Kur'an'ın Dili, İcazı, Üslubu, Edebi, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Hz. Muhammed, kendisinin Allah’ın el­çisi olduğunu ve Allah katından vahiy al­dığını insanlara ilân edip herkesi yeni dine davet faaliyetlerine girişince genellikle Mekke’nin aristokrat kesiminin öncülük ettiği putperestler ona karşı şiddeti gi­derek artan bir muhalefet hareketi baş­latmışlardı. Allah’ın hiçbir şey indirmedi­ğini [Mülk 67/9] Kur’an’ın Allah kelâmı değil beşer sözü olduğunu, onu Muham­med’in kendisi uydurup Allah’a nisbet et­tiğini söylemeleri.[Müminûn 23/38; Müddessir 74/24-25] Hz. Muhammed’i çeşitli zamanlarda mecnun, şair, kâhin veya sihirbaz ya da büyüye tutulmuş olmakla itham etmeleri üzerine [Yûnus 10/ 2; Hicr 15/6; İsrâ 17/47; Furkân 25/ 8; Sâffât 37/36; Sâd 38/4; Duhân 44/ 14; Tûr 52/29-30; Kalem 68/51] Kur-‘an’da bu iddiaların gerçek dışı olduğu be­lirtilmiştir.[Hâkka 69/41-42; Tekvîr 81/25] Kur’an’ı şeytanlar tarafından kâ­hinlere telkin edilen sözler olarak gören inkarcıların iddiaları reddedilmiş.[Şuarâ 26/210-211] Kur’an’ın Cebrail tarafın­dan [Bakara 2/97; Şuarâ 26/193-194] yeri ve gökleri yaratan âlemlerin rabbi ka­tından indirildiği beyan edilmiştir.[me­selâ bk. Tâhâ 20/4; Şuarâ 26/192; Secde 32/2; Vâkıa 56/80] İnkarcılar, Kur’an ve kaynağı hakkında öne sürdük­leri iddiaların tutarsızlığını görünce baş­ka yollar aramaya başladılar. Eski kavim­lere dair kıssaların anlatıldığını görünce Kur’an’a başkalarının da yardımıyla Mu­hammed’in uydurduğu bir yalan, kendi­sine dikte edilen eski milletlerin efsane­leri yakıştırmasını yaptıkları gibi [Fur­kân 25/4-5] Kur’an’ı Muhammed’e bir ya­bancının öğrettiğini de söylediler. Kur’an, apaçık Arapça ile nazil olan bir kitabı ana dili Arapça olmayan bir kişinin dikte et­mesini mantık dışı bulup reddeder.[Nahl 16/103] İnkarcıların, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkında söyledikleri bu sözle­rinden Kur’an’ın kaynağıyla ilgili itirazları kendilerini de tatmin etmeyince durma­dan fikir değiştirdikleri anlaşılmaktadır.[ayrıca bk.Enbiyâ 21/5]

Nitekim Arap edebiyatını en iyi bilenlerden olan müş­riklerin önde gelen ismi Velîd b. Mugire’nin Kur’an’dan etkilenerek onun bilinen hiçbir edebî türe benzemediğini, rekabet edilemeyecek bir üstünlüğe sahip oldu­ğunu itiraf ettiği, buna rağmen inadını ve kibrini yenemeyip, -Başkalarından ak­tarılmış bir sihir, beşer sözü” iddiasına sı­ğındığı bildirilir.[Müddessir 74/11-25]

Peygamberliğini ilân eden bir kişinin doğru sözlü olup olmadığının anlaşılabil­mesi için benzerini insanların yapamaya­cağı mucize denilen harikuladelikler orta­ya koyması gerekir. Peygamberlerin gös­terdiği mucizeler genelde kendi dönem­lerinde en çok önem atfedilen konularda olmuştur. Hz. Muhammed’in en büyük mucizesi ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an, kendisinin mucize oluşunu Allah’tan baş­ka hiçbir gücün onun bir benzerini ger­çekleştiremeyeceğini bildirmek ve bu hususta inkarcılara meydan okumak su­retiyle ispat etmiştir. Kur’an’ın i’câzını is­patlamak üzere meydan okuma yolunun seçilmesinde Arap şair ve hatiplerinin o dönemdeki âdetlerinin etkili olduğu dü­şünülmektedir. Araplar arasında çok ateş­li bir edebî rekabetin yaşandığı bu devir­de önde gelen şairler panayırlarda bazan yıllarını vererek hazırladıkları kasideleriy-le, hatipler nutuklarıyla yarışırlardı. Jüri­lere sunulan edebî ürünlerin nasıl titiz eleştirilere tâbi tutulduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Kur’an’ın i’câzıyla ilgili çalışmalarda üzerinde durulan en önemli husus, böyle bir edebî ortamda Hz. Muhammed’in peygamberliğini in­kâr ve Kur’an’ın Allah kelâmı değil insan sözü olduğunu iddia edenlere karşı yine Kur’an’la meydan okunması, onun, bü­tün insanları benzerini ortaya koymaktan âciz bırakan (i’câz) bir mükemmelliğe sahip olduğunun ilânıdır. Üç aşamada ger­çekleşen bu meydan okumada önce in­karcılardan, eğer gerçekten Kur’an’ın kul sözü olduğuna inanıyorlarsa o zamana kadar inen kısmının bir benzerini kendi­lerinin yazıp getirmeleri istenmiştir.[Tûr 52/32-34] Bunu başaramadıkları an­laşılınca ikinci aşamada iddialarında sa­mimi iseler Kur’an’ınkine benzer on sûre hazırlayıp getirmeleri, aksi halde gerçeği kabul edip müslüman olmaları talep edilmiştir.[Hûd 11/13-14] Üçüncü aşamada ise Kur’an’ın Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir söz olmadığı, âlemlerin rabbinden geldiğinde kuşku bulunmadığı teyit edildikten sonra inkâr edenlerden Kur’an’ın bir süresinin benzerini getirme­leri istenmiştir.[Yûnus 10/37-38] Bu son aşamadaki meydan okuma Medine döne­minde tekrar edilmiştir.[Bakara 2/23-24]

Kur’an’ın i’câzının risâlet dönemiyle sınırlı olduğunu, daha sonraki asırlarda benzerinin getirilebileceğini öne sürenler olmuşsa da başta Bâkıllânî olmak üzere âlimlerin ço­ğu i’câzın kıyamete kadar geçerli olduğu görüşündedir. Çünkü meydan okuma âyetlerinde zaman sınırlaması yapılma­mıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim. Hz. Muham­med’in en büyük mucizesi olup [Ankebût 29/51] mantıkî olarak risâleti ebedî olan Peygamber’in mucizesinin de ebedî olması gerekir. Dolayısıyla bazı şarkiyatçı­ların iddia ettiğinin aksine Kur’an’ın i’câzı müslümanlar tara­fından sonraki asırlarda ortaya atılan bir görüş değildir. Kur’an’ın Hz. Muham­med’in mucizesi oluşu, âyetlerde ifade edildiği üzere onun beşer sözü değil Al­lah kelâmı olmasından kaynaklanır; bir benzerini ortaya koymanın imkânsızlığı da Allah kelâmı oluşunun zorunlu bir so­nucudur. İ’câzın hangi yönde ortaya çık­tığı konusunda tarih boyunca birçok gö­rüş İleri sürülmüştür. İslâm coğrafyasının ilmî, kültürel ve sosyal yapısındaki de­ğişim ve gelişime bağlı olarak özellikle Kur’an’ın i’câz vasfını taşımadığını öne sürenlerin ortaya çıkmasıyla III. (IX.) yüzyılın başlarından itibaren üzerinde önem­le durulmaya başlanan i’câzü’l-Kur’ân hu­susunda İlk farklı görüş Mu’tezile âlimleri tarafından geliştirildiği söylenen “sarfe” nazariyesi olmuştur. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerinin insanlar tara­fından ortaya konulamamasının sebebi, Kur’an’ın yapısı itibariyle taklit edilemez oluşu değil onu taklit etme gücünün Al­lah tarafından insanlardan kaldırılmış ol­masıdır. Kur’an’ın bir sûresinin dahi ben­zerinin asla getirilemeyeceğinin açıkça ifade edilmiş olması [İsrâ 17/88; Ba­kara 2/23] bunun kanıtıdır. Daha sonraki dönemlerde i’câzü’l-Kur’ân sahasında sa­vunma amaçlı çalışmalar yapılması ihti­yacını doğuran bu fikir Sünnî âlimler ta­rafından birçok yönden eleştirilmiştir. On­lara göre insanların Kur’an’in benzerini getirememelerinin asıl sebebi onun Allah kelâmı oluşudur. Kur’an’da öncelikle onu insan sözü olarak görenlere karşı meydan okunması da bunu göstermektedir. Bu meydan okuma âyetlerinde muhatapla­rın başkalarından yardım alabileceklerinin ifade edilmesi de sarfe görüşüne uy­gun düşmemektedir. Kur’an’ın başlıca i’câz noktaları hak­kında ortaya konan görüşler şu şekilde özetlenebilir:

A) Dili ve Üslûbu

A) Dili ve Üslûbu
Kur’ân-ı Kerîm, her peygamberin içinden çıktığı kavmin diliy­le gönderilmesi esasına bağlı olarak [İbrâhîm 14/4] “apaçık” Arap diliyle nazil ol­muştur.[Nahl 16/103; Şuarâ 26/195] Hz. Peygamber’in Kureyşli olması sebe­biyle Kureyş lehçesi ağırlıklı olmakla birlikte Kur’an’da diğer fasih lehçelerden un­surların da bulunduğu kabul edilir. Kur’an, Arapça inmiş olmakla birlikte kelimelerin seçiminde, cümlelerin teşkilinde ve konuların ifade­ye dökülmesinde Arapça’daki yaygın şekillere göre farklılık gösteren, kendine has eşsiz bir anlatım tarzına sahiptir. Kur’an’da akaid esasları, teşrîî hükümler, kıssalar gibi hususlardan her biri farklı üslûplarla anlatılmış, inkarcılara yönelik uyarı ve tehditlerle müminlere verilen müjdeler değişik üslûplarla ifade edilmiştir. Kur’an’ın üslûbunda beşerî zaafları görmek mümkün değildir; Allah kelâmı ile beşer kelâmı arasındaki fark yaratanla yaratı­lan arasındaki fark gibidir. Dili ve üslûbu öne çıkaran âlimlere göre Kur’an’ın i’câzı onun sadece Arapça kelimeler kullanmış olmasıyla alâkalı görülmemelidir, çünkü bu kelimeleri Araplar daha önce de kul­lanıyorlardı. İ’câz sadece anlam yönüyle de ilgili değildir, zira Kur’an’ın mânasının çoğu eski kutsal kitaplarda da mevcut­tur, öte yandan Kur’an’da yer alan ilâhî bilgiler, varlığın başlangıcı ve işleyişi, in­sanın yaratılışı ve akıbeti, gaybdan haber verme gibi hususlar da Kur’an’ın kendi bünyesine has i’câzı oluşturmaz; bu tür bilgiler Kur’an’ın dışında Arapça’daki bir başka söz dizimi, hatta bir başka dille veya dil dışı bir yolla da anlatılabilir. Kur­’an’da bu bilgilerin i’câz yönü okuma yaz­ması olmayan, başkalarından ders alma­yan bir peygamberin bunları kendiliğin­den söylemesinin imkân dışı görülmesin­den dolayıdır. Bunlardan çıkan sonuca göre Kur’an’ın kendi yapısına has i’câzı onun sahip olduğu özel söz dizimiyle ilgi­lidir.

Kaynaklarda Kur’an’ın dili ve üslûbu hakkında belirtilen Özelliklerden belli baş­lıları şunlardır:

1. Mevcut Edebî Şekiller­den Farklı Oluşu. Kur’an’ın nazil olduğu dö­nemde Arapça’da nazım ve nesir olmak üzere iki edebî şekil vardı. Nazım kaside ve­ya recez, nesir ise seçili veya mürsel (düz serbest) şeklinde olurdu. Âlimlerin çoğunluğuna göre Kur’an’m söz dizimini ve üs­lûbunu bunlardan hiçbirine dahii etmek mümkün değildir. Velîd b. Mugire’nin “Arap şiirini, kasidesini, recezini… ben­den daha iyi bilen yoktur. Muhammed’in söylediği Kur’an bunlardan hiçbirine ben­zemiyor” şeklindeki İfadesi de bunu göstermektedir. Eşsiz söz dizimi ve üslûp Kur’an’da tek düze değil­dir, farklı hacimlerdeki hemen her sûre­de farklı bir nitelikarzeder; âyet sonlan uyumu (fasıla), âyetlerin uzunluk ve kısa­lığı vb. durumlar sûreden sûreye, hatta bazan bir sûre içerisinde değişiklik göste­rir. Bu farklılığa rağmen âyet ve sûreler Allah’ın isimleri, insanın dış dünyasında ve öz varlığındaki deliller, hikmet, öğüt ve misaller, âhiret hayatına dair açıkla­malar, geçmiş peygamberlerin ve kavim­lerin kıssalarıyla ibret verilmesi, ibadet, muamelât, helâl ve haramla ilgili hüküm­ler gibi pek çok konuya ilişkin mânaları mezcetmede birbirine benzerlik gösterir. Seyyid Kutub’un ifadesiyle Kur’an üslûbu­nun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem nesrin meziyetlerini bir araya toplayan emsalsiz nazmı teşkil eder.

2. Lafız ve Mâna Dengesi. Kur’an ifade­lerini oluşturan kelimeler öyle seçilmiştir ki bunlar maksadı eksik ve fazla olmadan anlatır, onda anlam kelimeye tam olarak bürünüp lafız halini alır. Kısa ve özlü an­latımın tercih edildiği yerlerde mâna ih­mal edilmediği gibi muhtevanın ayrıntı­sına girilmesi gerektiği yerlerde de söz israfına gidilmez. Rummânî’nin belirtti­ğine göre “anlamı uygun ve güzel lafızla zihinlere ulaştırmak” demek olan ve üst. orta ve alt tabakaları bulunan belagatın en yüksek derecesini Kur’an’ın belagatı oluşturur. Bu bakımdan Kur’an’ın, hem Araplar’ın hem Arap olmayanların benze­rini ortaya koyamayacakları bir i’câz özel­liği vardır. Dolayısıyla Kur’an îcâz, teşbih, is­tiare, kinaye, telâüm, fasılalar, tecânüs. mübalağa, hüsn-i beyân gibi belagatın bütün kısımlarında en üst seviyededir. Meselâ nesirdeki kafiyeli sözlerde mâna secilere tâbidir. Bir edip çoğunlukla kafi­yeyi tutturabilmek için anlamı kısmen de olsa ihmal eden kelimeler seçmek zorun­da kalır. Kur’an’daki âyet sonlarında (fâsıla) durum bunun aksine olup lafızlar mâ­naya uyar: onda anlamı en güzel yansıta­cak, aynı zamanda âyet sonlarının uyu­munu gözeterek ifadeye güzellik katacak kelimeler seçilmiştir. Hattâbî, kelâmı belagat yönünden değerli (mahmûd) ve de­ğersiz (mezmûm) olmak üzere ikiye ayırıp birincisini üst, orta ve alt olmak üzere üç kısımda inceler ve her üçünün de Kur’an’­da bulunduğunu, ancak onda mezmûm kelâmın asla yer almadığını belirtir. İnsan­ların Kur’an’dan bir sûrenin dahi benze­rini getirememelerinin sebebini de şöyle açıklar: Hiçbir insanın Arap dilindeki bü­tün isimleri, mânaların zarfları ve taşıyı­cıları durumunda olan lafızları kusursuz bilmesi, bu lafızlara yüklenen anlamların tamamını zihninde toplaması, lafızlarla mânaların irtibat ve uyumunu sağlayan söz dizimi vecihlerinin hepsini kuşatıp bunlardan en güzel, en üstün olanını ter­cih edebilecek konuma gelmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Kur’an’ın bir ben­zerini getirmek imkânsız olmaktadır. Çünkü Kur’an’da kelâmı meydana geti­ren lafız, mâna ve ikisi arasındaki uyum ve irtibat dengesi en üst düzeyde kurul­muş olup bu yönüyle o erişilmesi müm­kün olmayan bir üstünlüğe sahiptir. On­da lafızların en fasih olanları en güzel bir şekilde telif edilip cümlelere dönüştürülmüş; tevhid, ahlâk, mev’iza. ahkâm gibi bütün konular bakımından mânaların en sahih olanları yer almıştır. Öyle ki âyetle­rinden bir ketime değiştirilecek olsa an­lam değişip kelâm bozulur ya da belagat seviyesi düşer. Öte yandan Kur’an’da bazı kıssa, konu, âyet ve cümlelerin birden fazla yer­de geçtiği görülür. Hz. Mûsâ ve İbrahim kıssaları, kıyamet sahneleriyle Kamer ve Rahman sûrelerindeki âyet tekrarları bu­na örnek gösterilebilir. Bu tekrarlar Kur-‘an’ın belagat ve fesahatine halel getir­mez, aksine bunlar da i’câz niteliği taşır. Kur’an’da ihtiyaç duyulmayan, anlam yö­nünden yeni bir fayda temin etmeyen tekrarlara rastlanmaz. Tekrarlar muha­tabı eğitme, günah İşlemekten, Allah’a karşı gelmekten sakındırma, düşünüp ib­ret almasını sağlama [Tâhâ 20/113; Kasas 28/51] gibi maksatlarla belagat ku­rallarına uygun biçimde gerektiği yerler­de ve gerektiği kadar yer almıştır. Blachere, Kur’an’da peygam­ber kıssalarının tekrarlanmasının sıkıntı ve usanç verdiğini öne süren Batılılar’a karşı bu kıssaların her birinin bir delile dönüştürüldüğünü, meselâ tekrarlanan kıssalarla, “İstikbali belirleyen mazidir” gerçeğini hatırlatarak eziyetlere mâruz kalan müminlerin sonunda Allah’ın yar­dımıyla kurtulacağı, inkarcıların ise helak edileceği şeklindeki tarihî kanunu ima ettiğini, böylece bu tekrarların muhatap­ları ikna vasıtası olduğunu belirtmiştir.

3. Gönüllere Tesir Edişi.
Kur’an’ın İnsanı etkisi altına alıp kendine çeken, onu kuşatan bir özelliği vardır. Bazı âyetler kulaklara çarptığı anda insana sevinç ve haz verir, onu ferahlatır; bazı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir. Kur’an’ın i’câz yönünden olan bu tesirini konu edinen âyetler de bulunmaktadır.[meselâ bk. Mâide 5/83; Enfâl 8/2; Zümer 39/23] Birçok gayri müslim Kur’an’ın bu etkisi sayesinde müslüman olmuş, düşmanlık­ları dostluklara, inkârları imana dönüş­müştür. İslâm’ın ilk yıllarında bir grubun Medine’den gelip Hz. Peygamber’den Kur’an’ı dinledikten sonra iman etmesi ve ardından İslâm’ın Medine’de yayılma­sı, Hz. Ömer’in Tâhâ sûresini dinleyince bundan etkilenip müslüman olması, Cübeyr b. Mut’im’in Resûl-i Ekrem’den Tûr sûresini işitince hissettiği tesiri. “Sanki kalbim çatlayacak sandım” şeklinde ifa­de etmesi  gibi olaylar bunun örneklerindendir. Kur’an’ın verdiği bilgiye göre cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinledikten sonra. “Biz hayran­lık verici, doğru yolu gösteren bir Kur’an dinledik ve ona iman ettik” demeleri [Cin 72/1-2] onların da Kur’an’ın bu eşsiz üslûbunu farkettiklerini gösterir.

4. Ses ve Terkip Nizamında Ortaya Çı­kan Ahenk. Kur’an’daki harflerin, kelime­lerin ve cümlelerin seslendirilmesi esna­sında ortaya çıkan, kulağa ve ruha hoş gelen, diğer söz türlerinde hiç rastlan­mayan bir mûsiki vardır. Fonetik açıdan Kur’an, şehirlilerin ifadesindeki yumu­şaklıkla bedevîlerin anlatış tarzındaki sertliği hikmetli bir ölçüde birleştirerek meydana getirdiği ahenkli bir ses sa­yesinde ancak zihinlerde tasavvur edi­lebilen bir ses armonisi gerçekleştirmiş­tir. Arapça bilmeyen bir kişi bileonu güzel sesle okuyan bi­rini dinlediği zaman bu farklı ve etkili ahengi hemen hisseder. Kur’an’da di­ğer edebiyat ve mûsiki türlerinde gö­rülen tek düzelik ve sıkıcılık yoktun onun ahengi biteviye olmayıp bir sesten di­ğerine geçer. M. Sâdık er-Râfiî’nin işa­ret ettiği gibi Kur’an lafızlarındaki harf ve harekeler arasında mükemmel bir uyum vardır. Harflerin sesleri de birbi­riyle uyum halinde olup mûsiki nazmın­da onlara refakat eder. Bu durum bir sû­renin başından sonuna kadar aynı şekil­de devam eder. Meselâ Kamer süresinde­ki “nüzür” kelimesini (54/36) seslendir­mek özellikle nûn ve zâl harfindeki ötre sebebiyle normalde dile ağır gelir. Fakat kelime âyette öyle bir terkip içerisinde kullanılmıştır ki bu zorluk tamamen orta­dan kalkmıştır. Harflerden kelimelere ve cümlelere kadar Kur’an’ın bütününde gö­rülen bu terkip ruhunu bir başka söz dizi­minde bulmak mümkün değildir. Subhî es-Sâlih, Kur­’an’daki harikulade ses ahengi ve mûsiki hakkında örneklerle bilgi vermiştir.

5. Edebî Tasvir. Edebî tasvirleri açısın­dan bakıldığında Kur’an’ın nazmındaki mûsikiye ve cümle terkiplerindeki inti­zam ve irtibata İlâve olarak kendine özgü şiirsel ve insanları cezbeden, onları Kur-‘an’ın güzelliğine götüren tasvir üslûbu da onun i’câz yönlerinden biri olarak gö­rülür. Kur’an’ı dinleyen bir kimse, bu tas­virin okunmakta olan bir kelâm olduğu­nu unutup onu bizzat şahit olduğu bir hadise olarak zihninde canlandırır. Öyle ki insan artık tasvir edilen sahnedeki şa­hıslardan biri gibi olayların seyrinden et­kilenir, hatta bazan duygularını hareketleriyle açığa vurur. Artık anlatılan kıssa hayatın hikâyesi olmaktan çıkar, bizzat hayatın kendisi olur. Kur’an’da geniş yer tutan kıssalar, kıyametle ilgili sahneler, insan tipleri, vicdanlara seslenişler, ruhî haller, zihinde oluşan tablolar, islâm da­vetinin karşılaştığı hadiseler hep tasvir metoduyla anlatılır. Buna karşılık teşri1, cedel ve mücerred meselelere dair âyet­lerde bu metot kullanılmaz. Tasvir me­todunun kullanılmadığı yerler Kur’an’ın dörtte birini geçmez, bu da Kur’an’ın an­latım üslûbunun en güçlü ifade aracının tasvir olduğunu gösterir. Subhî es-Sâlih, Seyyid Kutub’un Kur’an’daki edebî tasvire dair açıklamalarını Kur’an’ın hâlis edebî güzelliğini hissetmeye yardımcı olması, insana bu güzelliği kendi kendine bulup çıkarma, kendi vicdan ve şuuruyla onun zevkine varma imkânını vermesi sebe­biyle yeni i’câz mefhumuna uyan en isa­betli yorum olarak değerlendirir.

6. Edebî Türlerin Hepsinde Mükemmel Oluşu. Kur’an teşri, kıssa, tarih, cedel ve münazara, mev’iza gibi edebî türlerin hepsinde fesahatini en yüksek seviyede daima korumuş, sûrelerde bir konudan diğerine geçişleri en mükemmel şekilde sağlamıştır. Halbuki bir edebiyatçının edebî türlerin hepsi hakkında ileri düzey­de bilgi sahibi olması, hepsiyle ilgilenme­si mümkün olmadığından bütün alanlar­da mahir olması da imkânsızdır. Nitekim Arap edipleri daha çok övünme, kahra­manlık, mev’iza, medih ve hiciv tarzların­da söz söylemişler, her biri bunların bir veya ikisinde mahir olabilmiş, savaş, de­ve, ceylan, şarap gibi belli konuları tav­sifte yoğunlaşmıştır. Bir sözde farklı an­latımlara geçişte başarılı olanlar da çok az olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı sûre içinde ele alınan konular arasında ilk an­da bir insicam ve bir alâka göremeyen bazı müsteşrikler Kur’an’ı, içinde çeşitli fikirlerin mantıkî bir bağlantıya lüzum du-yulmaksızın dağınık bir şekilde ele alın­dığı karmakarışık bir kitap olarak nite­lendirmişlerdir. Bir tablonun güzelliğini görebilmek için ayrı renklerin bir arada bulunduğu ve bütünle uyumsuzluk ar-zettiği küçücük bir noktaya dikkat etmek yerine tabloyu bir bütün olarak gözden geçirerek onu teşkil eden unsurlar ara­sındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek gerektiği gibi Kur’ân-ı Kerîm hakkında isabetli bir hüküm verebilmek için de onun her sûresini böyle bütüncül bir anlayış çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

7. Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi.
Birçok âyetin ilk bakışta kavra­nan mânası aynı kalmakla birlikte daha derinden bakıldığında farklı kültür düze­yindeki insanlarca sezilebilen iç anlamla­rı, anlam katmanları da bulunabilir; hat­ta onun mânalarından gelecek nesillere de yeni taraflar kalabilir. Farklı anlayışla­ra imkân veren bir âyeti ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre açık­larlar.

8. Akla ve Duyguya Dengeli Olarak Hi­tap Etmesi. Kur’an’a has üslûp tarzların­dan biri de onun akla ve duyguya aynı anda hitap ederek her ikisini birden tat­min etmesidir. Buna karşılık beşerin ifa­de gücü akılla duygu arasında aynı anda denge kuramaz. Çünkü insanın düşünen kuvvesiyle duyan kuvvesi arasında sürekli bir dengenin bulunması imkânsızdır. İs­ter kıssa ister akıl yürütme İsterse hukukî veya ahlâkî bir kaideyle ilgili bir konuda olsun Kur’an’ın bizzat sözlerinin gerçek anlamlarının öğretici, ikna edici ve heye-canlandıncı bir güçle harekete geçtiği ve hem akla hem kalbe eşit bir şekilde hitap ettiği görülür. Çeşitli melekeleri aynı an­da etkisi altına alan bu hitap, Kur’an’ın her yerinde ve devamlı olarak şaşırtıcı bir ağırlığa ve üstün bir güce sahip bulun­maktadır.

Kur’an’ın dilin ve üslûbu hakkında söy­lenen ve bir kısmı yukarıda zikredilen i’câz yönleri ayrı ayrı öneme sahiptir. Bunlar birbirleriyle çelişmediğine, hatta birbir­lerini destekleyip tamamladığına göre mâkul olarak ortaya konan görüşlerin hepsini i’câzü’l-Kur’an konusunda birlik­te değerlendirmek mümkündür. Fakat i’câzın asıl sebebi onun Allah kelâmı ol­masından kaynaklanır. Kelâmın sahibi kendisini göklere, yere ve dağlara ema­neti yüklenmeyi teklif eden.[Ahzâb 33/ 72] bir tek yaprağın düşmesi dahi kendi iznine bağlı olan [En’âm 6/59] güç ola­rak tanıtır; gökleri ve yeri iki hizmetçisi gibi çağıran [Fussılet 41/11] onları avucunda düren [Zümer 39/67] yapışık iken açan [Enbiyâ 21/30] azametli ifa­deler bir beşerden sudur edemez. Kur­’an’daki ilâhî özellik müslümanların ya­nında bazı şarkiyatçıların da dikkatinden kaçmamıştır.

Kur’an’ın i’câzını dilinde ve üslûbunda gören âlimler i’câzü’l-Kur’ân’ı ancak Arap diline, ondaki edebî sanatlara çok yönlü vâkıf olan kimselerin birikim ve yetenek­leri ölçüsünde anlayabileceğini, Arapça bilmeyen veya dil ve edebiyat bilgisi ye­tersiz olan, hatta edebî sanatların sade­ce bir yönünü, meselâ şiiri çok iyi bilenle­rin onu farkedip anlamalarının mümkün olmadığını belirtirler. Dil dehalarının âciz kaldığını görmek diğer insanlar hakkın­da da delil sayılır. Araplar arasında ede­biyatın en ileri dereceye ulaştığı, şair ve hatiplerin çok olduğu bir dönemde Kur­’an’ın gerçekleştirdiği meydan okuma Mekke devri boyunca devam etti. Müş­rikler muâraza yerine hicrete zorlama, ilişkileri kesme yolunu tercih ettiler. Me­dine döneminde de savaşmayı, canlarını ve mallarını tehlikeye atmayı göze aldı­lar, birçoğu Öldürüldü. Münakaşacı, kav­gacı [Zuhruf 43/58] ve inatçı [Meryem 19/97] karaktere sahipken, edebiyatın zirvesinde şair ve hatipleri varken onlar kendi dillerinde nazil olan Kur’an’a ben­zer bir söz söyleyebilselerdi hiç durma­dan hemen söylerlerdi; savaşıp öldürül­meyi istemezlerdi. Kur’an’ın harikula­deliği karşısında acizliklerini anladıkla­rından bu yolu seçtiler.

Kaynaklarda, başta yalancı peygamber Müseylime olmak üzere tarihte Kur’an’ın meydan okumasına karşılık vermek üzere ortaya çıkanların olduğu belirtilir. Ancak ge­tirilen sözlerin Kur’an karşısındaki değer­sizliği, tutarsızlığı, bir kısmının Kur’an’ın basit taklidinden öteye geçmediği dil otoriteleri tarafından kanıtlanmıştır. Son asırlarda İran ve Hindistan’da pey­gamberlik iddia edip yeni bir şeriat ge­tirdiğini söyleyerek Arapça risale ve kitaplar telif eden ve bunları Allah’tan ge­len vahiy olarak takdim eden mülhidler çıkmış, bunlar elde ettikleri servetin de yardımıyla Arapça’yı iyi bilmeyen kimse­leri saptırmışlardır. Onlardan biri. Kur’an’ı taklit etmek üzere fasılalar ve gayba dair haberler verme iddiasında olan bir kitap yazmışsa da kitap, müntesipleri ta­rafından gizlenmiş, basılan nüshaları top­lanmıştır.

B) Diğer İ’câz Görüşleri.

B) Diğer İ’câz Görüşleri.

Kaynaklarda Kur’an’ın dil ve üslûbunun dışında i’câz yönleri de zikredilir. Üzerinde durulan hu­suslardan biri Kur’an’ın gayb alanına iliş­kin haberler içermesidir. Kur’an’da Hz. Âdem’den itibaren geçmiş peygamber­lerin ve milletlerin kıssaları yer alır. Oku­ma yazması olmayan, herhangi bir kim­seden öğrenim görmeyen bir kişinin vahiy almadan bu tarihî hadiseleri anlat­ması, onlara şahit olmuş gibi tasvir etmesi mümkün değildir. Yapılacak bir savaşta Bizanslılar’ın İranlılar’a galip ge­leceği [Rûm 30/2-5] Bedir Savaşı’nda düşman ordusunun yenilgiye uğratılaca­ğı [Kamer 54/45] müslümanların Mescid-i Harâm’a güvenle girecekleri [Feth 48/27] insanların kitleler halinde İs­lâm’ı benimseyecekleri [Nasr 110/2] İslâm dininin diğer bütün dinlere üstün geleceği [Tevbe 9/33; Feth 48/28; Saf 61/9] gibi birçok olayın önceden ha­ber verilmesi Kur’an’ın geleceğe yönelik gaybî-i’câzî yönünü oluşturur. Bunların yanında bazı âyetler münafıkların İç yüzü­nü, yahudilerin ruh hallerini ortaya koy­maktadır. Hz. Peygamberin, kendisi açı­sından gayb alanına giren bu tür haber­leri vahye dayanmadan önceden haber vermesi imkânsızdır. Bu görüş genel ola­rak bakıldığında isabetli kabul edilmekle birlikte gaybla ilgili haberlerin her sûre­de yer almaması ve Kur’an’ın her bir sû­resinin başlı başına i’câz niteliği taşıması gibi sebeplerden dolayı Kur’an’ın meydan okumaya konu olan asıl İ’câz yönünü teşkil etmediği, i’câz türlerinden yalnız birini oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Gayba dair i’câz ile yakından ilgili olan bir yön de özellikle XX. yüzyılda üzerinde önemle durulmaya başlanan Kur’an’daki İlmî t’câzdır. Esas maksadı insanı hidaye­te erdirmek olan Kur’an’ın çok sayıdaki âyetinde, bilhassa tevhid akidesine dik­kat çekmek üzere tabiat ilimlerinin alan­larına giren konularda verdiği özlü bilgi­lerin modern ilmin vardığı sonuçlarla çe­lişmemesi onun ayrı bir i’câz yönünü teş­kil etmektedir. Ancak ilgili âyetleri pozi­tif bilimin ulaştığı sonuçlarla irtibatlandırırken Kur’an’ın asıl hedefinin göz ardı edilmemesi, zorlama te’villere gidilme­mesi önemlidir. Kur’an’ın bir fen kitabı olmadığını, her şeyi en ince ayrıntısına va­rıncaya kadar çok iyi bilen Cenâb-ı Hakk’ın bazı âyetlerini kesin olmayan nazariye­lerle irtibatlandırarak yanlışa düşenlerin bulunduğunu unutmamak gerekir.

Yirmi üç yılda peyderpey nazil olması­na rağmen Kur’an’da çelişkinin bulunma­ması, nüzul sırasına göre âyetlerin birço­ğunun farklı sûrelerde yer almasına rağmen bunların birbiriyle tam bir uyum halinde olması, inanç konularından iba­detlere, toplum düzenini sağlayan ahlâk ve hukuk prensiplerine, kâinatın yaratı­lışından insanın ruh ve beden yapısına, karakterine ve sağlığına kadar bir beşerin ihata etmesi mümkün olmayan çok çeşitli sahalarda gerçek, tatmin edici ve çelişki­den uzak bilgiler ihtiva etmesi. Kur’an’ın iniş sürecinde bazı durumlarda Hz. Peygamber’in şiddetle ihtiyaç duyduğu hal­de vahyin istediği anda gelmemesi, ayrı­ca Resûl-i Ekrem’in Bedir esirleriyle ilgili kararı [Enfâl 8/67-68] İbn Ümmü Mektûm’a karşı tutumu [Abese 80/1-10] gibi davranış ve uygulamaları dolayısıyla kendisini ikaz eden âyetlerin gelmiş bulun­ması gibi hususlar da Kur’an’ın Hz. Muhammed’in sözü değil Allah kelâmı ol­duğunu gösterir. Bâkıllânîve Zemahşerî’nin hurûf-ı mukattaada Arap alfabesindeki harflerin yarısının (on dör­dünün), ayrıca mehmûse-mechûre. şedîderihve gibi harf cinslerinin her biri­nin yarısının kullanılmış olmasından hareketle geliştirdikleri i’câz nazari­yesi Şevkânî tarafından önemsiz ve faydasız görülmüştür. Tantâvî Cevherî’nin, İnsanın sağ ve sol elindeki parmak eklemlerinin on dörder tane, kuşların sağ ve sol kanatlarında uçmayı sağlayan esas tüyle­rin de aynı sayıda olması gibi kâinattaki nizamla hurûf-ı mukattaa arasında ir­tibat kurmaya yönelik gayretleri ve son dönemlerde öne çıka­rılan sayısal i’câz teorilerini de Şevkânî’-nin değerlendirmesi çerçevesinde ele al­mak gerekir. On dokuz sayısına bağlı ola­nı başta olmak üzere esasen bunların bir kısmının tutarsızlıkları kanıtlanmıştır.

  • Kuran Tercümesi, Çeşitli Dillerde Tercümeleri Tarihi, Hakkında Bilgi
  • Kudsi Hadis Nedir, Ne Demek, Anlamı, Özellikleri, Hakkında Bilgi
  • Kuran Literatürü Tefsir Çeşitleri, Batı’da Tefsir Araştırmaları, Hakkında Bilgi
  • Kur’an İlimleri, Kuran-ı Kerim Bilimleri, Nedir, Hakkında Bilgi
  • Kur’an’ın Yorumlanması, Tefsir, Öznel­lik Sorunu, Değerlerinin Günümüze Taşınması Hakkında Bilgi
  • Kur’an’ın -Açıklanması- Dil Bilimi, Metin Tahlili, Tarih Bilgisi, Tarihi Bağlamı, Hakkında Bilgi
  • Medeni Sureler Nedir, Hangileridir, Surelerin Özellikleri, İsimleri, Hakkında Bilgi
  • Mekki Sureler Nedir, Hangileridir, Surelerin Özellikleri, İsimleri, Hakkında Bilgi
  • Kur’an -Muhtevası- Kuran’ın İçeriği, Hakkında Bilgi
  • Kur’an -Mahiyeti- Nedir, Kur’an’ın Nitelikleri, Hakkında Bilgi
  • Kur’an -Tertibi- Kuran Tertib Edilmesi, Hakkında Bilgi
  • Kur’an -Tarihi- Kur’an’ın Tarihçesi, Hakkında Bilgi
  • Kur’an -Tarifi ve İsimleri- Diğer İsimleri Nedir, Hakkında Bilgi
  • Türk Edebiyatında Kur’an, Kuran-ı Kerim, Hakkında Bilgi
  • Kur’an ve Kitabı Mukaddes Benzerlikler, Farklılıklar, Hakkında Bilgi
  • Kuran Fıkıh, Kuranla İlgili Fıkhi Hükümler, Hakkında Bilgi

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski