Latife Nedir, Ne Demek, Tasavvufta Anlamı, Hakkında Bilgi

Latife İnsandaki ilâhî cevhere işaret eden tasavvuf terimi.

Sözlükte “ince, yumuşak şey; şaka” an­lamlarına gelen latîfe kelimesi tasavvuf terimi olarak “son derece ince bir mâna ifade eden. kelimelerle açıkça anlatılama­yan, işaret yoluyla ehline söylenilebilen, tadılarak ve yaşanarak öğrenilen bilgi­ler” anlamında kullanılmıştır. Sûffler, insanı insan yapan ve onun hakikatini oluşturan ruhanî cevhere “latîfe-i rabbâniyye” veya “rûh-i menfûh”, bu ilâhî latifenin nefse en yakın mertebesine de “latîfe-i İnsâniyye” adını vermişlerdir. Latîfe-i insâniyyeye “kalb, nefs-i natıka, hakîkat-i insan” da denmektedir.

Sûfilere göre insan, “anâsır-ı erbaa” denilen dört unsurla (toprak, su, hava ve ateş) altı latifeden meydana gelmiştir. Bu altı latifeden biri halk âlemine, diğerleri ise emir âlemine aittir. Halk âlemine ait olan latifeye “nefs-i hayvânî” (nefs-i şeh­vanî) adı verilir. Emir âlemine ait olan la­tifeler kalb, ruh, sır, hafî veahfâdır. Emir âlemine ait olan latifelerin makamı arşın üzerinde oldu­ğundan bunlara “âlî latifeler”, halk âle­mine ait olan nefs-i hayvânî ile dört un­surun makamı arşın altında olduğu için bunlara da “süflî latifeler” denmektedir. Cenâb-i Hak bir insanı yarattığında dört unsurla bu latifelerin her birini beden­deki yerlerine tevdi eder.

İnsandaki ruhanî latifeler insanı İnsan yapan, onun “eşref-i mahlûkât” olmasını sağlayan ve onun hakikatini oluşturan ilâ­hî bir cevherdir. Akl-ı evvel, levh-i mah­fuz, hakîkat-i Muhammediyye, nûr-ı Muhammedî ve nefs-i küllî gibi isimler veri­len bu ilâhî hakikatin mazharı insandır.

Onun insandan başka hiçbir varlıkta te­cellisi söz konusu değildir. Bundan dolayı insan maddî yapısı itibariyle “âlem-i sagir” (küçük âlem), taşıdığı bu ilâhî hakikat itibariyle “âlem-i kebîr”dir (büyük âlem) ve yine bu sebeple insan Allah’ın yeryüzün­deki halifesi olarak kabul edilmektedir. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten korkup çekindiği ilâhî emaneti insanın yüklenmiş olması da [Ahzâb 33/72] bundan dolayıdır. İnsandaki bu ilâhî lati­fe Allah Teâlâ’nin “kün” (ol) emriyle yara­tılmıştır, ancak ölümsüzdür; bedenin ölü­müyle ölmez. Cisim ve araz değildir; ken­di kendiyle kâimdir. Hem kendini hem yaratıcısını hem de evreni idrak eder. Bu özellikleriyle emir ve nehiylere muhatap kılınmıştır.

Sûfîler, her insanda yaratılış itibariyle mevcut olan bu ilâhî latifenin fonksiyon­larını icra edebilmesi için seyrü sülük adı­nı verdikleri ruhî eğitimin şart olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre böyle bir eği­timden geçmeyen insanlar nefs-i hayvânînin hâkimiyeti altına girer, maddî ar­zularının esiri olur ve manevî alanda hiç­bir ilerleme kaydedemez. Tasavvuf ehli­nin ve tarikat pîrlerinin geliştirip uygula­dığı seyrü sülük adı verilen terbiye usul­leri insandaki ilâhî latifenin onun hayatına hâkim olmasını sağlamayı amaçlar. Sûfî­ler, kâmil bir mürşidin denetiminde şu­urlu ve disiplinli bir kulluk neticesinde seyrü sülûkünü tamamlayan dervişte ruhanî latifelerin hâkim hale geleceğine. kalbinde marifet ve muhabbet-i ilâhî nur­ları parlayacağına, ilâhî mükâşefe ve müşahedelere mazhar olacağına inanırlar.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski