Kerramiyye Mezhebi, Görüşleri, Kurucusu, Hakkında Bilgi

Kerrâmîyye. III. (IX.) yüzyılın sonlarından itibaren Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkan itikadı mezhep.

Adını kurucusu Muhammed b. Kerrâm’dan almıştır. Başlangıçta Mürcie’nin bir alt grubu olan bu hareketin önemli merkezlerinden Nîşâbur yöresindeki mensupları Hanefî mezhebine bağlıydılar. Ardından Sind ve Gur civarındaki Kerrâmîler farklı bazı fıkhı görüşler benimse­mişlerdir. Sonraki kaynaklardan bir kısmı onları fıkhî ve itikadı anlamda müstakil bir ekol bir kısmı da sadece itikadî bir fırka olarak ele almıştır. Ancak Kerrâmîler iman nazariyeleri bakımından Mürcie’nin alt grubu olarak görülmüş, Allah ve sıfatlan konusundaki antropomorfist fikirleri do­layısıyla da Sıfâtiyye, Mücessime veya Müşebbihe’nin alt grupları arasında sayılmıştır.

III. (IX.) yüzyılın sonlarından itibaren başta Horasan ve Mâverâünnehir olmak üzere İrak, Suriye, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde büyük yankı uyandıran Kerrâ-miyye bünyesinde çok sayıda âlim yetiş­miş ve bu mezhep oldukça fazla taraftar toplamıştır. En güçlü oldukları yer Hora­san ve Mâverâünnehir bölgesiydi. Makdisi’nin verdiği bilgiye göre Fergana, Huttel, Merverrûz, Semerkant, Cürcân, Cüz-cân, Biyâr ve Cibâl-i Taberistan’da birçok hankah kurmuşlardı. IV. (X.) yüzyılda Nîşâbur’un bir kasabası olan îran-şehr’de halk ya Şîa’ya veya Kerrâmiyye’ye mensuptu. Nîşâbur, Sicistan ve Hârizm’-de Şiîler. Cürcân’da da Hasenîler’le Kerrâ­mîler arasında büyük anlaşmazlıklar çık­mıştı.

Kerrâmiyye, III. (IX.) yüzyılın sonların­dan başlayarak İbrahim b. Muhacir. İshak b. Mahmeşâz, oğlu Ebû Bekir ve Muham­med b. Heysam’ın katkılarıyla en güçlü dönemini yaşamıştır. Onların bu dönem­deki faaliyetlerinin önemli merkezi Nîşâ­bur ve Gur’du. 370 (980-81) yılında Sâ-mânî Devleti’nin valilerinden Ebü’l-Ha-san Muhammed b. Sîmcûr’un huzurun­da Şafiî Abdülkâhir el-Bağdâdî ile Kerrâmiyye’nin önde gelen âlimlerinden İbra­him b. Muhacir arasında Allah’a cisim de­nilip demlemeyeceği konusunda bir tar­tışma yapılmıştır. Nîşâbur’da cereyan eden bu karşılaşmadan itibaren Şâfiîler’-le Kerrâmîler arasındaki tartışmalar iki üç asır sürmüştür. Kerrâmîler. Gaznelİ Se-bükTegin ve oğlu Mahmud tarafından himaye edilmeye başlanınca Şâfiî-Eş’arî ve Şiîler karşısında önemli bir üstünlük elde etmişlerdir. Bu desteğin kazanılma­sında İshâkıyye’nin kurucusu İshak b. Mahmeşâz’ın büyük rolü olmuştur. Nîşâbur’da doğup büyüyen ve Kerrâmî çev­relerde eğitim gören İbn Mahmeşâz, İbn Kerrâm gibi halkın sevgisini kazanmış zühd ve takva sahibi bir kimseydi. İbn Kerrâm’ın fikirlerini sistemleştiren İbn Mahmeşâz zamanında Nîşâbur’daki Kerrâmîler’in sayısı 20.000’e ulaşmıştı. Oğlu Ebû Bekir de sultan üzerinde etkili olmuş. onunla birlikte bazı seferlere katılmıştır. Ebû Bekir’in tecsîm fikrini benimsediği tarzındaki şikâyetten dolayı Sultan Mahmud’un 402 (1011-12) yılında desteğini çekmesiyle gücünü kaybeden Kerrâmiyye yine de Nîşâbur’da denge unsuru olmaya devam etmiştir.

Gazneli Mahmud’un huzurunda Kerrâ­miyye ile Eş’arîler arasında birçok müna­zara düzenlenmiştir. Bunların en önem­lileri, dönemin Kerrâmî âlimi Heysamiy-ye’nin kurucusu Ebû Abdullah Muham­med b. Heysam ile Eş’arî âlimi İbn Fûrek ve Ebû İshak el-İsferâyînî arasında ger­çekleşenlerdir. Nîşâbur ve Beyhak’ta 488 veya 489 (1095 veya 1096) yılında Kerrâmîler ile Hanefî ve Şâfiîler arasında karışıklık ortaya çıktı. Mahmeşâz soyun­dan gelen Kerrâmî liderinin öldürülmesi ve medreselerinin tahrip edilmesiyle on­ların buradaki güçleri sona erdi. Bununla birlikte Kerrâmiy­ye, Nîşâbur’a bağlı köy ve kasabalarda varlığını sürdürmeye devam etti. Yâküt el-Hamevî, VI. (XII.) yüzyılın başlarında Nîşâbur’a bağlı Bicİstan’da halkın itibarı­nı kazanmış Ebü’l-Kâsım Muvaffak el-Bicistânî el-Meydânî adlı bir Kerrâmî âliminin bulunduğunu belirtmektedir.

VI. (XII.) yüzyılda Kerrâmiyye’nin en güçlü olduğu yer Afganistan’ın dağlık bölgesi Gur idi. Buranın sultanlarından Gıyâseddin Muhammed ve kardeşi Muiz-züddin Muhammed başlangıçta her ko­nuda Kerrâmî mezhebini benimsemişken sonraları Şâfiîler’i desteklediler. Hatta Gıyâseddin’in Şafiî âlimi Fahreddin er-Râzî’ye destek vermesi birçok olayın mey­dana gelmesine sebep oldu. Râzîile Ker­râmî lideri Mecdüddin b. Kudve arasında düzenlenen bir münazaradan sonra anlaşmazlık halka sirayet edince Râzî, Gur’un başşehri Fîrûzkûh’tan çıkarıldı. Bu olayın ardından Râzî. onların kelâma dair fikirlerini eleştirmek için Esâsü’t-takdis adlı eserini kaleme aldı. Moğol istilâsın­dan sonra mezhep mensuplarının duru­muyla ilgili olarak herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır.

İtikadî Görüşleri. Muhammed b. Ker­râm cAzâbü’l-kabr adlı eserinde Allah’ı zâtın (cevher) birliği şeklinde tanımlamış, keyfiyetinin ise kendisinden başkası tara­fından bilinemeyeceğini söylemiştir. Aynı eserde, “Rahman arşı kuşatmıştır” [Tâhâ 20/5] mealindeki âyete dayanarak Allah’ın arşa dokunduğunu (mütnâsse) ve arşın O’nun mekânı olduğunu ileri sürmüştür. Bu görüş uzun süre kelâmcılar arasında tartışılmıştır. Ancak sonraki bazı Kerrâ­mîler, bu telakkiyi Allah’ın diğer cisimle­re benzemeyen bir cisim olduğu şeklinde yorumlamıştır. Onlara göre zâtıyla kâim olan her şeye cisim denildiğine göre Al­lah’a da bu anlamda cisim denebilir. Bun­lar “arşa dokunma” yerine “karşılaşma” (mülakat) sözünü kullanmışlardır. Allah’ın zâtıyla kâim sıfatlan olduğunu kabul eden Kerrâmiyye’ye göre O ilmiyle âlim, kudre­tiyle kadir, hayatla diri, meşîetiyle dile­yendir. Kendisinde henüz fiilen yaratma ve rızıklandırma niteliği bulunmaksızın ezelde (bilkuvve) yaratıcı ve rızıklandırıcı-dır. Allah’ın sıfatları zâtının aynı değil O’ndan başka şeylerdir. Yaratma ile (tekvin) yaratılan (mükevven) ayrı şeylerdir. İlâhî irade ile meşîet arasında da fark vardır. İlki hadis, ikincisi kadîmdir. Konuşanla (mütekellim) söyleyen (kail), kelâmla söz (kavi) arasında fark vardır. Kelâm “Allah’ın ezelde söz söyleme kudreti” anlamına ge­lir, kavi ise söze olan kudretidir. “Kelâm-ı kadîm” sözü kendinde hadis olan harfler­den ibarettir. Kerrâmiyye bundan dolayı Kur’an’ın kelâm olarak mahlûk olmadığı­nı, harfler ve sesler olarak ise muhdes ol­mayan hadisler olduğunu söylemiştir. Ayrıca onlara göre Allah cihetlerde bulun­makla nitelenmesinden dolayı hem bu dünyada hem âhirette görülecektir.

Kerrâmîler’e göre önce akıl sahibi bir varlık olan insanın, daha sonra diğer ta­biat nesnelerinin yaratılması Allah için gereklidir. Eğer Allah önce akılsız varlık­ları yaratsaydı hakîm olmazdı. Tekvin Allah’ın zâtında vuku bulur. Âlemdeki araz ve cisimler mabudun zâtında birçok ara­zın ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Bü­tün hadis ve arazların mekânı Allah’ın zâ­tıdır. Bu fikir bazılarını âlemin ebedîliği­ni, bazılarını da ezelîliğini inkâra sürükle­miş, hatta bir kısmı Allah’ın cisimleri yok etmeye kadir olmadığını iddia etmiştir. Diğer taraftan ma’dûmun iadesinin im­kânsız olduğunu savunmalarından dolayı sonraları sistem eştirilen vahdet-i vücû­dun doğmasında Kerrâmîler’in etkili olduğu ileri sürülmüştür. Ancak onlara göre yaratma (halk) ve yaratılan (mahlûk), îcad vemevcûd mûced,yoketme ve yok edi­len birbirinden farklı şeylerdir. Halk Al­lah’ın “ol” (kün) sözünden ve iradesinden ibarettir.

İmanı sadece ikrar olarak tanımlayan Muhammed b. Kerrâm ve taraftarlarına göre kalp ile tasdik etmek iman olmadığı gibi dil ile ikrarın dışında hiçbir şey iman değildir. Aynı şekilde küfür de Allah’ı dil ile tanımama ve inkâr etmekten ibaret­tir. Kerrâmiye’nin iman nazariyesini savunan Ebû Muti’ en-Nesefî bu görüşü şu şekil­de ortaya koyar: “İman Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmekten iba­rettir, bu da amel değil kelâmdır.” Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah onları takva sözü üzerinde sabit kıldı” [Feth 48/26] “Al­lah’ın kelimesine gelin” [Âl-i imrân 3/64] buyuru İm ustur. Bu ve benzeri âyetlerde [meselâ bk. En’âm 6/115; İbrâhîm 14/ 27; Fâtır 35/10; Zuhruf 43/280] iman “ke­lime” ve “kavl” olarak adlandırılmıştır. Ke­lime ve kavilden maksat ise “lâ ilahe illal­lah” sözüdür. Hz. Peygamber de insan­larla bu kelimeyi söyleyinceye kadar sa­vaşmakla emrolunmuştur. Kerrâmîler. her ne kadar münafıkı iman konusunu ilgilendiren dünyevî hükümlerde gerçek mümin ka­bul etmişlerse de âhiretteki durumuyla ilgili olarak kalpten inanmadığı için ebe­diyen cehennemde kalacağını söylemiş­lerdir. Çünkü cennete girebilmesi için ki­şinin hem kalbiyle hem diliyle iman etme­sini gerekli görmüşlerdir. Kerrâmiyye ik­rarın bütün ruhlarca, “Evet, sen bizim rabbimizsin [A’râf 7/172] şeklindeki ilk ikrarla gerçekleştirildiğini, insanların İslâm’dan başka bir dine geçmedikleri sü­rece ebediyen devam edeceğini, bu ikrarı dünyada kelime-i şehâdetle tekrarlayan herkesin İslâm ümmetinin bir ferdi ola­cağını belirtmiştir. Onlara göre amel ve iman ayrı şeylerdir, yani iman söz, ameller ise onun ilkeleridir. İman iyilik yap­makla artmaz, kötülük işlemek veya em­redileni terketmekle de azalmaz. Peygam­ber dahi olsa bütün müslümanlar iman bakımından eşittir. Çünkü her mümin gerçek mümin, her kâfir de gerçek kâfir­dir. İkisi arasında üçüncü bir konum yok­tur. Bu sebeple bir müminin özellikle geç­mişteki ve şu andaki durumunu kaste­derek, “Allah dilerse müminim” demesi (istisna) uygun değildir.

Nübüvvet ve risâlet nebîve resulün do­ğuştan sahip olduğu iki özelliktir. Onların böyle bir göreve getirilmesi vahiy, muci­ze ve ismet sıfatıyla değil doğuştan sa­hip oldukları bu iki sıfat sebebiyledir. Bu özelliklere sahip kimselerin nebî ve resul olarak gönderilmesi Allah’a vaciptir. Resul ile mürseli birbirinden ayıran Kerrâmiyye’ye göre risâlet özelliğine doğuştan sahip olan resul, resul olarak gönderilmesini zorunlu kılacak bu sıfata sahip olmadığı halde Allah tarafından elçi olarak seçilip gönderilen ise mürseldir. Allah mürseli resul olarak ve belli bir görevi yerine ge­tirmekle de görevlendirir. Buna göre her resul mürsel ise de her mürsel resul de­ğildir.

Kerrâmîler nebîlerin mutlak masumi­yetine karşı çıkmıştır. Bağdâdî’nin verdiği bilgiye göre peygamberler, adlî yok eden veya ceza gerektiren her türlü günahtan korunmuşsa da bunun altında kalan gü­nahlardan korunmuş değildir. Ayrıca on­lara göre peygamberlerin mucizeye ihti­yaçları yoktur; bir peygamberin, “Ben peygamberim” demesi delil teşkil eder. Bu sebeple peygamberliklerini ilân ettik­ten sonra halk onlardan doğruluklarını ispatlayacak bir delil istemeksizin ken­dilerini kabul etmek mecburiyetindedir. Allah’ın birçok peygamber gönder­mesi onun hikmet ve adaletinin gereği­dir.

Akıl, vahiy gelmeden de nesne ve dav­ranışların iyi veya kötü oluşunu belirleye­bilir. Allah’ın akılla bilinmesi vaciptir. Ker­râmiyye hüsün-kubuh, salâh-aslah konu­larında Mu’tezile ile aynı görüşü paylaşır. Fakat kader hususunda farklı bir yol izle­yerek kâinattaki bütün hayır ve serlerin murat edicisinin Allah olduğunu, iyi ve kötü bütün varlıkların O’nun tarafından yaratıldığını kabul eder. Onlar ihtiyarî fiillerin kesb adı verilen, kulda sonradan meydana gelmiş bir güçle gerçekleştiği­ni ileri sürmüşlerdir.

Kerrâmiyye’nin imamet yahut hilâfet konusundaki görüşleriyle ilgili olarak Sün­nî ve Mu’tezilî kaynakların verdiği bilgiler birbiriyle çelişmektedir. Kâdî Abdülceb-bâr, Kerrâmiyye’ye göre İmametin açık bir nassa dayanması gerektiğini kaydet­mekte ve Hz. Ebû Bekir’in imametine işa­ret eden âyet ve hadislerden deliller zik­retmektedir. Şehristânî ise onların Ehl-i sünnet gibi nas ve tayin olmaksızın ümmetin ic-mâını savunduklarını söylemektedir. Her iki durumda da Kerrâmiyye’nin ilk dört halifenin tarihî sırasının fazilet sırası olduğunu benimsediği anla­şılmaktadır. Hz. Osman döneminde mey­dana gelen olaylara karşı suskunluğu ve müdahale etmemesi dolayısıyla Ali’yi eleştirmeleri aynı anda iki ayrı bölgede iki imamın biatla iş başına getirilmesini caiz görmeleri, Hz. Ali’yi sünnete uyan, Muâviye’yi ise sünnetten ayrılan bir halife olarak kabul etmeleri, her ikisinin imametini de geçerli sayma­ları, imamlardan biri dürüst, diğeri fâsık da olsa herkesin bağlı bulunduğu imama İtaat etmesini şart koşmaları muhalif kaynakların onlara isnat ettiği görüşler arasındadır Sâmânîler ve Gaznelîler’e siyasî fa­aliyetlerinde destek veren ve onlarla iyi ilişkiler kuran Kerrâmîler’in Şiîler gibi siyasî iktidarı ele geçirme şeklinde bir amaçları olmamıştır.

Fıkhî ve Tasavvufî Görüşleri. Kerrâmiy­ye fıkıh problemleriyle de ilgilenmiş bir ekoldür. Aralarından önemli görüşleriyle temayüz eden çok sayıda fakih çıkması sebebiyle Makdisî bu kelâm ekolünü fıkhî bir ekol olarak da zikreder. Kaynaklar, özellikle Şâfıîler ve Hanefîler’le yoğun fıkhî tartışmalar yaptıklarından bahsetmesine rağmen bunların hangi problemlerle ilgili olduğu konusunda ayrıntılı bilgi vermez. Diğer mezhepler gibi Kerrâmîler de fıkıh eser­leri kaleme almış, fakat muhtemelen mezhep taassubu yüzünden bunların günümüze ulaşmasına imkân tanınma­mıştır.

Nîşâbur’un meşhur zâhidlerinden Ahmed b. Harb’in tesirinde dünya nimetle­rinden uzaklaşarak kendisini zühd ve iba­dete veren Muhammed b. Kerrâm gittiği Horasan, Sicistan ve Kudüs gibi yerlerde halkın ilgisini çekerek çok sayıda taraftar toplamıştır. Bu sebeple kaynaklar ondan zâhid ve âbid diye bahseder. Sonraları KerrâmîIer, kendi fikirlerini benimseyen halkı eğitmek amacıyla birçok büyük iskân ye­rinde hankahlar kurmuş, antropomorfist bir tanrı tasavvuru ile vahdet-i vücûd an­layışının ortaya çıkmasında etkili olmuş­tur. Böylece Horasan’da tasavvuf ve zühd hareketlerinin gelişmesinde ve müslü-manların eğitilmesinde önemli rol oynamışlardır.

Kerrâmiyye’nin Alt Grupları. Mezhep­ler tarihi kaynaklarının bir kısmı yetmiş iki fırkayı aşmamak için Kerrâmiyye’yi Mürcİe, Sıfâtiyye veya Müşebbihe’nin alt grubu sayıp onun tâli fırkalarından bah­setmezken bazıları yetmiş ikiyi tamam­lama endişesiyle iki, üç, altı veya on iki alt gruba ayrılmış müstakil bir mezhep ola­rak gösterir. Bağdadî ve İsferâyînî, Kerrâ­miyye’nin birbirleriyle uyum içinde olan İshâkıyye, Hakaikıyye ve Tarâikıyye olmak üzere üç kolunu zikreder. Şehristânî, on iki küçük fırkaya bölündü­ğünü belirterek bunlardan sadece altısı­nı, Âbidiyye, Tûniyye, Zirrîniyye, İshâkıy­ye, Vâhidiyye ve Heysamiyye’yi sayar Fahreddin er-Râzî Tarâikıy­ye, İshâkıyye. Âbidiyye, Yûnâniyye, Sûre-miyye, Heysamiyye olmak üzere toplam altı küçük gruba yer verir. Makdisî ise Savvâkiyye, Maiyye, Zim-miyye adıyla üç tâli fırkadan bahsetmek­tedir.

İslâm’a girmeyi kolaylaştıran bir iman nazariyesini geliştirerek Horasan, Mâve-râünnehir ve Hindistan bölgesindeki Ehl-i kitabın ve diğer din mensuplarından pek çok kişinin müslüman olmasını sağlayan Kerrâmiyye bölgedeki akımlardan Mu’te-zile, Şîa, İsmâiliyye ve hadis taraftarları­nın fikirlerine karşı çıkmış, bunlarla mücadelede Ehl-i sünnefle aynı safta yer al­mıştır. Muhammed b. Kerrâm, İslâm dü­şüncesinde Mu’tezile tarafından ortaya atılan problemlerle ilgilenerek kendine has kelâmîve felsefî bir terminoloji ge­liştirmeye çalışmıştır. Meselâ Tanrı’nm niteliği anlamına gelen “keyfûfıyye”, aynı zamanda her yerde mevcudiyeti demek olan “haysûsiyye” ve diğer bazı kavramlar ilk defa İbn Kerrâm tarafından kullanıl­mıştır. Öte yandan zühd anlayışları ve özel yaşayışlarıyla bölgede tasavvuf? düşünce­nin yayılışına zemin hazırlamışlardır. Ken­di fikirlerini yaymak için kurdukları han-kahlarla bir taraftan zühd hayatına ve sû-fîliğin tekke ve zaviyelerine, diğer taraf­tan Hanefîler, Eş’arîler ve Hanbelîler’in medreselerine model oluşturmuşlardır.

Aynı anda iki ayrı kişinin halife olabileceği fikri İslâm dünyasında siyasî alanda fiili­yatta yaşanmış, ancak teorik planda daha önce telaffuz edilmeyen yeni bir perspek­tif getirmiştir. Böylece Hicaz ve Bağdat’­taki yönetimlerden bağımsız Sâmânîler ve Gazneliler gibi ilk müstakil müslüman devletlerin varlığını meşrulaştırmışlardır.
Literatür

Literatür. Kerrâmîler, diğer mezhep mensupları gibi fikirlerini savunmak ama­cıyla çeşitli konularda pek çok eser yaz­mışlardır. Bazıları sadece ismen bilinen, çok azı da günümüze ulaşan bu eserler şunlardır:

1. Kİtabü cAzâbi’l-kabr. Mu­hammed b. Kerrâm tarafından yazılan, ulûhiyyet, iman vb. konulan içerdiği an­laşılan bir eser olup Bağdadî, İbn Hazm ve Şehristânî gibi müellifler ondan alıntı yap­mışlardır.

2. Kitâbü’s-Sırr. Şiî İbn Dâîer-Râzî’nin yaptığı alıntılardan eserin İbn Kerrâm’ın kelâm ve fıkha dair görüşleri­ni ihtiva ettiği anlaşılmaktadır.

3. Kitâ-bü’t-Tevhîd. Bu eser de Muhammed b. Kerrâm’a nisbet edilmiştir.

4. Makâlât. Yine Muhammed b. Kerrâm’ın zühd ve takva konusunda bazı hadisleri, ahlâkî il­keleri ele alan kitabıdır.

5. er-Red ıale’J-bida\ Ebû Mutî en-Nesefî’ye ait olan ve İslâm düşüncesinde ortaya çıkan fırkaları ele alan bu çalışma Marie Bernand tara­fından neşredilmişti.

6. Kitâbü’l-Mebânîllnazmi’l-me’ânî. Muhtevasında mezhebin önde gelenlerinden bazılarının görüşlerine yer verilmesinden dolayı Kerrâmîler’den biri tarafından yazıldığı tahmin edilen bu ese­ri Arthur Jefferryyayımlamıştır (Kahire 1954).

7. en-Nütef fi’l-fetâvâ. Hanefî fa-kihi Ebü’l-Hasan Ali b. Hüseyin es-Suğdî tarafından yazılan eserin Kerrâmîler’e ait bir fıkıh kitabı olduğu ileri sürmektedir.

8. Kitâbü Revnakı’l-kulûb. Ömer es-Semerkandî’-ye ait olan eser Muhammed b. Kerrâm’ın biyografisini ihtiva etmektedir; bir nüs­hası Bibliotheque Nationale’de kayıtlı yaz­manın otuz-kırk bir varakları arasında bulunmaktadır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski