Lezzet, Hedon, Nedir, Anlamı, Filozofların Görüşleri, Hakkında Bilgi

Lezzet. Varoluşa uygun algıların meydana getirdiği haz, maddî veya manevî doyum, zevk anlamında psikoloji ve ahlâk terimi.

Sözlükte “hoşlanma, zevk alma” anla­mındaki lezâz (lezâze) masdanndan isim olan lezzet genellikle fizyolojik veya ruhî ihtiyaç ve arzuların karşılanması, insanın çeşitli melekelerinin kendi yetkinliğine doğru ilerlemesiyle hissedilen zevki ve bir tür mutluluğu ifade etmek üzere kulla­nılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği iki yerde uhrevî hazzı ifade etmektedir.[Sâffât 37/40; Zuhruf 43/71] Terimin Grekçe karşılığı hedonedir. Aynı kelime­den gelen hedonizm (hazcılık), mutlulu­ğun kazanılması için temel ölçüt olarak nazların tatminini öngören bir ahlâk fel­sefesinin adıdır. Fârâbî’nin Epikuros’a nisbet ederek “fırkatü’l-lezze” (hedonistler) diye andığı bu ekol hakkında İslâm lite­ratüründe sistematik bilgi yoktur. Hazcı ekolün öncü isimlerinden Aristip ve onun kurduğu Cyrene okuluyla ilgili olarak ak­tarılan bilgiler de hedonizm bağlamından uzak bazı değinmelerden ibarettir.

Hedone terimine dair ilk bilgiler Eflâtun’un diyaloglarında yer almaktadır. Bu­rada Sokrat, hedonist fikirleri savunan sofist Callicles karşısında bedenî nazla­rın süreklilik arzetmemesi sebebiyle mutluluk için ölçü alınamayacağını söy­ler. Söz konusu tartışmada ele alınan haz kavramı Crotonalı hekim Alcmaeon’dan beri (susama-su içme örneğinde olduğu gibi) tüketme (kenosis) ve yeniden doldur­ma (anaplerosis) kavramlarına dayandırıl­maktadır. Bu açıklamaya göre bedendeki eksilmeler organizmada bir dengesizliğe yol açmakta, bunun sebep olduğu elem, eksilen öğeyi tamamlama veya tükenen öğeyi yeniden doldurma yönünde arzu ve zorlama meydana getirmekte, bedenin doğal dengesini yeniden kazanması da lezzet veya hazza yol açmaktadır.

Sokrat’ın hazcılığı reddederek aklî ha­yatın erdemlerini esas alan tutumuna karşılık öğrencisi Eflâtun, mutlu geçirile­cek bir hayatın hem nazların hem de aklî hayatın gereklerini İçeren hayat olduğu­nu savunmuştur. Ancak filozof bu sonuca ulaşırken nazların bedenî olduğu fikrinden giderek uzakla­şıp bunları bedenî nazların yalnızca bir aleti olarak tanımlamış, böylece hazların ruhî tabiatını veya aklî etkinliklere dayalı hazların varlığını ön plana çıkarmıştır. Eflâtun’un çağdaşları arasında hedonist tutumun asıl temsilcisi Cyrene okulunun kurucusu olan Aristip’tir. Filo­zofa göre bütün etkinliklerimizin amacı hazdır ve bunu kavramak için içgüdüle­rimize bakmak yeterlidir. Bedenin nazları ruhunkilerden daha iyidir, insanın ödevi de yalnızca şimdiki zamanda yaşanacak hazların peşine düşmektir.

Aristo, hedonizmin leh ve aleyhindeki fikirleri etraflıca inceledikten sonra kendi düşüncelerini ortaya koymuştur. Filozofa göre haz bir süreç değil bir etkinliktir (energia). Dolayısıyla haz, “ta­biata uygun olan karakteristik bir duru­mun engellenmemiş etkinliği” olarak ta­nımlanmalıdır. Tanıma göre haz, bir algı etkinliğinin peşi sıra gelen ve eğer özne yahut nesnedeki (meselâ hastadaki iştah­sızlık gibi) bir eksiklik tarafından engellenmemişse bu etkinliği tamamlayan bir şeydir. Bütün insanlar hazzı ister; ancak bunun sebebi doğrudan doğruya hazlar değil insanların yaşamak istemesi ve naz­ların temel yaşama etkinliklerini tamam­layan bir öğe olmasıdır.

Epikuros’un hedonist ahlâk felsefesi­ne göre haz ve eleme dair yaşantılara yol açan şey, aslında varlığımızın atomik dü­zeyindeki farklılaşma ve hareketliliğidir. Haz tabii olduğu için iyi, elem ise tabiata aykırı olduğu için kötüdür. Yukarıda anı­lan tüketmeyeniden doldurma teorisini benimsemiş olan Epikuros bu süreci tah­lil ederken böyle süreçlere bağlı olmayan, sırf dengenin sağladığı durağan bir haz kavramına ulaşmıştır. Burada söz konu­su olan denge durumu bedende elemin olmayışını, ruhun da tam bir sükûnet ve denge içinde bulunmasını ifade etmek­tedir. İnsan ruhunun çalkantılardan uzak olduğu bu durum Stoa felsefesinde bilge­lik ideali olarak tanımlanmış ve “apatheia” (korku, arzu, haz ve elem gibi duygulardan uzak olma) terimiyle Karşılanmıştır.

Saadet kavramını esas alan, aklî ve ah­lâkî hayatın erdemini ve bunu gerçekleş­tirmek için bedenî hazların kontrol altına alınması gereğini ısrarla vurgulayan İs­lâm ahlâk filozofları bu meseleyle ilgili dü­şüncelerini geliştirirken lezzet kavramı­nın tanımı ve değeri üzerinde durmuş­lardır. Bilindiği kadarıyla lezzet kavramı etrafında ilk müstakil eseri kaleme alan filozof Ebû Bekir başlığını taşıyan ve günümüze bazı pasajlar halinde ulaşan kitabında lezzet ve elemi birbirine bağımlı sü­reçler olarak kavramaktadır. Acıkma ve yeme örneğinde görüldüğü gibi lezzet elemden kurtulmanın bir sonucu ve de­vam ettirildiğinde yine eleme dönüşen bir süreçtir. Lezzet ve elemin olmadığı his­sizlik durumu ise “tabiat” olarak adlandı­rılır. Lezzet ve elem süreçlerinin kendisinde son bul­duğu bir hissizlik ve sükûnet durumu ola­rak tabiat, Epikuros felsefesindeki “ata-raxia” ve Stoa felsefesindeki “apatheia” kavramına karşılık gelmektedir. Buna pa­ralel olarak Râzî et-Tıbbü’r’rûhânî’Ğe lezzeti “tabiata dönüş” şeklinde tanımlamaktadır. Ancak her lezzetten önce mut­laka bir elem vardır, dolayısıyla kendi ba­şına lezzet algısı yoktur. Râzî, es-Sîretü’l-felsefiyye’de yaratılışın en yüksek gayesini bedenî lezzetlerin tatminine değil bilgi ve adalet erdemlerine bağlamış, ölümsüzlük âleminin kesintisiz lezzetlerini bu dünyadaki sonlu lezzetlere tercih etmenin anlamsız olduğunu söyle­mişti.

Fi’l-Lezzet ve’l-ûlâm adlı eserinde lezzeti kemal, idrak ve aşk kelimeleriyle karşılayan İbn Miskeveyh, kemalin ger­çekleşmesini yetkinlik ve yetkinliğe ulaş­mayı lezzet olarak tanımlamaktadır. Du­yu ve akıl idraklerinden her birine özgü yetkinlik ve lezzetler söz konusudur. Her varlık tabii veya iradî biçimde kendi yet­kinliğine doğru çekilir. Gerçek, sürekli ve mutlak lezzetin ilkesi olan Tanrı bütün varlıkların kendisine şevkle yöneldiği mutlak yetkinlik, mutlak iyidir. Her şey O’na âşık iken O yalnızca kendi yetkinliği­ne âşıktır. Tanrı kendi mutlak yetkinliğini bilmekle mutlak ve gerçek lezzeti algıla­maktadır. İbn Miskeveyh, Ebû Bekir er-Râzî’ye ait “tabii duruma dönüş” şeklin­deki lezzet tanımının metafizik varlıkların algısı bakımından geçerli olamayacağını, çünkü onlarda “tabiattan çıkış” diye bir şeyin söz konusu olmadığını belirtmekte­dir. Aynı tanım tabii âleme yönelik amaç­lar için de açıklayıcı değildir. Çünkü oluş ve bozuluş süreçlerine bağlı olan tabii du­rumların değişkenliği, onları gerçek lez­zetlerin standardı saymamız için yeterin­ce istikrarlı değildir. Dolayısıyla bir orga­nizma için lezzet, tabii duruma dönüşle değil kendine özgü yetkinlik ufkuna doğ­ru yönelmekle meydana gelir.

Yetkinlik ve aşk kavramları arasındaki benzer bir ilişki Risale îi’l-^ışk adlı ese­rinde İbn Sînâ tarafından da kurulmuş­tur. Ancak filozofa göre hazzın meydana gelmesi için yetkinliğin sadece oluşması yetmez, algılanmış olması da gerekir. Aristo’da olduğu gibi lezzet algıyı izler, ya­ni lezzet uygun olanın algılanmasından ibarettir. Buradaki uygunluk algılayan güçle algılanan nesne arasındaki uygun­luktur. Hastalık veya mizaç bozukluğu gibi bir sebeple engellenmediği sürece bu uygunluk lezzet doğurur. Algının duyu­lar planında gerçekleşmesiyle hissî lezzet meydana gelir. Bir algı gücünün kendine has işlevini gerçekleştirmesi ona özgü iyi­liğin gerçekleşmesiyle aynı şey olduğun­dan lezzet kendi gerçekleşme şartları içinde iyi bir şeydir. Aklî algı gücüne kar­şılık gelen uygunluk ise akletme (taakkul) etkinliğidir. İnsan aklının mutlak iyi olan Tanrı’yı, bütün varlıkların var oluş süreci­ni ve kendi varlığını akletmesi akla özgü yetkinlik olup bu yetkinliğin algılanması da aklî hayata has lezzetleri meydana ge­tirir. Hissî lezzetlerden birçok bakımdan üstün olan aklî veya ruhanî lezzetler ger­çek mutluluğun da kaynağını oluşturur. Teolojik açıdan bakıldığında yetkinlik ve güzelliğin zirvesinde olan Tanrı kendini aklettiği için lezzetin de zirvesindedir. İbn Sînâ’nın felsefesinde aklî lezzetlerin var­lığını ve hissî lezzetler karşısındaki tartı­şılmaz üstünlüğünü ortaya koyan fikirler, bir yandan bu dünyada gerçekleştirile­cek entelektüel hayatın erdemlerini ön plana çıkarırken öte yandan ruhun uhrevî hayatta algılayacağı aklî lezzetlerin insan tasavvurunu aştığına işaret eder.

Lezzetin “tabii duruma dönüş” ve “uy­gun olanın algısı” şeklindeki alternatif iki tanımının daha sonra bu kavram etrafın­da gelişen tartışmalarda belirleyici oldu­ğu görülmektedir. Meselâ Fahreddin er-Râzî ilk tanımın lezzeti, ikinci tanımın kavramın zıddı olan elemi açıklamada ye­tersiz kaldığını ileri sürmüştür. Nasîrüddîn-i Tûsî ikinci tanımla ilgili itirazı geçerli görmemiş ve üstadı İbn Sînâ’nın yaklaşı­mını savunmuştur. Ancak bu tartışma­lar esas itibariyle kavramın tahliline yöne­lik olarak gerçekleşmiş, klasik İslâm dü­şüncesinde mutluluk kavramına yüklenen anlam ve erdem fikrine atfedilen üstün değer sebebiyle adına hazcılık denilebile­cek felsefî bir ahlâk ekolü gelişme imkâ­nı bulamamış, sadece erdemli olmak ve iyilik yapmaktan duyulan lezzetin ahlâkî hayat üzerindeki yapıcı tesirine dikkat çekmekle yetinilmiştir.

TDV İslâm Ansiklopedisi

 

Daha yeni Daha eski