Kıpti Nedir, Kimdir, Kime Denir, Kıptilik Tarihi, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Mısır’ın yerli ve hıristiyan halkı için kullanılan isim.

Kıbt, Grekler’in Mısırlılar veya Nil delta­sı sakinleri için kullandığı aigyptos keli­mesinin kökünü teşkil eden gyptın Arap­ça karşılığıdır. Gypt kökü Batı dillerindeki egypt ve coptun da aslını oluşturmakta­dır. Aigyptos kelimesinin Memphis şeh­rinin sıfatı olan Hia-Kua-Ptah adından geldiği ileri sürülmüştür. Kıbt kelimesinin ayrıca, Hz. Nuh’un torunların­dan biri olduğu rivayet edilen Kuftaim’in isminden veya Antik Mısır’daki Koptos şehrinin adından türetildiği söylenmişse de yaygın kabule göre kıbt Grekçe’den gelmektedir. Bu kelime Mısırlılar veya Nil deltası sakinleri için kullanılmakta iken Hıristiyanlığın Mısır’a girmesinden sonra Hıristiyanlık Kıptîler’in dini olmuş, Kıptîler’le Hıristiyanlık özdeşleşmiş, böylece Kıptî ismi Mısır’daki hıristiyan halkı ifade etmeye başlamıştır. Nitekim VII. yüz­yılda müslümanlar Mısır’ı fethettiklerin­de burayı Dârülkıbt olarak tanımlamış­lardır.

Hıristiyanlığın ortaya çıktığı dönemler­de Filistin, Mısır ve Anadolu gibi bölgeler Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında bulunuyordu. Havariler devrinde bu dinin Antakya, Tarsus ve Efes yoluyla Roma’ya kadar götürüldüğü bilinirken Mısır’a giriş tarihi tartışmalıdır. Hıristi­yanlığın Mısır’da yayılış tarihini Kıptîler’in İncil yazan Markos’a dayandırma gayret­leri monofizit olmayan Batılı Hıristiyan yazarlar tarafından uygun görülmemiştir. Ancak II. yüzyılda Hıris­tiyanlığın Mısır’da, özellikle de İsken­deriye’de yer ettiği kabul edilmektedir. Roma imparatorları I. Konstantinos ile Licinius’un 313 yılında Milan fermanını yayımlayarak Roma İmparatorluğu top­raklarında Hıristiyanlığa serbestlik tanı­malarına kadar Mısır’da da hıristiyanlar baskı altında yaşadılar. Bu dönemler­de Mısır’da İskenderiyeli Clement ve Origene gibi önemli hıristiyan teologlar yetişmiştir. Zühde dayalı bir hayat tarzı, mistik düşünce, meditasyon gibi Hıris­tiyanlık öncesi dönemdeki uygulamalar, başta çeşitli gnostik gruplar olmak üze­re Ortadoğu’nun birçok dinî geleneğinde mevcut olmakla birlikte münzevi hıris­tiyan keşişliğinin 270’lerde Mısır’da çöle çekilerek zâhidâne bir hayatı tercih eden Aziz Antony ile (Saint Antoine) başladığı kabul edilir. Manastır hayatına dayalı keşişliğin ise 320 yıllarında yine Mısır’da Pachomius (Pacöme) tarafından başlatıl­dığı ileri sürülür. Keşişlik Mısır’dan Sînâ yarımadasına, Filistin ve Suriye’ye de ya­yılmıştır. Mısır’da Pachomius’un kız kar­deşi Mary’nin öncülüğünde kadınların da manastır hayatı yaşadığı ve bunun o dö­nemden itibaren yaygınlık kazandığı bi­linmektedir. Bu manastırların çoğu za­manla yıkılmış olmakla birlikte Kahire’de Ebû Seyfeyn ve Aziz George manastırları günümüze intikal etmiştir.

Hıristiyanlık her şeyden önce îsâ Mesîh anlayışı üzerine temellendirilen bir inan­ca sahip olduğu için îsâ’nın kimliğiyle in­sanî ve ilâhî tabiatı meselesi ilk devir­lerden itibaren asıl tartışma konusunu teşkil etmiş, bu alanda farklı görüşler, Ariusçuluk, Nestûrîlikve monofizitlik gi­bi i’tizâlî hareketler ortaya çıkmıştır. İlk dönemde kilisedeki yahudi kaynaklı Tan­rı inancı, I. yüzyılın sonuna doğru Yeni Eflâtuncu felsefenin etkisi ve yahudilerin yaşadığı toprakların dışında kalan Yu­nan-Roma kökenli insanları hıristiyanlaştırma amacı sonunda değişikliğe uğ­ramaya başlamıştır. Tanrı kavramı biri teslîs, diğeri Tanrı’nın enkarnasyonu ol­mak üzere îsâ figürü ile ilişkilendirilmiş, bu gelişmeler îsâ’nın yeryüzünde yaşar­ken bedene bürünmesinin insanî özel­liğinin mi yoksa ilâhî özelliğinin mi ağır bastığı tartışmalarını gündeme getir­miştir.

Ancak Hıristiyanlık tarihinde akîde ile ve bilhassa îsâ’nın tabiatıyla ilgili olarak uzun müddet sürecek olan tartışmalar IV. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Antakya eko­lünün takipçisi olup Kitâb-ı Mukaddesi literal olarak yorumlayan Arıus’un Me-sîh’in Tanrı ile aynı Özü taşımadığı ve O’nun oğlu olmadığı, sadece bir insan ve Tanrı ile insanlar arasında bir aracı oldu­ğu şeklinde özetlenebilecek olan görüş­leri, IV. yüzyılın Doğu Roma toprakların­daki bütün kiliseleri etkisi altına alarak dinî birliği bozma yönünde ciddi bir teh­dit unsuru haline gelmiştir. Bundan do­layı İznik Konsili’nce (325) Arius’un gö­rüşleri reddedilerek kendisi aforoz edil­miş ve Mesîh’in Tanrı ile aynı özden ol­duğu şeklindeki klasik Ortodoks telakki temel akîde olarak benimsenmiştir.

Ariusçuluk’tan sonra Nestûrîlik olarak bilinen yeni bir mezhep yüzünden kilise tekrar tartışma ortamına girmiştir. V. yüzyılda ortaya çıkan bu mezhebin kuru­cusu İstanbul Patriği Nestorius, îsâ’da tanrılık ve insanlık unsurlarının birbirine karışmadan bulunduğunu ve yeryüzün­de yaşarken îsâ’da baskın olan unsurun insanlık olduğunu ileri sürmüştür. Mer­yem’i de Theotokos (tanrı taşıyan) değil Christokos (Mesîh taşıyan) olarak nitelen­dirmiştir. Ancak İskenderiyeli Cyril, Or­todoks akîdeye aykırı kabul ettiği bu anlayışa karşı çıkmıştır. İmparator II. Theodosios’un emriyle düzenlenen Efes Konsili’nde (43!) görüşlerine karşı çıkı­lan Nestorius aforoz edilmiştir.

Efes Konsili’ndeki etkinlikleri sebebiyle Mısır piskoposlarının itibarı yükselmiş­ti. İskenderiye kilisesi Antakya kilisesiyle mücadelelerinde bedenleşmiş oğulun ilâ­hî tabiatı üzerinde fazlaca durmuş, böy­lece îsâ’nın beşerî tabiatı geri planda kal­mıştı. Cyril’in fikirlerinden kaynaklanan îsâ’nın Tanrı’nın oğlu olduğu ve ilâhî ta­biatının bulunduğu şeklindeki monofizizm yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Hatta İstanbul’da Eutyches, îsâ’nın be­şerî tabiatının ilâhî tabiatı içinde tama­men eridiğini iddia edecek kadar ileri de­recede bir monofızizmi savununca zama­nın İstanbul piskoposu Flavian tarafın­dan sapıklıkla itham edilmişti. Ancak Cyril’in Ölümü üzerine yerine İskenderiye piskoposu olan Dioscorus, Eutyches’in görüşlerine destek vermiştir. 449 yılında Efes’te gerçekleştirilen bir sinodda Dios­corus ve İskenderiyeli bazı din adamla­rı monofızizmi kabul etmiş, Papa I. Leon da bu konsili “Haydutlar Konsili” olarak nitelendirmiştir. 451’de düzenlenen Kadiköy Konsili’nde de îsâ’da insanlık ve İlâhlık unsurlarının eş oranda bulunduğu şeklindeki Ortodoks anlayış teyit edilmiş, İskenderiye Piskoposu Dioscorus papa ta­rafından görevden alınmış, imparatorluk ve Doğu kiliseleri içinde İstanbul’un üstünlük kazanması Kıptîler’in monofiziz-mi millî bir kimlik unsuru olarak benim­semelerine yol açmıştır. 1. Leon. Zenon. Basilikos, I. Anastasios ve I. Iustinos gibi imparatorlar söz konusu akîde ihtilâfla­rını ortadan kaldırarak bir uzlaşma sağ­lamaya gayret etmişlerse de bunlar Kip­tiler için baskı ve zulme dönüşmüş, on­lar yine Doğu kiliseleri içinde monofizist inanca sahip Özerk kilise statülerini ko­rumaya devam etmişlerdir.

Mısır’ın müslümanlar tarafından fethi 639-642 yılları arasında tamamlanınca­ya kadar ülke Bizans İmparatorluğu’nun valileri tarafından müstemleke statüsün­de yönetiliyordu. Gördükleri baskı, öde­mek zorunda bırakıldıkları ağır vergiler sebebiyle Kıptîler müslümanlan kurtarı­cı gibi benimsemişlerdir. Fetihten sonra müslümanlar, Mısır’da Rum idareci ve askerlerinden oluşan Melkitler ile Kipti­ler, Habeşliler ve diğer hıristiyan toplu­luklar olmak üzere iki ayrı grupla karşı­laşmışlardır. Kiptiler, ehl-i zimme statü­sünde müslüman olmayanların verdik­leri cizye ile yükümlü tutulmuşlar, canla­rı ve malları müslümanlarca korunmuş, müslümanlarla beraber savaşa katılmak­tan muaf tutulmuş olmakla birlikte yine de Rumlar’a karşı Amr b. Âs’a yardımcı olmuşlardır.

Hz. Ömer veya Hârûnürreşîd zamanın­da çıkarılan bir emirname gereği hıristi-yanlar müslümanlardan ayırt edilebilme­leri için farklı renkte elbise giyip farklı sarık sarmışlar, “gıyâr” denilen bir bez ve zünnar kullanmışlardır. Zamanla deği­şikliğe uğrayan bu uygulama Mısır Valisi MehmedAli Paşa tarafından 1807’de yürürlükten kaldırılmış, 1816-181 Tde tek­rar uygulanmak istenmişse de başarılı olunamamıştır. Ancak Kıptî keşişleri si­yah sarık kullanma âdetlerini günümüz­de de sürdürmektedirler.

Kıptîler’in kilise ve manastır yaptırma­larının Hz. Ömer tarafından yasaklandığı şeklinde bazı iddialar bulunsa da kilise ve manastır binalarının tamir edildiği gi­bi yenilerinin de yaptırıldığı, hatta bu ko­nuda devlet imkânlarından faydalanıldığı bilinmektedir. Melkitler tarafından ön­celeri Kıptîler’in elinden alman kiliseleri daha sonra kendilerine iade edilmiştir. Öte yandan müslümanların fetihten iti­baren ibadetlerini yerine getirebilmek için bazı kiliselerden yararlandıkları da ol­muştur.

Emevîler ve Abbasîler döneminde Kip­tiler din hürriyetine sahip olmuşlar, pis­koposlar ruhanî meclislerini toplamışlar, valiler sadece patrik seçimine nezaret et­mişlerdir. Ancak devlete zarar verme ih­timalinden dolayı Kıptî din adamlarının başka devletlerle ilişkiye girmelerine müsamaha gösterilmemiştir. Mervân b. Hakem’in Mısır’da Huivân şehrini inşa ettiği, maliyeyi de oraya naklederek Kıp-tîler’i bu işte görevlendirdiği belirtilmektedir.

Eyyûbîler devrinde Haçlı seferlerinin de etkisiyle Kıptîler’e karşı zaman zaman olumsuz davranışlarda bulunulduğu, hü­kümdarların artık onların bayramlarına katılmadığı, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kâ­tiplik ve tabiplik yapmalarına müsaade etmediği bilinmekle beraber yine de bu dönemde bazı mâbedlerini tamir ettire­bilmişlerdir.

Memlükler devrine gelindiğinde Kıptî­ler’in Mısır toplumundaki konumları gi­derek zayıflamış, mâbedleri bakımsızlık­tan harap olduğu gibi sayıları azalmış, Kıptîce yok olmaya yüz tutmuştur. Dev­let işlerinde çalışan az sayıdaki Kıptîler’e karşı müslümanlann tepkisini bertaraf etmek için bunlar görevlerinden sık sık alınıyor ve tekrar iade ediliyordu. Yöne­ticiler patriğe karşı saygılı davranmakla birlikte Habeşliler’le gizli münasebetlerini de engellemeye çalışıyorlardı.

Osmanlılar’ın 1517’de Mısır’ın idaresi­ni ele geçirmelerinden itibaren bilhassa malî işlerde önemli sayıda Kıptî görev al­mıştır. Bu dönemde Kıptîler bayramla­rını müslümanların katılımıyla kutlamış­lar, eski kiliselerini tamir etme ve yeni­lerini yapma imkânını elde etmişlerdir. Öte yandan devlete karşı sorumlulukla­rını yerine getirmedikleri takdirde kili­selerinin kapatılması da söz konusu ol­muştur.

1798 yılında Mısır’ı işgai eden Napol-yon Bonaparte Kıptîler’e özel muamele göstermişse de kısa bir süre sonra Fran­sız ordusunun çekilmesi üzerine bu defa Kıptîler müslümanların olumsuz davra­nışlarından kurtulamamışlardır. Ancak Mısır valisi vergi toplama işinde ve diğer malî hususlarda onlardan yararlanıyor­du. XIX. yüzyılda hidivlik idaresi altında herkese tanınan dinî hürriyetten Kiptiler de istifade edince kiliselerinde bir canlan­ma görülmüştür.

1882’de Mısır’ı işgal eden İngilizler müslümanlarla Kıptîler’i birbirine karşı tahrik edince iki toplum karşılıklı saldırı­larda bulunmaya kadar varan bazı prob­lemler yaşamıştır. Bunun üzerine bazı Kıptîler Mısır’ı terkederek Kanada, Avust­ralya ve Amerika’ya göç etmiştir. Mısır’­da genelde çiftçilik ve ticaretle uğraşan Kıptîler arasında eğitim görenler hukuk, basın ve tıp alanlarında faaliyet göster­mişlerdir.

Mısır’ın müslümanlar tarafından fet­hinden sonra Kıptîler Grekçe’yi büyük öl­çüde terkederek Kıptîce’yi canlı tutmuş­lardır. Hatta Grekçe olan mezar kitabeleri VI. yüzyıldan itibaren Kıptîce yazılmıştır. Vali Abdullah b. Abdülmelik zamanında Arapça resmî yazı dili olarak kabul edil­miştir. 720 yılına kadar bazı papirüslerde Grekçe ve Arapça yazılara birlikte rastla­nılmış, 780’de Grekçe yazılan papirüsler görülmüştür. Öte yandan halkın büyük çoğunluğu Kıptîce’yi kullanmaya devam etmiştir. Nitekim Halife Me’mûn Mısır’­da kaldığı sırada yanında tercüman bu­lundurmuştur. Arapça’nın resmî dil ola­rak kullanılması ve ihtida hareketleri so­nucunda müslüman olanların Kur’an di­lini öğrenmeye yönelmeleri üzerine Kıp­tîce birkaç asır içinde günlük hayattan kalkmış, yalnız kiliselerde ibadet dili ola­rak varlığını sürdürmüş, XII. yüzyıldan sonra da halk tarafından anlaşılamayan bir dil haline gelmiştir.

Müslümanlann Kıptîler’e tanıdığı din ve dil hürriyeti onların sayısının giderek azalmasını önleyememiştir. Bunun sebe­bi Kıptîler’in çoğunluğunun Müslümanlı­ğı tercih etmesidir. Hıristiyan araştırma­cılar, fetihten iki yüzyıl sonra (IX. yüzyıl­da) hıristiyanların çoğunluğu kaybetme­ye başladığını, XIV. yüzyılda ise bugün ol­duğu gibi nüfusun onda birini teşkil etti­ğini belirtmektedir. Ayrıca bu araştırma­cılar, Bizanslılar’ın zulmüne karşı dire­nen Kıptîler’in müslüman idaresinde zu­lüm görmedikleri halde din değiştirme­lerinin çeşitli sebepleri üzerinde durmuş ve en önemli sebebin onlara yüklenen ağır vergiler olduğunu iddia etmişlerdir. Mısır’da kurulan İslâm dev­letlerinin idaresi altında zaman zaman değişik muamelelere tâbi tutulmuş ol­salar da Kıptîler’in din hürriyetine sahip bulundukları, din değiştirmelerini gerek­tirecek bir baskıya mâruz kalmadıkları bilinmektedir. Devlete ve topluma ait so­rumluluklarını ihmal etmeleri durumun­da ise sıkı takiple karşılaştıkları görül­mektedir. Dolayısıyla Mısır hıristiyanları iddiaların aksine zulüm ve baskıdan kur­tulmak için müslüman olmuş değildir.

Nüfusları hakkında 3 milyondan 8 mil­yona kadar farklı rakamlar verilen gü­nümüz Kıptîler’i merkezi Kahire’de olan, başında bir patriğin bulunduğu bağım­sız bir kiliseye sahiptir. Kahire’deki patrik eski İskenderiye başpispokosluğunun un­vanını taşımaktadır. Halen Mısır’da otuz bir, Sudan’da iki, Kudüs ve Doğu Afrika’­da birer piskopos Kıptî kilisesine bağlı­dır. Piskoposlar patrik tarafından tayin edilir. Bugün Mısır’da erkek keşişler için dokuz, kadın keşişler için sekiz manastır faal durumdadır. Son yıllarda Fransa. İn­giltere, İtalya, Avusturya ve Almanya gi­bi ülkelerde Kıptî kiliselerinin açıldığı bilinmektedir. İstanbul’da yaşayan az sayıdaki Kıptî cemaati Beyoğlu Saint An-toine Latin Katolik Kilisesi’nde Arapça ve Türkçe olarak ibadetlerini yerine getir­mektedir.

Günümüz Kıptîler’i genelde monofizist inancı taşımakla birlikte 1898 yılından iti­baren Roma kilisesine bağlı bir patrik­lik haline gelen 100-200.000 civarında Katolik cemaati bulunmaktadır. Ayrıca XIX. yüzyıldan başlayarak Amerikan mis­yonerlerinin gayretiyle Katolikler’den da­ha az sayıda bir Kıptî Protestanlar cema­ati meydana gelmiştir. Bunların dışında Mısır’da Ermeni, Keldânîve Mârûnî kiliselerine bağlı yaklaşık 160.000 Kıptî hıristiyan vardır.

Batı hiristiyan dünyası Kıptî kilisesiyle bütünleşme yolunda çeşitli çabalar sarfetmiş, 1964’te lllionis’teki Dünya Kilise­ler Birliği toplantılarına Kıptî kilisesi de davet edilmiştir. Bu tarihten itibaren Kıp-tîler bu tür toplantılara katılmaktadır. Kıptîler, Bizanslı Diocletian’ın katliamına uğradıkları milâdî 284 yılının başlangıç kabul edildiği özel bir takvim kullanmak­tadır. Diğerlerine nisbetle Kıptî kiliseleri daha basit ve sade yapılar olup içlerinde heykel bulunmamaktadır. Önceleri kilise­lere kadınların alınmadığı söylenirse de günümüzde âyinlere kadınlar da iştirak etmektedir.

Kıptî kilisesi vaftiz, Evharistiya, kuvvet­lendirme, tövbe, evlilik, ruhbanlık ve has­ta yağlanmasından ibaret olan yedi te­mel sakramenti kabul etmektedir. Kitâb-ı Mukaddes’te Aden bahçesinin Doğu’da olduğu ve îsâ’nın tekrar ge­lişinin bu yönden olacağı belirtildiğinden ibadetlerde ayakta bu istikamete dönülmektedir. Günde yedi defa dua yapılmakta, yılda toplam 151 gün oruç ve doksan üç perhiz bulunmak­tadır. Cumartesi ve pazar günleri oruç tu­tulmaz. Bütün hıristiyanlar için olduğu gibi Kıptîler için de Kudüs önemli bir zi­yaret ve hac yeridir. Ayrıca Mısır’da Kıptî­ler için kutsal sayılan ellinin üzerinde ziyaret merkezi vardır. Kıptî kilisesinde hiristiyan mezheplerinin çoğunun kabul ettiği Noel ve Paskalya bayramları yanın­da Hz. îsâ’nın Meryem’e müjdelenmesi. göğe yükselmesi, 6 Ocak yortusu olan Epiphanî gibi îsâ ile ilgili yedi adet birinci ve yedi adet ikinci derecede, Meryem ile ilgili olarak da çok sayıda bayram kutlan­maktadır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski