Kitâbü’l-Harâc. Ebû Yûsuf’un (ö. 182/798) malî konular yanında, muamelât, ceza, idare ve devletler hukuku kapsamına giren çeşitli meseleleri ele alan eseri.
Halife Hârûnürreşîd’in talebi üzerine hazırlandığı rivayet edilmekle birlikte kimliği zikredilmeyen bir halifeye yönelik bir hitapla başlamaktadır. Müellifin emîrü’l-mü’minînin kendisinden haraç, uşûr, sadaka(zekât), cevâlî gibi vergiler ve diğer hususlarda bilip uygulamakla mükellef olduğu kuralları ihtiva eden bir kitap hazırlamasını istediğine dair ifadelerinden halifenin vergi hukukunun kodifikasyonu arzusunu taşıdığı sonucu çıkarılabilir.
Hitabın ardından halifenin sorduğu yirmi altı sorunun cevaplandınldığı otuz dokuz fasıllık ana metin gelmektedir. Fasılların hacimlerindeki orantısızlık dikkati Çekmekte, ilk dönem fıkıh eserlerinin çoğunda olduğu gibi bu kitapta da ayrıca, başlıksız alt bölüm veya kısımlar bulunmaktadır. Kısımlar arası geçişler, halife tarafından yöneltildiği anlaşılan bazı sorularla veya “kale” ya da “kale Ebû Yûsuf” şeklinde başlayan cevap kalıplarıyla yapılmaktadır. Genellikle fıkhî ihtilâflara temas edildikten sonra Ebû Yûsuf’un görüşlerine geçiş de aynı kalıpla gerçekleşmekte, bunların kullanımında eserin yazma ve baskılan arasında farklılıklar bulunması müstensihlerin tasarrufunu düşündürmektedir. Ayrıca soruların çoğundan önce bir bölüm başlığına da rastlanmaktadır.
Norman Calder, diğer bazı tesbitleri yanında “kale” ve “kale Ebû Yûsuf” kalıplarının kullanımına dayanarak eserin Ebû Yûsuf’un bizzat kendisi tarafından ve hatta o henüz hayattayken yazılmış olduğunun söylenemeyeceğini ileri sürmektedir. Ona göre kitabın Ebû Yûsuf’un telif ettiği orijinal nüshasını daha sonra Has-sâf’in redaksiyona tâbi tutarak kendisinden vergi hukuku üzerine bir eser hazırlamasını isteyen Abbasî Halifesi Mühte-dî-Billâh’a sunmuş olması da muhtemeldir. Kitâbü’l-tiarâc’m, başkadı Ebû Yûsuf’un vergi hukuku sahasındaki görüşlerinin derlenmesiyle Hassâf tarafından oluşturulduğu ve Ebû Yûsuf’a atfen şöhret bulduğu dahi ileri sürülebilir. Halbuki Yahya b. Âdem’in Kitâbü’î-Harâc’möa olduğu gibi “kale Yahya” benzeri kalıplara özellikle ilk telif eserlerde sık rastlanmaktadır. Bu da genellikle ya eserleri rivayet için icazet alan talebelerin nakil üslûbundan ya müelliflerin tevazuundan yahut müstensihlerin tasarrufundan kaynaklanmaktadır. Ebû Yûsuf’a ait İhtilâfü EbîHanîîe ve İbn Ebî Leylâ’da “kale” ve “kale Ebû Yûsuf” kalıpları aynen tekrarlanmakla birlikte bu eseri Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin rivayet ettiği bilinmektedir. Kitâbü’l-Harâc’ın da Şey-bânî tarafından rivayet edildiği düşünülebilir. Birincisine ilâvelerde bulunduğu bilinen Şeybânî’nin ikinciye bazı eklemeler yapmış olması da ihtimal dahilindedir. Ayrıca bu arada iki eserin çeşitli bölümlerinde tamamen aynı veya benzer ifadelerin bulunduğu kaydedilmelidir. Kitâ-bü’l’Harâc’ın Ebû Yûsuf’un diğer bazı eserlerinin râvisi Bişr b. Velîd el-Kindî veya Kitâbü’I-§âr’\nm râvisi oğlu Yûsuf tarafından rivayet edilmiş olması da muhtemeldir.
Kitâbü’l-Harâc’ın muhtevası özetle şöyledir: Ganimetin tarifi, taksimi ve humusla ilgili ahkâmın ele alındığı birinci bölümü fey ve haraca ilişkin izahata yer verilen ikinci bölüm takip etmektedir. Sonraki bölümlerde Sevâd. Şam (Suriye), Cezîre (Yukarı Mezopotamya), Arabistan yarımadası, Basra ve Horasan topraklarının fetih şekli, statüsü, buralardaki iktâ ve ihyâü’l-mevât uygulamaları vergi hukukuyla bağlantılı olarak değerlendirilmektedir. Mısır topraklarının ve oradaki vergilerin durumuna kısa bile olsa bir atıfta bulunulmaması ilginçtir. Haraç ve öşürle ilgili teferruatın iç içe geçtiği çeşitli bölümlerden sonra sadakalarla (zekât) ilgili bölüm gelmektedir. Bunların ardından İlk bakışta birbiriyle ve kitabın muhtevasıyla alâkasız gibi görünen, ancak önceki bölümlerin hepsinin topraklarla bağlantısı bulunduğu düşünüldüğünde mukabil bir genel başlık olarak anlam kazanan sulara (müsâkât akdi, şirb hakkı, suların ve bazı su ürünlerinin satımı, kiralanması ve bu bağlamda otlaklarla çayırlara) dair meselelerin hükümleri ele alınmaktadır. Zira tarım arazilerine ulaşan suların kaynağı, toprakların sulanabilirliği ve su ürünlerinin cinsi vergilendirmeyle ilişkilidir. Ardından vergi tahsil politikalarıyla ilgili uzunca bir bölüm gelmektedir. Eser. cizye ve gümrük vergileriyle bağlantılı olarak bunları ödemekle mükellef zimmî ve harbîlerin hukukî statüleri çerçevesinde zimmîler, vatandaşlık, devletler ve kamu haklarına tecavüz suçlan kapsamında ceza hukukuna ilişkin meseleleri irdeleyen bölümlerle sona ermektedir. Ayrıca son bölümlerin arasına vergilerin toplanması ve kamu düzeninin sağlanmasından sorumlu olan tahsildarlar ve kadıların maaşlarının kaynağıyla ilgili bir bölüm sıkıştırılmıştır. Yer yer bölümler arasında kopukluk veya kesişme gözlenmesi, zaman zaman tekrarlara rastlanması Kitâbü’l-Harâc’m tertibindeki zaafa işaret edebilirse de bilindiği kadarıyla henüz bu sahadaki ikinci eser olduğu ve halifenin sorularına bağımlı bir çerçeve çizilmesinin zorunluluğu göz önüne alındığında çok başarılı bile sayılabilir.
Esas itibariyle isminden ve muhtevasından da anlaşıldığı üzere eserin bütünü dar anlamda toprak ve vergi hukukuna, geniş anlamda ise kamu maliyesine ilişkindir. Ancak bu kapsamın dışına taşan hükümler göz önüne alındığında devlet idaresini amaç edindiği görülen eser, kamu maliyesiyle bağlantılı olarak yapılan siyaset ve toplumsal hayata dair değerlendirmeleri açısından da önemlidir.
Müellif, Hz. Peygamber’in uygulamalarına sıkça atıfta bulunması yanında sahabe ve tabiîn sözleriyle uygulamalarını da nakletmektedir. Ancak isnadlarında her zaman hadisçilerin titizliğini göstermemekte. “Kûfelİ bazı âlimlerden”, “Kûfeli bazı şeyhlerden”, “bazı eski şeyhlerden”, “Medineli bazı şeyhlerden” vb. ifadelerle isim vermeden rivayette bulunmaktadır. Ayrıca Şafiî. Mâlik, Leys b. Sa’d gibi devrin meşhur imamlarının re’ylerini nakletmekte, varsa ihtilaflı görüşleri belirttikten sonra kendi ictihadlarını kaydetmektedir. Meselâ zekât gelirlerinin harcama kalemleri arasındaki yolda kalmış kavramını yol yapım, bakım ve onarım faaliyetlerini de kapsayacak şekilde geniş bir tefsire tâbi tutması oldukça ilginçtir. Bazan hadislere dayanarak Ebû Hanîfe’nin görüşlerinden farklı sonuçlara vardığı veya muhalif görüşleri benimsediği de görülmektedir. Meselâ savaşa katılan süvariye ganimetten verilmesi gereken pay, ölü toprakların ihyasında devlet başkanının izninin gerekli olup olmadığı, amber ve inciden vergi alınıp alınmayacağı, toprak mahsullerinden kesilecek vergi, bir kimseyi yaralayan kişiye kısas uygulandıktan sonra mağdurun iyileşmesi ve suçlunun da kısas yarası sebebiyle vefat etmesi halinde buna diyet ödenip ödenmeyeceği, savaş esnasında ele geçirilen düşman ölülerini onlara satmanın caiz olup olmadığı, hurmalık ve diğer meyveliklerde, tarım arazilerinde ortakçılığın (müsâkât ve muzâraa) cevazı gibi konularda hocasına muhalefet etmiştir. Ebû Yûsuf’un diğer bazı fakihlerin görüşlerini Ebû Hanîfe’ninkilere tercih -ettiğine de rastlanmaktadır. Nitekim hocasının, bir müslümanla zimmî arasında el değiştiren öşür arazisinin statüsü hususundaki içtihadına Hasan-ı Basrî ve Atâ’nın muhalif görüşlerini tercih etmiştir.
Ebû Yûsuf’un Kitâbü’l-Harâc’ı fıkhı yaklaşımı ön plana çıkarması, kendi müstakil ictihadlarına yer vermesi gibi özellikleri bakımından talebesi Yahya b. Âdem’in aynı adlı eserinden farklılık göstermektedir. Çünkü rivayet ağırlıklı olan ikincisinde müellifin hocalarına muhalefet etmekten çekindiği ve hemen hemen hiç ictihadda bulunmadığı görülmektedir. Bununla birlikte bu iki eserden birinin diğerine alternatif veya rakip olarak değerlendirilmesi yerine birbirini tamamladığını söylemek daha doğrudur.
Hukuk felsefesi açısından değerlendirildiğinde, Ebû Yûsuf’un ferdî haklarla kamu yararı çatıştığında ikincisini tercih ettiği ve sık sık alternatif ictihadlar arasından tercih yapma yetkisini halifeye bırakırken amme maslahatını gözetmesini şart koştuğu görülmektedir. Hz. Ömer’in haraç vergisi olarak belirlediği miktara bağlı kalmayıp onu günün şartlarına göre yeniden tesbit etmekte sakınca görmemesi gibi örnekler, zamanın değişmesiyle hükümlerin değişebileceğini bildiren külli kaideye uygun davrandığını göstermektedir.
Tarihî perspektiften bakıldığında ise müellifin İslâmî fetihleri ve özellikle sınırların hızla genişlediği Hz. Ömer devri uygulamalarını gerekçeleriyle birlikte iyi bildiği anlaşılmaktadır. Fetihlerle ilgili rivayetlerine sık sık başvurduğu İbn İs-hak’tan bir ay kadar megâzî dersi almış olmasının da bunda payı bulunmalıdır. Eserin muhtevasına nisbetle gereksiz sayılabilecek birçok teferruatı aktarması, fetihlerle ilgili rivayetleri mümkün mertebe bir bütün halinde ve aynen nakletme titizliğinden olmalıdır.
Başkadı olması sebebiyle muhtemelen toprak ve vergi hukukunun kapsamına giren bazı davalarla ilgilenmek durumunda kalan Ebû Yûsuf ayrıca vergi defterlerine, devlet arşivlerine, aralarında üst düzey bürokratlar ve ulemânın da bulunduğu uzmanlara kolaylıkla ulaşabildiği, uygulamaları gözlemleyip yaşayan şahitleri celbetme yetkisini taşıdığı için meselelere vukufiyet kazanmıştı.
Eserde hissedilir bir ilmî ehliyet, mevcut materyale tam bir vukufiyet, tebaanın refahını sağlamaya matuf dengeli bir hassasiyet ve vergi sahasında nihaî kararlan halifenin otoritesine bırakan bir tavır ortaya konmaktadır. Ayrıca fıkıh ve iktisat tarihine. Özellikle de vergi hukuku tarihine dair oldukça aydınlatıcı bir çalışmadır. Kitâbü’l-Harâc’da tasvir edilenin. esas itibariyle devrin siyasî gerçeklerini ve hükümetin sıkıntı ya da beklentilerini yansıtan bir vergi teorisi olduğunun tesbiti, araştırmacı veya eleştirmenlerin zihnini karıştıran bazı muğlaklıkların varlık sebebini açıklamaktadır.
Ebû Yûsuf, devletin toprak mahsullerinden maktu bir pay alması esasına dayalı mukâseme usulünü, her birim alandan (cerîb) aynî ya da nakdî sabit bir vergi alması anlamına gelen mesaha usulüne tercih etmektedir. Zira ikincisine göre, ekim yapmasa veya yeterli verim almasa dahi maktu vergisini vermek zorunda olan köylü zaman zaman ödeme güçlüğüne düşmekte, buna gücü yetse bile yeni dönemde ekim yapacak malî kaynağı bulamamaktadır. Alan hesabıyla ödenecek vergiler yüzünden artan üretim masrafları karşılanamadığı için ölü toprakların ihyası da cazibesini kaybetmektedir. Ayrıca mesaha usulü, Ödeme güçlüğü çeken köylülerin topraklarını bırakıp kaçması sebebiyle vergi gelirlerinin azalması, rekoltenin düşmesi, fiyatların artması gibi hem tebaa hem devlet aleyhine sonuçlanacak gelişmelere sebep olmaktadır. Ebû Yûsuf a göre devlet arazileriyle sahipsiz ya da ölü toprakların işleme gücü bulunanlara iktâ edilmesi üretim artışı ve iktisadî refahın bir başka yoludur. İktâ politikası, toprakların bazı devlet erkânına veya yakınlarına peşkeş çekilmesi gibi keyfîlik ve suistimallere imkân vermemelidir. Ayrıca iktâ edilen topraklar üç yıl boyunca işlenmemesi halinde geri alınarak başkalarına verilmelidir.
Eserde devletin vergi politikasıyla ilgili olarak temel bazı esaslar getirilmektedir. Birincisi vergilendirmede tebaanın ödeme gücünün hesaba katılmasıdır (bu ilke, Ebû Yûsuf’un günümüzdeki şekliyle bir artan oranlı vergi politikası önerdiği anlamına gelmez). İkinci olarak vergiler merkezî hükümet tarafından belli bir standarda bağlanmalı, tahsildarların keyfî uygulama ve suistirnailerine imkân bırakılmamalıdır. Vergi tarhında arazinin işlenebi-lirliği, sulanabilirliği, verimliliği, pazarlara yakınlığı gibi faktörler hesaba katılmalıdır. Vergi tahsil, nakliye, ölçüm, taksim, kayıt, evrak, posta masrafları mükelleflere yüklenmemelidir. Ayrıca vergi mükeleflerinin sömürülmesine zemin hazırlayan iltizam sistemi terkedilmeli ya da çok sıkı bir şekilde denetlenmelidir. Zohreh Ahghari, 1991 yılında The Florida State University’ye sunduğu doktora tezinde Ebû Yûsuf un iltizam sistemine muhalif olduğunu ifade etmekyerine yanlışlıkla çiftçiliğin vergilendirilmesine tax on farming karşı çıktığını söylemektedir. Üçüncüsü vergi tahsilinde tebaaya iyi muamele yapılması, mahsulün tarlada ya da harman yerinde bekletilerek zarar görmemesi için tahsilatta gecikmeye müsamaha edilmemesidir. Dördüncüsü vergi tahsildarlarının iyi ahlâk sahibi kişiler arasından seçilmesi, yetkinin kötüye kullanılmasına fırsat verilmemesi, vukuunda ise derhal cezaî müeyyide uygulanmasıdır. Halife vergi tahsilinin denetimi için müfettişler ve divan mensubu askerî gözlemciler görevlendir-meli, gerektiğinde tebaanın devlet erkânıyla ilgili şikâyetlerine bakan mezâlim mahkemelerinde açılmış bazı davalarda hazır bulunmalıdır. Ayrıca rüşvete kapı açmamak için tahsildarların iaşesi devlet tarafından yeterince ve düzenli bir şekilde karşılanmalıdır. Vergi gelirlerinin sürekliliğini ya da artışını sağlamanın yollarından biri de sulama sistemlerinin, setlerin, drenaj kanallarının geliştirilmesi, bakım ve onarımıdır. Devlet, bazı durumlarda masrafları yüklenmese dahi hiç olmazsa bu yöndeki teşebbüsleri teşvik etmelidir. Bütün bunlardan anlaşıldığı kadarıyla Ebû Yûsuf devletin vergi politikasında âdil gelir dağılımı ve amme maslahatının gözetilmesine önem vermektedir. Vergi tahsilinde adaletin tesisi toprağın mâmur kalmasını sağlayarak üretim bolluğu ve dolayısıyla hem köylü hem devletin gelirlerinin artışıyla birlikte iktisadî refah getirecektir. Müellif bu arada hazinenin güçlenmesi, devletin bekası ve toplumun refahı için vergi gelirlerinin üretken yatırımlara dönüşmesini de teşvik etmektedir. Onun belirlediği bu esaslar yüzyıllar sonra Adam Smith’in adalet, kesinlik, uygunluk ve tasarruf şeklinde formülleştirdiği dört vergileme ilkesini çağrıştırmaktadır. Harcama kalemleri farklı olduğu için zekât ve haraç gelirlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini söyleyen müellif, beytül-mâlin halifenin ferdî çıkarları için değil kamu yararına sarfedilmesinin önemini ayrıca vurgulamaktadır.
Ebû Yûsuf un devletin vergi politikaları bağlamında piyasa fiyatlarının teşekkülü ve narh uygulaması hususunda yaptığı yorum da çok ilginç olup çağdaş müslüman iktisatçıların dikkatini çekmiştir. Ona göre belli ölçüde buğday ya da buna bedel belli bir meblağ (dirhem) olmak üzere konan vergide sultanın, hazinenin ve aynı şekilde haraç mükelleflerinin birinden diğerine kaybı söz konusudur. Buğday fiyatında önceden vergiye esas olmak üzere biçilen mübadele fiyatına kıyasla fahiş bir ucuzluk olursa sultan buğday cinsinden konulan vergiyle yetinmez ve taban fiyatı mükelleflerin lehine indirmez, yani dirhem cinsinden tahsil eder. Çünkü düşük vergi gelirleriyle ordunun gücü korunamaz ve sınırlar muhafaza edilemez. Aşırı fiyat artışı durumunda ise sultan, taban fiyatla piyasa fiyatı arasındaki farktan kaynaklanan fazlalığı haraç mükelleflerine bırakmak istemez, yani buğdayın vergiye esas olan dirhem cinsinden mübadele değerini piyasa fiyatı seviyesine yükseltir. Bu tür suistimallere imkân bırakmaması açısından en ideal vergi türünün mukâseme olduğunu belirten Ebû Yûsuf, daha sonra vergi tahsilinde haraç mükelleflerine de sultana da zarar gelmemesi için âdil fiyat olarak vasıflandırdığı piyasa fiyatının esas alınmasını tavsiye etmekte, ayrıca verginin aynî veya nakdî olarak tahsili hususunda haraç mükelleflerinin fayda ve tercihinin gözetilmesini önermektedir. Aslında konu bütünlüğü içinde ele alındığında Ebû Yûsuf’un bu görüşleri ve fiyatların düşmesi veya yükselmesinin sebebi konusunda söyledikleriyle vergi mükelleflerini korumaktan başka bir şey kastetmediği, taban fiyatlarla oynayarak üreticiyi ezebilen devlet başkanını ilâhî otorite ile karşı karşıya getirerek frenlemeye çalıştığı görülmektedir. Modern bazı araştırmacıların ileri sürdüğü gibi bu sözlerde ne bir fiyat politikası ne arz ve talep ne de fiyat esnekliği gibi modern teknik kavramlara net bir işaret vardır. Zira fiyatları tartışma konusu edilen ürün talebin fiyat esnekliği düşük olan buğdaydır. Kısa dönemde tarım ürünleri arzının esnekliği neredeyse sıfır, talebinin esnekliği ise düşüktür. Bu sebeple arzdaki değişmeler tarım ürünleri fiyatlarını geniş ölçüde etkiler. Ebû Yûsuf. Kitâbü’l-Harâc’ını hazırladığında arz-talep kanunu ve fiyat mekanizmasıyla ilgili temel tesbitlerin yer aldığı Yunan felsefe eserleri henüz Arapça’ya tercüme edilmemişti. Bu sebeple bir yandan, “Bunun açıklaması uzun sürer” diyen müellifin diğer yandan, “O göklerin rabbinin işidir ve keyfiyeti de bilinmez” diyerek kendi içinde çelişkiye düşmesi tabiidir. Ayrıca eğer eser Hassâf tarafından redakte edilmiş olsaydı fiyatlarla ilgili yorumun, onun devrinde Arapça’ya çevrilmiş Yunan felsefe eserlerinin etkisiyle farklılaşması gerekirdi.
Dış ticarette de ümmetin menfaatlerinin gözetilmesi taraftarı olduğu anlaşılan Ebü Yûsuf, devletin stratejik öneme sahip at ve silâh gibi askerî levazımın düşman ülkelere ihracatını yasaklaması gerektiğini savunmaktadır.
Kitâbü’l-Harâc ilk önce tek bir yazmaya dayanılarak tahkiksiz bir şekilde neşredilmiştir (Bulak 1302). Daha sonra Bulak neşrine ve bir nüshaya dayalı olup önceki gibi hatalarla dolu tahkikli bir baskı daha yapılmıştır. Eserin tam tahkiki, ilk olarak Abdülazîz b. Muhammed er-Rahbî (ö. 1194/1780) tarafından yapılan Fıkhü’I-mülûk ve miftâhu’r-ritâci’l-mürşad Kalâ hizâne-ti Kitâbi’l-Harâc adlı şerhinin neşrinde gerçekleştirilmiştir. Bu şerhin muhakkiki Ahmed Ubeyd el-Kebîsî. sayfanın üst ve alt taraflarında birbirinden ayırdığı metinle şerhi sistematik bir şekilde karşılaştırmış, bunu yaparken de şerhin eldeki iki yazmasıyla metnin baskılarını esas almıştır. Nİsbeten eksik olan tahkik tekniğine rağmen ortaya kullanışlı bir metin çıkmıştır. Kitâbü’l-Harac’ın Muhammed İbrahim el-Bennâ (Kahire 1981) ve İhsan Abbas’ın (Beyrut 1405/1985) yaptığı neşirleri de tahkik tekniği açısından Kebîsfninkinden üstün değildir.
Osmanlı Türkçesi’ne Müderriszâde Mehmed Atâullah Efendi ve Rodosîzâde Mehmed Efendi (Kitâbü’l-Harâc) tarafından çevrilen eseri Ali özek günümüz Türkçe’sine kazandırmıştır. Ayrıca Âbid Ahmed Ali’nin İngilizce’ye çevirdiği eserin Fransızca Urduca ve özet bir İtalyanca tercümesi de yapılmıştır. Kitabın
A. Ben Shemesh tarafından Taxation in islam adıyla yapılan kısmî bir İngilizce çevirisi de vardır.
TDV İslâm Ansiklopedisi