Yaratılmıştık özelliklerinden ve mahiyetinin idrak edilmesinden münezzeh oluş mânasında Allah’a izafe edilen bir kavram” diye tanımlanan kutsiyet on âyette yer almaktadır. İki âyette. Allah’ın Hz. Musa’ya hitabı sırasında Musa’nın mukaddes bir vadide bulunduğunun kendisine bildirildiği ifade edilmekte [Tâhâ 20/12; Nâziât 79/16] bir âyette Hz. Musa’nın kavmine hitaben, “Allah’ın size takdir ettiği mukaddes yere (arz-ı mukaddese) girin” dediği belirtilmektedir.[Mâide 5/21] Taberî, vadinin mukaddes oluşunu manevî kirlerden temizlenip mübarek olmakla açıklamış Mâtürîdî ise üzerinde Allah’tan başkasına tapınılmamış yer özelliği taşıması veya Kabe’de ve diğer camilerde olduğu gibi içinde ibadet edilmesinin sevabının fazla olması şeklinde yorumlamıştır. “Arz-ı mukaddese” de Taberî tarafından aynı şekilde mânalandırılmış Mâtürîdî, İsrâ sûresinin 1. âyetine atıfta bulunup (17/1) çevre olarak “meyveli ve bereketli” anlamına gelebileceği gibi “şirkten ve her çeşit kötülükten uzak tutulup âbid ve zâhidlerin bulunduğu yer” olarak da anlaşılabileceğini belirtmiştir. Takdisi “Allah’ın kişiyi manevî kirlerden temizleyip arındırması” mânasına alan Râgibel İsfahânî, maddî mekânların kutsiyetini “en büyük kirlilik olan şirkten temiz ve uzak tutulması” şeklinde açıklamıştır.
Genellikle Cibrîl diye anlaşılan ve dört âyette yer alan “rûhulkudüs” tabiri üç yerde Hz. îsâ’yı destekleyen bir unsur, bir âyette de Kur’an’ı Allah’tan alıp getiren varlık olarak anlatılır.[Bakara 2/87. 253; Mâide 5/110; Nahl 16/102] Bir âyette meleklerin Allah’ı teşbih ve takdis ettiği belirtilmiş [Bakara 2/30] iki âyette de kuddûs ismi Allah’a izafe edilmiştir.[Haşr 59/23; Cum’a 62/1] Müfessirler, teşbihle takdise “zâti ilâhiyyeyi ulûhiyyet makamıyla bağdaşmayan her türlü nitelikten tenzih edip O’na tazimde bulunma” mânası vermişlerdir. Esmâ-i hüsnâdan biri olan kuddûs, “Allah’ın yetkinliğin zıddı olan özelliklerden (nakâis) ve erdemliğin zıddını teşkil eden niteliklerden (uyûb) berî ve yüce tutulması” demektir. Kutsiyet kavramı çeşitli hadislerde de Allah’a izafe edilmiştir.[bk. Kuddûs]
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis rivayetlerinde kutsiyet kavramıyla anlam yakınlığı içinde bulunan, “tesbîh” ve “ulüv” köklerinden türeyen birçok kelime mevcuttur. Aslında ulûhiyyet konusu üzerinde fikir beyan eden İslâm âlim ve düşünürleri tarafından benimsenen ve “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir [Şûrâ 42/11] mealindeki âyette ifadesini bulan selbî-tenzihî sıfatların tamamı kutsiyet kavramının mâna ve muhtevasını pekiştiren beyanlardır.
Kur’an’da da beyan edildiği üzere Hz. Nuh’tan İtibaren bütün peygamberler, Allah’tan başkasına kutsiyet atfedip ubûdiyyette bulunmamaları konusunda ümmetlerini uyarmış, her peygamberin davetinin temel ilkesini tevhid inancı oluşturmuştur. Çünkü Allah’tan başka herhangi bir varlığa kutsiyet kapsamında gönül bağlamak, yaratıkların en şereflisi olan insanın hem selim fıtratı hem şuurlu canlı olmanın sağladığı üstün konumu hem de şahsiyetinin gelişmesi olgusuyla bağdaşmaz.
Dinler tarihi verileri ve Kur’an’m beyanlarından anlaşıldığına göre tarih boyunca insanlar bazı tabiat varlıklarının zararlarından korunmak, bazılarından da faydalanmak amacıyla türlü yaratıklara kutsiyet nisbet etmiş, onlara yaratılmışlık üstü özellikler atfetmiştir. Bu arada çeşitli hayvanlar kutsallaştırılmış, ay. güneş ve yıldızlara tapınılmış [Fussılet 41/37] gözle görülmeyen bazı varlıklara (cinler) tanrılık izafe edilmiş.[Sâffât 37/158] melekler Allah’ın kızları diye nitelendirilmiş [Sâffât 37/149-155] yahudiler Üzeyir’i. hıristiyanlar Mesîh İsâ’yı Allah’ın oğlu olarak kabul etmiştir.[Tevbe 9/30] İslâm öncesi Arap kavimlerinin çeşitli putlara -Allah’a yaklaştırıcı vesileler olarak- taptıkları bilinmektedir.[Zümer 39/3]
Aslında monoteist bir dine mensup oldukları halde yahudi ve hıristiyanlar zamanla başta Üzeyir ve îsâ olmak üzere din büyüklerini kutsallaştırmalardır. Kur’ân-ı Kerîm onların bu tutumunu kâfirlerin telakkisine benzetmekte ve kendilerini ağır bir şekilde kınamaktadır.[Tevbe 9/30-31] Hz. Peygamber de hıris-tiyan devlet adamlarına gönderdiği davet mektubunda aynı temayı işleyip insanların birbirini tanrı edinmemesi gerektiğini vurgulayan âyete yer vermiştir.[ Âl-i İmrân 3/64]
İslâm öncesi dinlerde yer alan tabiat nesnelerini, şahıs, mekân ve zamanı kutsallaştırma eğilimi yabancı kültürlerin etkişiyle müslümanlar arasında da görülmüştür. İtikadî ve fıkhî mezheplerin yanı sıra tarikatların teşekkül edip müesseseleşmesinden sonra Şia’nın imamlarını. Sünnîler’in din âlimleri, tarikat şeyhleri vb. kişileri aşırı derecede yüceltmeleri onları bir tür kutsallaştırma olarak kabul edilmiştir. İtikadî ve fıkhî mezheplerin önde gelen âlimlerinin çok defa hatasız kabul edilmesi, görüşlerinin eleştirilmeden isabetli bulunması, vefat etmiş tarikat liderleri hakkında kutsiyetle irtibatlı ifadelerin kullanılması ve kendilerinden medet umularak kabirlerine mabedlere benzer tarzda ilgi gösterilmesi bu görüşü haklı kılan yaklaşımlardır.
Peygamberler dahil olmak üzere Allah nezdinde makbul olan sıddîklar, şehidler, sâlihler [Nisâ 4/69] ayrıca insanların hüsnüzan beslediği velî ve ermişler, hatta meleklerden hiçbiri [Nisâ 4/172; Yûnus 10/62-64] kutsiyetin mahiyetini oluşturan “yaratılmışlık üstü ve aşkın” özelliği taşımaz. İlâhî dinin son halkasını oluşturan İslâmiyet’in bu temel ilkesinin bir müslüman tarafından çiğnenmesi düşünülemez. Ancak farklı dillerde yer alan bazı kavramların muhtevasında zamanla değişikliğin meydana geldiği de bilinen bir husustur. Bu sebeple yaratılmıştık üstü özelliği ve aşkinlık niteliği nisbet etmemek şartıyla “çok saygı gösterilen, karşı çıkılmaması gereken” anlamı çerçevesinde Allah’tan başka varlıklar için kutsal kavramının kullanılması mümkün görünmektedir. Bununla birlikte kutsiyetin mecazî mânada da olsa insana izafe edilmesi, onda yaratılmışlık üstü bazı güç veya özelliklerin mevcudiyetini akla getireceğinden sakıncalı bulunmuştur.
TDV İslâm Ansiklopedisi