Kuşadalı İbrahim Efendi -Halveti- Kimdir, Hayatı, Fikirleri, Hakkında Bilgi

Kuşadalı İbrahim Efendi (ö. 1262/1846) Halvetî-Şâbânî tarikatının Kuşadaviyye kolunun kurucusu.

1188’de (1774) Aydın’ın Kuşadası kasa­basının Çınarlı köyünde doğdu, öğrenim çağına gelince okuma yazmayı annesin­den öğrendi. Aydın, Denizli ve Anadolu’­nun çeşitli şehirlerinde öğrenim gördük­ten sonra İstanbul’a giderek Fatihte bu­gün Millet Kütüphanesi olarak kullanılan Feyziyye Medresesi’ne yerleşti. Burada Hoca Emin Efendi adlı bir âlimin Öğrenci­si oldu. Tahsilini tamamladığı bu yıllarda hücresine kapanarak vaktinin büyük bir kısmını ibadet ve mücahedeye ayırmaya başladı. Bir âyetin anlamı üzerinde çok düşündüğü halde çözümünü bulamama­nın sıkıntısı içinde iken bir arkadaşı ona bu âyeti, o sırada Atpazarî Tekkesi’nde misafir olarak kalan Beypazarlı Ali Efendi’ye sormasını tavsiye etti. Halvetî-Şâbâ­nî tarikatının Çerkeşiyye kolunun pîri Çerkeşî Mustafa Efendi’nin halifelerinden olan Ali Efendi’nin âyeti yorumlamasına hayran kalan Kuşadalı bu olayın ardından kendisine intisap etti. Kuşadalı 1188’de (1774) doğduğu ve Beypazarlı Ali Efendi’­nin 1229’da (1814) İstanbul’a geldiği bi­lindiğine göre o bu sıralarda otuz dokuz kırk yaşlarında olmalıdır.

1232’de (1817)Fındıkzade Kızılelma caddesindeki Beşikçizâde Dergâhı’nın şeyhliğine getirilen Beypazarlı Ali Efendi, muhtemelen aynı yıl Kuşadalı’ya hilâfet vererek irşad göreviyle Mısır’a gönderdi. Kahire’de Gülşenî Dergâhı’nda İkamet eden Kuşadalı bilinmeyen sebeplerle Mısır Valisi KavalalıMehmed Ali Paşa’ya şikâ­yet edildi ve paşanın ricası üzerine İstan­bul’a dönmek zorunda kaldı. Onun yakın­larıyla birlikte zincire vurularak İskende­riye’den gemiye bindirilip İstanbul’a gön­derildiği de rivayet edilmektedir. Bir gö­rüşe göre Mehmed Ali Paşa, Kuşadalı’nın Bektaşîlik ve Bektaşîler’e karşı olduğunu öğrenince çok kızmış ve onu Mısır’ı terke zorlamıştır. Öte yandan onun Mehmed Ali Paşa aleyhine faaliyette bulunmak üzere II. Mahmud tarafından Mısır’a gönderil­miş olabileceği ihtimali üzerinde durulmuşsa da bu görüşleri doğrulayabilecek bir delil bulunmamak­tadır.

1235 (1820) yılında İstanbul’a dönen Kuşadalı bir süre Feyziyye Medresesi’nde ikamet etti. Muhtemelen aynı yıl Evrenoszâde Sami Bey’e göre kendisine intisap eden zengin bir Bektaşî babası, Hüseyin Vassâf’a göre Usturacı Halil adlı biri tara­fından Aksaray Sineklibakkal’da kendisi için yaptırılan tekkenin meşihatını kabul ederek irşad faaliyetine başladı. Kuşada­lı’nın buradaki irşad faaliyeti tekkenin yandığı 1248 (1832) yılına kadar devam etti. Mahallede başlayan yangının tekke­ye ulaşmak üzere olduğu osırada tekkede sohbet etmekte olan Kuşadalı’ya haber verildiğinde sohbete devam ettiği, tek­kenin yanmaya başladığı söylendiğinde “Haydi çıkalım, elhamdülillah merasim­den kurtulduk” dediği nakledilmektedir. Yangının ardından tekkenin yeniden ya­pılmasına, “Bundan sonra seyrü sülük hu­susi sohbetlerle devam eder, artık tekke­lerde eski feyiz kalmamıştır” diyerek izin vermeyen Kuşadalı, Koska civarında kira­ladığı evde bir yıl kadar oturduktan son­ra Fatih Çarşamba pazarında Papasoğlu Medresesi’nin karşısındaki konağı satın alarak buraya yerleşti. Bu tarihten, hacca gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldığı 1259 (1843) yılına kadar yaklaşık on sene irşad faaliyetlerini açtığı ilim irfan ve sohbet meclisleriyle burada sürdürdü. Kuşadalı’-nın bu dönemdeki faaliyetlerinin Önemli tanığı Ahmed Cevded Paşa, tasavvufa in­tisabı bulunmamakla birlikte komşusu ol­ması dolayısıyla kendisiyle zaman zaman görüştüğünü, vüzerâdan ve devlet ricalin­den pek çok kişinin konağa gelip huzuru­na girmek için sofada beklediklerini, en büyük hoca efendilerden sorup hallede­medikleri soruların cevaplarını ondan al­dıklarını, dinî ilimlerin hepsinde ve özel­likle tefsire dair konularda olağan üstü bilgi sahibi olduğunu söyler.

1843yılında ifa ettiği hac dönüşü Şam’a gelen Kuşadali, 1262 Şevvaline kadar (Ekim 1846) Kanavat mahallesindeki Dervişiyye Camii civarında ikamet etti. Onun burada geçirdiği üç yıllık dönem sırasın­daki faaliyetleri hakkında bilgi bulunma­makta, sadece şehrin valisi Ali Paşa’nın kendisine intisap ettiği bilinmektedir. Ku-şadalı, bu tarihte İstanbul’dan gelen kı­demli mensuplarından Bosnalı Mehmed Tevfik Efendi ve 100’ü aşkın müridiyle birlikte ikinci defa hacca gitmek niyetiyle Şam’dan ayrıldı. Medine’yi ziyaret ettik­ten sonra Mekke’ye giderken hacıların ih­ram giydikleri Râbiğ mevkiinde vefat etti. Hüseyin Vassâf 1264’te (1848), mensup­larından Aydî Baba divanında onun 1263′-te (1847) öldüğünü söylüyorlarsa da İbnülemin Mahmud Kemal Sefîne-i Evliy EbrûAn ilgili sayfasına düştüğü not­ta, Sayda müşiri Kâmil Paşa tarafından Meclis-i Vâlâ Riyâseti’ne gönderilen 15 Safer 1263 (2 Şubat 1847) tarihli yazıda Kuşadalı ve beraberindeki bazı kişilerin koleradan öldüğünün bildirildiğini kayde­derek Kuşadalı’nın vefat tarihinin 1262 (1846) olduğunu tesbit etmiştir. Bu tarihi veren “şeyh-i ekmel-i devrân” ve “hâtem-i dehr bûd” ifadeleri vefatına tarih düşü­rülmüştür. Şam’da şeyhinin hacdan dö­nüşünü beklerken ölüm haberini alan mensuplarından Cerîde-i Havadis mu­harriri Enderunlu Ali Âlî onun hakkında Hidâyetü’l-velî ü varidatı Kuşadalı adlı bir risale kaleme almıştır. Kaynaklar­da Kuşadalı’nın evlilik ve aile durumu hakkında bilgi bulunmamaktadır. An­cak bir mektubunda Süleyman adlı bir şa­hıstan kayınpederi olarak bahseder. Baş­bakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan 11 Şaban 1269 (20 Mayıs 1853) tarihli belge­den onun evlendiği, vefatından sonra eşi Hatice Ha­nım ile kızı Hacer’e devlet tarafından ma­aş bağlandığı anlaşılmaktadır.

Kırk yaşına kadar zahir ilimleriyle meş­gul olan Kuşadalı, Ahmed Cevdet Paşa’­nın tanıklığının gösterdiği gibi döneminin en üst seviyedeki âlimlerinden olmasına rağmen ne bu alanlarda ne de tasavvuf alanında eser vermiştir. Misal âleminde ara sıra Sümbül Sinan ile görüşerek bir­birlerinden istifade ettiklerini, zaman za­man daîbn Kemal ile görüştüğünü, an­cak her defasında kendisinin ondan isti­fade ettiğini söylemesi onun zahir ilimlerine verdiği değeri göstermesi bakımın­dan önemlidir. Kuşadalı’nın 1236 (1820-21) yılından itibaren müridlerinin ter­biyesi amacıyla yazdığı mektuplar, onun düşünce dünyasını ve şahsiyetini anla­ma konusunda en önemli kaynaktır. Ve­fatından sonra mensupları tarafından is­tinsah edilerek derlenen ve büyük bir bö­lümü Millî Kütüphane ile Millet Kütüphanesinde bulunan mektuplarının sayısı, çeşitli kütüphane­lerde ve özel şahısların elindeki diğer mektuplarla birlikte 143’e ulaşmaktadır. Bu mektuplar Yaşar Nuri öztürk tarafın­dan derlenerek yayımlanmıştır.

Halveti-Şâbânî tarikatına mensup olan Kuşadalı İbrahim Efendi’nin tarikat silsi­lesi mürşidi Beypazarlı Alî Efendi vasıta­sıyla bu tarikatın Çerkeşiyye kolunu pîri Çerkesi Mustafa Efendi’ye. ondan sonra Mehmed Zoravî, Mudurnulu Abdullah Rüşdü, Mehmed Nasûhî, Karabaş Velî, Kastamonulu Mustafa Muslihuddin Çe­lebi. İsmail Çorûmî, Ömer Fuâdî. Muhyiddin Kastamonî şeklinde devam ederek tarikatın pîri Şeyh Şaban Velî’ye (ö. 976/ 1568) ulaşır.

Kuşadalı, diğer esma tarikatları gibi esmâ-i hüsnâdan yedi ismin [kelime-i tevhid, Allah, hû, hay, hak, kayyûm, kahhâr] zikredilmesini seyrü sülük esası olarak ele alan, halvet ve tekke merkezli tasavvuf anlayışına sahip Halvetiyye tarikatının ta­savvuf anlayışına getirdiği yeniliklerle temayüz etmiş ve bu sebeple kendisine Halvetî- Şâbânî tarikatının kendi adıyla anılan Kuşadalı [Kuşadaviyye, İbrâhimiyye] kolu nisbet edilmiştir.

Tekkelerde artık feyiz kalmadığını söy­leyerek tasavvuf anlayışında tekkeye yer vermeyişi, seyrü sülûkü tekke dışında bu­lunduğu her yerde sohbetlerle sürdürme­si, ilim tahsilini seyrü sülûkün yarısı say­ması, esma zikrini zorunlu bir uygulama olmaktan çıkarıp müridde istidat zuhur edinceye kadar istiğfar ve salavât-ı şerife dersiyle yetinmesi, kul tertibi dediği evrâd ve ahzâb okuma yerine zikir olarak mânasını düşünüp yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmeyi tavsiye etmesi, Nakşibendiyye’ye has bir uygulama olarak bi­linen rabıtayı sırrullah, sırr-ı beytullah ve sırr-ı Resûlullah olduğunu söyleyerek ta­rikatın en önemli esası haline getirmesi, bazı mensuplarına zikir telkini konusun­da izin vermekle birlikte hiç kimseyi ha­life tayin etmemesi, bu konu kendisine sorulduğunda hâl-i hilâfet kimde zahir olursa ona tâbi olmalarını söylemesi gibi hususlar. Kuşadalı’nın toplumda yaygın olan tasavvuf ve tarikat anlayışına getir­diği önemli yeniliklerdir. Bunların büyük bir kısmının Hacı Bayrâm-ı Veli’den itiba­ren Bayramî Melâmiliği’nde uygulanagelen hususlar olduğu ve mürşidinin pîri Çerkeşî Mustafa Efendi’nin melâmete dair bir risalesi bulunduğu dikkate alınır­sa Kuşadalı’nın bu tarikattan etkilendiği söylenebilir. Bununla birlikte mektupla­rında bu konuya temas etmediği görül­mektedir.

Kuşadalı’nın vefatı üzerine İhvan hâl-i hilâfetin Bosnalı Mehmed Tevfik Efendi’-de tecelli ettiğini görerek kendisine biat etmiştir. Kuşadalı’nın halifeleri olarak ta­nıtılan Rusçuklu Ali Fethi, Aydî Baba, Keçecizâde Hafız Ali İzzet, Mehmed Kırımı, Ahmed İzzet, Kadızâde Ömer Halvetî, Ali Fikri, Muhammed Necib, Muhammed Şevki gibi isimler onun zikir telkin etmek­le görevlendirdiği kişilerdir. Bosnalı Meh­med T,evfik Efendi’den sonra Kuşadalı ta­rikatının hilâfet makamına Niğdeli Bekir Efendi ve ardından Fâtih türbedân olarak tanınan Ahmed Amiş Efendi geçmiş, mücâhedatın bir kısmını Kuşadalı’nın, geri kalanını da kendisinin kaldırdığını söyle­yen Ahmed Amiş Efendi, döneminde ta­rikat tam anlamıyla Melâmetî bir nitelik kazanarak günümüze ulaşmıştır. Şeyhül-vüzerâ Nâmık Paşa, Abdülaziz Mecdi Tolun, Osman Nuri Ergin, Süheyl Ünver, Fet­hi Gemuhluoğlu bu tarikattan feyiz alan önemli şahsiyetlerdir.

Kuşadalı’nın yukarıda adı geçen men­suplarından Keçecizâde Hafız Ali İzzet, Mehmed Kırımî ve Ahmed İzzet efendiler, Fatih Çarşamba’da Lokmacı sokağında bulunan Rumeli Kazaskeri Hacı Hasan Refet Efendi’nin hankahında irşad faaliye­tini sürdürmüşlerdir.

Kuşadalı’nın, Bektaşîliği tarikat ve tek­kelerin yozlaşmasına çarpıcı bir örnek ola­rak gösterdiğine, yeniçeriliğin kaldırılması ve Bektaşîliğin yasaklanması konusunda II. Mahmud’un izlediği politikayı destek­lediğine dair görüşlerin bir kanıtı bulunmamakta­dır. Mehmed Esad adlı birine yazılmış mektuptan hareketle bu kişinin, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Bektaşî tekke­lerinin kapatılmasına dair Üss-i Zafer adlı eseri yazan Vak’anüvis Mehmed Esad Efendi olmasının kuvvetli bir ihtimal ve bunun yukarıdaki görüşü kesinleştiren bir kanıt olduğu ileri sürülmüşse de mektubun Akhisar’da ikamet eden Kazasker Şehrîzâde Mehmed Esad Efendi’ye yazıldığının tesbit edilmesiyle bu ihtimalin doğ­ru olmadığı anlaşılmıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski