtının sorumluluk alanına sokmaktadır. Meselâ su şebekesinin, ibadethanelerin bakım ve onarımı gibi hizmetlerin, muhtaç yol­cuların temel ihtiyaçlarının giderilmesi gibi kamu işlerinin yerel idarelerin büt­çesiyle ve merkezî hazineden talep edile­cek destekle yahut şehrin ileri gelenlerin­den sağlanacak gönüllü katkılarla edası muhtesibin yükümlülükleri arasındadır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski