Kesret Nedir, -Felsefede- Anlamı, Hakkında Bilgi

Kesret. Özellikle metafizikte kullanılan bir felsefe terimi.

Sözlükte kesret azlığın karşıtı olarak çokluğu ifade eden bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerîm’de de kesret ve kesîr azlığın kar­şıtı olarak geçmektedir.[Mâide5/100; Tevbe 9/25,82] Felsefede kesret vah­det kavramının karşıtını belirten bir me­tafizik terimidir Nitekim İslâm felsefesinde metafiziğin bir bölü­münü oluşturan genel ontolojik kavram­lar (el-umûrü’I-âmme) başlığı altında ince­lenmektedir. Buna göre sebep-sebepli, zorunlu mümkin, tümel-tikel, önce son­ra vb. kavramlar gibi bir ve çok (birlik-çokluk) kavramları da ontolojik araştır­manın temel perspektifini teşkil etmektedir. Felsefîleşmiş kelâm geleneğinde de kesret kavramı aynı bağlama sahiptir.

Çokluk konusunu ilk defa metafiziğin­de ele alan Aristo onun açık bir tanımını vermemektedir. Filozof ancak çokluğun birlik fikriyle beraber incelenebileceğini, bu incelemenin metafiziğin konusu ol­duğunu, çokluğun bölünebilirliğini. birin karşıtı olduğunu ve bütün karşıtlıkların bir ve çokun karşıtlıklarına indirgenebi-leceğini ileri sürmekte, ayrıca çokluğun bölünebilir olduğu için duyularla algılan­dığını ve bîrden önce geldiğini söylemek­tedir.

İlk İslâm filozofu Kindî metafiziğe ayır­dığı Fi’l-Felsefeü’l-ûlâ adlı risalesinde tartışma konularının büyük bir kısmını çokluk ve birliğe ayırmıştır. Çokluğun var­lığını kanıtlamak için pek çok açıklama ya­pan filozof Aristo’dan ayrı olarak çokluk ve birliğin zorunlu beraberliği (mukârenet) üzerinde durmaktadır. Buna göre nerede çokluk varsa orada birlik ve nerede birlik varsa orada zorunlu olarak çokluk bulu­nur. Kindrnin çoklukla ilgili asıl vurgusu nesnelerdeki çokluğun zatî, birliğin ise arızî olduğudur. Fârâbî ise çokluğu bölüne­bilir olarak tanımlamakta ve bu tanıma bilfiil veya bilkuvve şartını eklemektedir.

Aristo’dan Fârâbî’ye kadar kuşatıcı bir tanıma kavuşturulmayan kesret kavramı İbn Sînâ tarafından yeniden ele alınmış­tır. Filozof, selefleri gibi bir ve çok kav­ramlarını bir arada ele alarak tanımla­maya çalışır. Ona göre birin kendinde ne olduğunu açıklamak zordur. Çünkü bir. “kendinde zorunlu olarak çokluk bulun­mayan” şeklinde tanımlandığında tanıma çokluk katılmaktadır. Aynı şekilde çokluk da zorunlu olarak bir ile tanımlanır. Zira bir daima çok olanın ilkesidir ve çokun varlık ve mahiyeti birden gelir. Şu halde çokluk ne şekilde tanımlanırsa tanımlan­sın bir kavramını tanımda kullanmak zo­runludur. İbn Sînâ’ya göre bu tanımlama güçlüğüne karşılık çokluk hayal gücü­müzde, birlik ise aklımızda daha iyi bilinir. Öyle görünüyor ki birlik ve çokluk apaçık olarak tasavvur edilen şeylerdendir. An­cak özne önce çokluğu tahayyül etmekte ve ardından başka bir şeye gerek kalmak­sızın doğrudan birliği kavramaktadır. Bir­liği kavramanın bir ilkesi varsa bile bu il­ke aklî değil hayalîdir. İnsan zihninin tek tek nesnelerin hayalî formlarından hare­ketle biriik fikrine ulaştığını belirten İbn Sînâ, çokluk kavramının aklî anlamda ta­nımına da bu birlik fikriyle ulaşıldığını ileri sürmekte, bu anlamda birliği ilk aklî tasavvurlardan saymaktadır. Birliğin tek­rar çoklukla tanımlanması ise hayal yo­luyla ortaya çıkan bir uyarıyla olacaktır. Bu uyarı zihinde hazır bulunmayan aklî bir kavramı açığa çıkarmak içindir. Dolayısıyla fi­lozofa göre çokluğun duyularla, birliğin akılla idrak edilmesi çokluğun tam bir mantıkî tanımını mümkün kılmamak­tadır.

Başlıca İslâm filozoflarına göre çoklu­ğun bilinmesi bölünmez ve birlik arze-den genel kavramlarla mümkündür. Akıl benzerlik, eşitlik, denklik, örtüşmevb. yollarla nitelik ve nicelikle ilgili birtakım genel kavramlar [cins, tür, fasıl, hassa, had, sayı, şekil..]oluşturarak çokluğu kavrar, yani çokluğu birlik altına alır. Çok­luğun bilinmesi doğal ya da yapay birim­ler oluşturarak ölçmekle mümkün olur. Bu birler birimler çokluğun bütün üni­telerine yüklem olmada ortak sayılır.

Çokluğun varlığa geçişini Aristo mad­de ve suret nazariyesiyle açıklamaktadır. Kindî ise çokluğun birlikle var olduğunu. fakat birliğin ona kendi varlığından değil ilk gerçek birden yani Tanrı’dan geldiğini savunmaktadır. Kindî’ye göre çokluktaki birlik arızî olup zatî değildir; çokluğun var kılınması çokluğa birlik vermek, onları birlik altına almak anlamına geldiğine gö­re bu da birliğin çokluğa dışarıdan geldi­ğini gösterir. Dolayısıyla Kindî çokluk ve birliği açıklarken Tanrı’nm varlığını da ispatlamak istemekte­dir. Çokluğun var oluşunu açıklama giri­şimleri içinde en dikkat çekici olanı Fârâ­bî- İbn Sînâ ekolünde sistemleşen sudur nazariyesidir. Bu nazariye, esas itibariyle varlığında hiçbir bakımdan çokluk barın­dırmayan ilk ve zorunlu varlıktan çoklu­ğun nasıl sâdır olduğunu açıklamaya yö­neliktir. Özellikle İbn Sînâ, çokluğun bir­den varlık kazanışını açıklamanın feyiz ve sudur nazariyesi dışında imkânsız olduğu görüşündedir. Bu açıklamalarda gerçek anlamda birliğin Tann’ya, çokluğun ise O’nun dışındaki âleme ait ontolojik bir gerçeklik olduğu ana fikri ısrarla vurgu­lanmaktadır. Sudur nazariyesindeki, “Birden ancak bir çı­kar” ilkesiyle çelişmeksizin çokluğun var­lığını açıklama girişimi, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin metafiziğinde varlığın birliği (vahdetü’l-vücûd) ilkesiyle çelişmeden çok­luğu birliğe indirgeme girişimine dönüş­müştür. İbnü’l-Arabfye göre çokluk duyu ve akıl planında algılanan bir fenomen ol­makla beraber “mevcûd” değildir. Algılan­mış olması onun gerçek bir varlığa sahip olduğu anlamına gelmez.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski