Sözlükte “pay” anlamına gelen kur’a, fıkıh terimi olarak payların birbirinden ayırt edilmesi veya bir kimsenin öncelik sırasının tayini için başvurulan isim belirleme usulünü ifade eder. Tanımda “çare, çözüm yolu” gibi mânalara gelen hîle kelimesinin kullanılması, kur’anın ancak başka yollarla halledilmesi mümkün olmayan durumlarda başvurulacak bir işlem olduğu imasını içerir. Bu anlamıyla kur’a, “hisselerin belirlenip ayrılması” mânasındaki kısmet (paylaştırma) terimiyle anlam benzerliğine sahip olup fıkıh kitaplarında ağırlıklı olarak “kitâbü’l-kısme” bölümlerinde ele alınır. Kur’aya başvurma işlemi için de ikrâ’, iktirâ”, ishâm, istihâm, müsâheme gibi kelimeler kullanılır.
Kur’an’da önceki şeriatlara ilişkin olarak zikredilen iki olayda kur’aya başvurulduğu anlatılır.[Âl-i İmrân 3/44; Sâffât 37/141] Câhiliye döneminden devralınan bir uzlaşma usulü olarak İslâm dönemine intikal etmiş olan kur’anın meşruiyeti bu âyetlerin yanı sıra icmâa veya “Birbirinizle çekişmeyiniz [Enfâl 8/46] âyetine de dayandırılır. Hz. Peygamber’in yolculuğa çıkarken hangi eşinin kendisiyle geleceğini belirlemek üzere kur’aya başvurduğuna ve ölüm döşeğindeki sahipleri tarafından azat edilen altı köleyi Resûl-i Ekrem’in çağırıp ikişerli olarak üç gruba ayırıp aralarında kur’a çekerek kur’anın isabet ettiği ikisini azat ettiğine dair rivayetler de kur’a usulünün sünnetten dayanakları olarak gösterilir. Son olayda Resûlullah’ın kölelerin altısını da azat etmeyip kur’aya başvurmasının sebebi, ölüm hastalığında yapılan tasarrufun tıpkı ölüme bağlı bir tasarruf olan vasiyet gibi vârislerin hakkını muhafaza gayesiyle terekenin üçte birini aşamayacağı ilkesidir. Bu iki uygulama yanında Hz. Peygamber’in, “Eğer insanlar ezanın ve ilk safın faziletini bilselerdi ve bunu belirlemenin kur’adan başka bir yolunu bulamasalardı mutlaka bunun için kur’aya başvururlardı” sözü de dolaylı biçimde kur’anın cevazına işaret etmektedir.
Kur’aya başvurmanın cevazında fakih-ler görüş birliği içinde ise de hangi konu ve durumlarda buna başvurulacağı ve kur’aya başvurmanın hükmü aralarında tartışmalıdır. Fal ve kumarın İslâm’da haram kılınmış olması sebebiyle bu grupta yer alan işlemlerde kur’aya başvurulmasının caiz olmadığı açıktır. Kur’a kural olarak hak kazandırıcı bir işlem olmayıp sadece hakların veya maslahatların eşit bulunduğu, yani birçok kişinin eşit derecede hak sahibi olduğu durumlarda başlama önceliğinin veya eşit payların aidiyetinin kin ve nefrete yol açmaksızın belirlenmesi amacına yönelik bir işlemdir. Bir hakkın sahibinin belirli olduğu durumlarda bu hakkın zayi olmasına yol açabilecek şekilde kur’aya başvurulması ilke olarak caiz değildir. Bunun için de klasik literatürde kur’a daha ziyade ortak malların, ganimetlerin ve mirasın paylaştırılması konusunda gündeme getirilmiş ve bunun câizliği genelde kabul görmüş, diğer durumlarda kur’aya başvurmanın câizliği ve hükmü ise fıkıh ekolleri arasında tartışmalı kalmıştır.
Kur’aya başvurmanın uygulama alanını en dar tutanlar Hanefî ve Mâlikîler, en geniş tutanlar ise Hanbelîler ve kısmen Şâfiîler’dir. Diğerlerinden farklı olarak Hanbelîler kur’ayı bir beyyine olarak da görmektedir. İbn Rüşd, ölçüye tartıya gelmeyen şeylerin paylaşımında karşılıklı rızâdan sonra ikinci usul olarak kur’ayı önerir. Karâfî’ye göre hakların veya maslahatların eşit olması ve nakle rızânın bulunması şartıyla her yerde kur’aya başvurulabilir. Kur’anın en muhtemel uygulama alanlarından biri sahibi belirli olmayan hakların kullanım önceliğini belirlemektir. Meselâ eşit dereceli birkaç velinin bulunması durumunda nikâh velayetinin kime ait olacağı, cenazenin kimin tarafından yıkanacağı ve namazının kimin tarafından kıldınlacağı, aynı yakınlık derecesinde kadın akraba arasında çocuğun bakım ve gözetimini kimin üstleneceği gibi hususlar bu kapsamdadır. Eşit payların sahiplerini belirlemek üzere ortaklar arasında, iki beyyinenin çatışması durumunda hasımlar arasında ve terekenin üçte birini aşan köleler arasında kur’aya başvurulmasında olduğu gibi mülklerin birbirinden ayırt edilmesinde, ölü arazinin ihyası gibi ihtisas haklarında da kur’aya başvurulabilir.
Hanefîler nesep ve mülkiyet davasında, kölelerin hangilerinin azat edilmiş sayılacağını belirlemede kur’aya başvurulmasını, bir hakkın kazanımmın kur’aya bağlanmasında kumar ve fal oklarıyla paylaşma anlamı bulunduğu gerekçesiyle caiz görmezler. Hz. Ali’den gelen bir rivayeti esas alan Şâfiîler kur’ayı nesep tayini konusunda başvurulabilir bir çare olarak, hatta kur’ayı bir beyyine olarak gören Hanbelîler, gıyabî koca lehine işletilecek nesep karinesine veya yeminden kaçınmaya dayanarak hüküm vermekten daha kuvvetli bir usul görürler. Hanefîler Hz. Ali’den nakledilen uygulamayı çeşitli gerekçelerle dikkate almamışlar, yolculuğa birlikte çıkılacak eşin belirlenmesi, ortak malların paylaşımında hisselerin tesbiti gibi konularda, birincisinde eşlerden birine meylettiği töhmetini gidermek, ikincisinde ortakların içini rahatlatmak için kur’aya başvurulmasını, mevcut sünnet ve bu yönde bir teamül oluştuğu ve kumar anlamı içermediği gerekçesiyle istihsanen caiz görmüşlerdir.
Birkaç kişi arasında ortak olan malın hâkim veya hâkimin tayin edeceği bir görevli (kasım, kassam) tarafından kur’a yoluyla paylaştırılması bağlayıcı kabul edilmekte, ancak ortakların kendi belirledikleri paylaştırıcının gerçekleştirdiği kur’a-nın bağlayıcı olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.
- Kura Çekmek -İslamda- Nedir, Ne Demek, Hakkında Bilgi,
TDV İslâm Ansiklopedisi