Keşf-Mükaşefe İlmi Nedir, -Tasavvufta- Anlamı, Hakkında Bilgi

Keşf. Aklın ve duyuların yetersiz kaldığı ilâhiyyât konularında doğrudan bilgi edinme yolu anlamında bir tasavvuf terimi.

Sözlükte “perdeyi ve örtüyü kaldırmak, kapalı olan bir şeyi açığa çıkarmak, var olan fakat niteliği bilinmeyen şey hakkın­da bilgi edinmek” gibi anlamlara gelen keşf kelimesi Kur’an’da türevleriyle birlikte “sıkıntıyı kaldırmak ve çaresizliği sona erdirmek” mânasında kullanılır. “Çaresiz kalana dua ettiğinde cevap veren, sıkıntısını kaldıran ve sizi yer yüzünde halifeler kılan kim­dir? [Neml 27/62] mealindeki âyette keşf bu anlamda kullanılmış ve Allah’a “kâşif” (sıkıntıyı sona erdiren) denilmiş [En’âm 6/17;Yûnus 10/107] bir âyette de, “Senin perdeni kaldırdık, artık bugün gözün keskindir” [Kâf 50/22] buyurulmuştur. Ölümle âhirete intikal eden kişinin gözünü örten perde kalktığı için daha ön­ce gayb olan hususları artık açıkça görür. Keşf hadislerde de bu mânalarda kulla­nılmış gaybı ve âhiret hallerini görmeye engel olan perdenin (gitâ, hicâb) açılmasıyla kı­yamet günü her şeyin görüleceğine işaret edilmiştir. Bir hadiste Allah ile yaratıkları arasında nurdan (veya nâr) perdelerin bu­lunduğu, bunların açılması halinde zâ­tından gelen ışıkların bütün yaratıkları yakıp kül edeceği bildirilmiştir.

Sûfîler keşf terimini hem “perde arka­sında ve aklın ötesinde olduğu için gâib olan bazı şeyleri bilme”, hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanmışlardır. Çünkü her iki durum da perdenin kalkması veya aralanması sonu­cunda gerçekleşir, İlksûfîlerden itibaren firâset, feth. inkişaf, müşahede, muhâara, muayene, yakîn ve ilham gibi te­rimler de buna yakın anlamlarda kullanıl­mış, tasavvuf kitaplarında bu terimlerin birleştikleri ve örtüştükleri yahut ayrıl­dıkları ve farklı hale geldikleri noktalar üzerinde durulmuştur.

“İki şey arasındaki perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çık­ması” anlamına gelen mükâşefe terimi­nin de çok defa keşf anlamında kullanıl­dığı görülmektedir. Tasavvufa mükâşefe ilmi, sûfîlere de ehl-i mükâşefe veya ehl-i keşf denilmesi keşfin bu alandaki önemi­ni ifade etmesi bakımından dikkat çeki­cidir. Keşfi “üstü kapalı olan şeyin açılrria-sı ve gözle görülür hale gelmesi” şeklinde tarif eden Ebû Nasr es-Serrâc mükâşefeyi de yakîn olarak anlar. Nuri’ye göre kalbin mükâşe-fesi Hakk’a ermektir. Hârise’nin, “Rabbimin arşını açıkça görür gibiyim” ifadesi kalbin mükâşefesine, “Rabbine O’nu gö­rür gibi ibadet et” hadisi sırların müşa­hedesine işaret eder. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî zâttan, sıfat­larından ve zatî hükümlerin tecellilerin­den bahsederken zatî tecellileri mükâşe­fe olarak adlandırır.

Sûfîlerin uyku ile uyanıklık arasında sâ-likin gördüğü şeye mükâşefe yahut sebat ve vakıa dediklerini bildiren Kuşeyrî’ye göre mükâşefe Allah’ı zikreden sâlikin ga­lebe halinde kalbinde zuhur eden şeydir. Sâlike açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhatlara, mükâşe­fe ve müşahede halleri ortaya çıkar. Mu­hâdara akla, mükâşefe ilme. müşahede marifete dayanır. Müşahede mükâşefeden üstündür. İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakin şeklindeki sıralamada mükâşefe ayne’l-yakîn ile örtüşür.

Keşf ve mükâşefe kavramlarını geniş­çe ele alan Gazzâlî mükâşefenin müşahe­deden daha üstün olduğunu söyler. Ona göre tasavvufla ilgili ilim­ler mükâşefe ilmi ve muamele ilmi olmak üzere ikiye ayrılır. Muamele ilminin konu­su sabır, şükür, ihlâs ve bunların zıtları olan acelecilik, nankörlük ve riya gibi kal­bin hallerine ilişkin bilgilerdir. Mükâşefe ilmi ise arındırılan ve temizlenen kalpte bir nurun zuhur etmesi veya ilâhiyyâtla ilgili hususlarda perdenin açılıp hak ola­nın gözle görülürcesine apaçık ortaya çık­masıdır. İnsanın cevherinde böyle bir ye­tenek vardır. Mükâşefe ilmi kitaplara ya­zılmaz. Bu ilmi bilenler ancak kendi sevi­yesinde olanlarla bunu müzakere eder, başkalarına ifşa etmezler. Keşf ile öğre­nilen gizli ilim budur. Gazzâlî, eî-Münkız’üa aklın yetersiz kaldığı me­tafizik bazı gerçeklerin keşf ile bilinece­ğini, bu yolla bir velînin meleği görebilece­ğini ve sesini işitebileceğini söyler. Mak­bul olan ve olmayan te’vilden söz ederken de bu konuda ılımlı tutumu benimseyen­lerin bilgiye konu olan şeyleri işitme (si­ma’, vahiy) olmaksızın ilâhî bir nurla idrak ettiklerini, daha sonra olayların sırları kendilerine keşf yoluyla bildirilince bu bilgiyi vahyin lafızlarıyla karşılaştırdıkla­rını, bunlardan yakın nuru ile müşahede ettikleriyle uyuşanları aynen benimsedik­lerini, uyuşmayanları ise te’vil ettiklerini belirtir ve bu konuların bilgisini sadece vahiy ifadelerinden (sem) alanların ayak­larının yere sağlam basamayacağını söy­ler.

Keşf konusu üzerinde Muhyiddin İb-nü’l-Arabî de geniş olarak durmuş, hatta tasavvuf anlayışını “keşf yoluyla elde edi­len bilgi” anlamına gelen marifet üzeri­ne temeilendirmiştir. Gazzâlî gibi İbnü’l-Arabîde mükâşefenin müşahededen da­ha mükemmel olduğunu, müşahede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilâhî hakikatle­rin temsilî mânalarının idrak edilebilece­ğini söyler. Ona göre Allah’ın mahiyeti id­rak edilemeyeceğinden bu konuda mü­kâşefenin verdiği bilgi daha önemlidir. Müşahede bilgiye ulaştıran yol. keşf bu yolun son noktasıdır. Bu da nefiste ilmin hâsıl olmasıdır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’-ye göre keşfin birçok çeşidi vardır. Aklî keşf ile akledilenler üzerin­deki perde kalkar ve mümkin varlıkların sırları ortaya çıkar. Kalbi keşf ile müşahe­deye has çeşitli nurların üzerindeki per­deler kalkar. Sırrı keşf ile yaratıklardaki sırlar ve varlıkların yaratılış hikmetleri ortaya çıkar ki buna ilham da denir. Ruhî keşf iie cennet ve cehennemin görüntü­sü ile melekler görülür. Ruh tam olarak saf hale gelip zaman ve mekân perdesi kalkınca geçmiş ve gelecekle ilgili olayla­rın bilgisine ulaşılır. Hafi keşf ile, bulunu­lan makam ve hallere göre Allah’ın celâl veya cemâl sıfatlarının tecellileri görülür. Bu tür keşfe sıfatî keşf de denir. Eğer Al­lah sâlike ilim sıfatıyla tecelli ederse dinî bilgiler ortaya çıkar, işitme sıfatıyla te­celli ederse onun kelâm ve hitabını duyar, görme sıfatıyla tecelli ederse temaşa ve müşahede hali ortaya çıkar. Aynı şekilde celâl sıfatının tecellisi sâlikte fena haline, cemâl sıfatının tecellisi şevk haline, kay-yûmiyet beka haline, vâhidiyet de vahdet haline sebep olur. İbnü’l-Arabi’ye göre keşf hali çeşitli haller ve makamlarda muhtelif şekillerde orta­ya çıkar.

Aklî deliller gibi keşf de bazan kesin bilgi, bazan zan ifade eder ve ictihadda olduğu gibi keşflerde bazan hata olabilir. İlmî keşf, îrfânî keşf, ilâhî keşf, nazarî keşf, nûrî keşf. iyânî keşf, sûrî keşf ve manevî keşf gibi şekilleri bulunan keşfin bazı çeşitleri kesin bilgi verir. Kesin bilgi veren keşf ve mükâşefe aynı zamanda yakın demek olup Âmir b. Abdülkays”ın, “Perde kalksa yakinim artmaz” demesi buna işa­rettir.

Sühreverdîel-Maktûl, İşrâkiliği esas alan hikmet felsefesini keşf ve mükâşefe üzerine kurmuştur. İşrak temelde keşf, İşrâki hikmet de keşfi ve zevki hik­mettir. Doğulu düşünürlerin, Aristo dı­şındaki eski Yunan filozoflarının hikmet anlayışı da keşfe dayanır. Maddî unsur­lardan soyutlanan kâmil nefisler üzerine aklî nurlar parıldar. Mükâşefe, aklî bir hu­susun düşünce ve isteğe ihtiyaç göster­meden birden bire ortaya çıkmasıdır. Mükâşefenin verdiği bilgi hiçbir şüpheye sebebiyet vermeyecek şekilde kesindir. Sadreddîn-i Şîrâzî de haki­kate ilâhî bir aydınlanma ve keşf İle ulaşı­lacağı, akılla bunun açıklamasının yapıla­cağı kanaatindedir.

İnsanın zihnindeki düşünceleri ve kal­bindeki hisleri bilmeye keşf-i zamâir, ölen insanın kabirdeki halini bilmeye de keşf-i ahvâl-i kubur denir. Ankaravî, sûrî ve mâ­nevi keşfi anlattıktan sonra kalpteki his ve fikirleri bilme, kabir hallerini haber verme ve kaybolmuş kişiler ve eşya hakkında konuşma gibi hususlara ilişkin keş­fe kâmil velîlerin iltifat etmediğini, bu tür şeyleri riyazet ehli rahiplerin de bildiğini söyler.

İbn Haldun’a göre duyulardan oluşan perde riyazet, halvet ve zikirle yavaş ya­vaş açılır, böylece keşf hali gerçekleşir. Keşf ile varlığın hakikati idrak edilir ve birçok olay meydana gelmeden önce bili­nebilir. Velîler, himmetleri ve nefislerin­de var olan kuvvetle varlıklar üzerinde ta­sarruf eder, eşya da onların iradelerine boyun eğer. Fakat kâmil velîler keşf ve tasarruf haline iltifat etmez, bu yolla bir şeyin hakikatini haber vermezler. Çünkü bu onların görevi değildir. Kâmiller, ken­dilerinde böyle bir şey zuhur etse bunu bir sınama sayıp Allah’a sığınırlar. İbn Haldun”, keşfin sağlıklı ve geçerli olması için sûfîlerin takvaya ve istikamete da­yanmayı şart koştuklarını ifade ettikten sonra riyazet ehli sihirbazların da keşf yo­luyla bazı şeyleri haber verdiklerine dik­kat çeker ve perdenin kalk­ması, kalp gözünün açılması maksadıyla riyazet yapmayı sakıncalı bulur.

Takıyyüddin İbn Teymiyye harikulade hallerin bir kısmının fiilî olduğunu ve bun­lara keramet denildiğini, diğer kısmının bilgiyle ilgili olduğunu söyler. Ona göre bir kimsenin başkalarının işitmediği bir sesi işitmesi, görmediği şeyi görmesi, bilmediği şeyleri firâset ve ilham yoluyla bilmesi gibi olaylar bilgiyle alâkalı hariku­lade hallerdir. Bunlara keşf denildiğini, Kur’an’da ve Sünnet’te keşfin örnekleri bulunduğunu söyleyen İbn Teymiyye, keş­fin dinî veya mubah olan dünyevî bir fay­da temin ederse nimet, harama vesile olursa günah olacağına dikkat çeker. Ona göre bir velînin keşf yoluyla gayba vâkıf olmaması onun Allah katındaki merte­besinin yüce oluşuna engel teşkil etmez. Hatta bu durum onun hakkında daha faydalı olabilir. Keşfin aklî, hissî, nazarî, zarurî çeşitleri üzerinde duran İbn Tey­miyye bunların bir kısmının kesin, bir kıs­mının zannî bilgi verdiğini kaydetmiştir. Ancak Gazzâlî’nin vahiy, te’vil ve keşf ilişkisiyle ilgili görüşünü aktarırken bu tür iddiaların bilgiye konu olan şeylerde Re-sûlullah’ın duyurduğu haberlerin istifa­de edilecek bir yanı bulunmadığı, zira her insanın kazandığı müşahede, nur ve mükâşefe sayesinde bunları idrak etme­sinin mümkün olduğu gibi aşırı bir nok­taya vardırılabileceğini ifade etmektedir.

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu gibi İbn Teymiyye de keşfi temelden reddet­memekte, aklî bilgiler gibi keşfi bilgilerin de Resûlullah’ın haber verdikleriyle uyuş­ması şartıyla doğru bilgiler olduğunu be­lirtmektedir. Hatta buna Kur’an’dan de­liller göstermekte, bu ölçüye uymadığı halde aklî burhanlar veya ilâhî müşahede­ler olarak ileri sürülen görüşleri ise fâsid hayaller ve bâtıl vehimler şeklinde nitele­mektedir.

İbn Kayyim el-Cevziyye keşfi, “Allah’ın kulun kalbinde meydana getirdiği bilgi olup kul bu bilgiyle başkalarına kapalı olan hususları bilir” şeklinde tanımladık­tan sonra biri bilgi, diğeri görme ile ilgili iki keşften bahsetmiştir. Ona göre bilgi­nin bilinene uygun olması bir keşf oldu­ğu gibi bilinenin kalp ile müşahede edil­mesi de bir keşftir. Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmek kalbin apaçık Keşfidir. Bir de gayri müslimle müslüman arasında ortak olan cüz”î bir keşf vardır. Görünme­yen ve bilinmeyen bazı hususların haber verilmesi böyledir. Nitekim İbn Sayyâd, Esved el-Ansî ve Haris el-Mütenebbî gibi gayri müslimlerde böyle bir keşf görül­müştür. Mecûsîler’de, putperestlerde, hıristiyan rahiplerinde, kâhinlerde, sihir­bazlarda da buna benzer bir keşf görüle­bilir.

İmâm-ı Rabbânî keşfin daha çok sülük halinde ortaya çıktığını, vuslat hâsıl olun­ca sona erdiğini, maddî hususlara dair keşflerin oluşu ile olmayışı arasında fark bulunmadığını, bunların çoğunun hatalı çıktığını söylemiş, keşfteki hatayı mübrem ve muallak kaza ile açıklamıştır. Mu­allak kaza ile ilgili keşfin hatalı çıkabilece­ğini, bazan muhayyiledeki temelsiz bilgi­lerin keşf sahibini yanıltacağını belirtmiş ve İbnü’l-Arabî’nin sünnete aykırı birçok hatalı keşfi olduğunu ileri sürmüştür.

Mutasavvıflar keşfe dayanarak Kur’an’ı tefsir ettikleri gibi bir hadisin veya hadis âlimlerine göre sahih olmayan bazı hadis­lerin sıhhatini keşf yoluyla tesbit ettikle­rini söylemişlerdir. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, “Ben gizli bir hazine idim …” hadisi üze­rinde dururken bu hadisin rivayet açısın­dan sabit olmasa bile keşfen sahih oldu­ğunu söylemiş Abdülazîz ed-Debbâğ birçok hadisin sahih olup olmadığına keşf ile hükmetmiş Şah Veliyyullah Dihlevî ed-Dür-rü’ş-şemîn’de, rüyada gördüğü Hz. Peygamber’den işittiği müjdeleyici nitelik­teki hadisleri rivayet etmiştir. Mutasav­vıfların bu görüşü hadis âlimleri tarafın dan reddedilmiş, keşfe dayanılarak bir hadisin ResûI-i Ekrem’e ait olup olmadı­ğını tesbit etmenin mümkün olmadığı görüşü savunulmuştur.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski