Libya Tarihi -Osmanlı Dönemi- Hakkında Bilgi

Osmanlılar’ın bugün­kü Libya’yı içine alan ve Mağrib denilen Kuzey Afrika’ya ilgi duymaları XV. yüzyı­lın sonlarından itibaren başlar. Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriyye’sinde Trablus, Misillâte, Misrâte, Berka, Tubruk, Sellüm liman­larının özellikleri ve tarihçeleri yer alır. 1510’da Trablus’un İspanyollar’ca işgalin­den evvel o sularda amcası Kemal Reis ile birlikte bulunmuş olan Pîrî Reis’in, “Trab­lus halkı devletlü hünkâra bir kâğıt gön­derip bir sancak beyi isterler” şeklindeki kaydından isteğin öncelikle yerlilerden geldiği anlaşılır. Orta Afrika’nın başlıca köle ve altın tozu ticaretinin Akdeniz’e çı­kış limanı olan Trablus İspanyol işgaliyle önemini tamamen kaybetmiş ve kervan­lar başka İslâm limanlarına yönelmişler­di. Özellikle Trablus’a 12 mil mesafedeki Tâcûrâ gelişme göstermişti.

1519’da Tâcûrâ’dan bir heyet İstanbul’a gelip kurtarılmalarını yeniden istedi. Ka­nunî Sultan Süleyman’ın emriyle Harem ağalarından Hadım Murad Ağa bir filo ve bir miktar askerle Tâcürâ’ya yerleşti. İs-panyollar’ın Malta şövalyelerine devret­tikleri Trablus’un ülke içiyle ilişkisi azaldı. Osmanlılardın Batı Akdeniz’de ağırlıklarını iyice hissettirdikleri bir dönemde Trab­lus şehri Turgut Reis’in gayretleriyle 15 Ağustos 1551’de ele geçirildi. Şehir eski ticaretine ve zenginliğine kavuştu ve tek­rar bölgenin merkezi oldu.

Bugün Libya adı altında toplanan Trab­lus, Bingazi, Fizan bölgeleri o dönemde nisbeten birbirlerinden ayrı olup son iki­si Trablus’a göre çok daha sınırlı bir nü­fusa ve stratejik/ ticarî Öneme sahipti. Bingazi, Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağ­lanmasının ardından kendiliğinden kontrol altına girmişti. Fizan ise görünüşte ba­ğımsız olmakla birlikte Trablus’taki yöne­timi dikkate alıyordu. Kervan ticaretini tehdide kalkıştığında hemen cezalandı­rılıyor, bunun dışında kendi haline bırakı­lıyordu. Bu geniş bölgede sadece birkaç yüz bin kişi yaşıyordu.

Osmanlı Devleti için Trablusgarp Ocağı’nm da içinde yer aldığı Garp ocakları birer üretim ve gelir kaynağı olmaktan ziyade imparatorluğun ve İslam dünyası­nın savunmasında ileri karakol sayılıyor­du. Deniz akıncılığı ve korsanlık esas faa­liyet alanını oluşturuyordu. Bunda hıris-tiyanların karşı saldırısını önlemek temel amacı teşkil ediyordu. Ocaklar için tasar­lanan işleyiş düzeninin de bu ileri karakol niteliğine uygun olması gerekiyordu. Yerlilerin örgütlenme ve savaşçılık düzeyle­rinin çok ilkel olması kadar denizcilik ala­nında da sınırlı bilgiye sahip bulunmaları sebebiyle gerekli kadrolar iki üç yıllık ara­larla Anadolu’dan devşiriliyordu. Tama­men Türk kökenli olan yeniçeri ve levent­ler savaşlarda İstanbul’dan gelen emirle­re göre devletin destekçisi olmakla yükümlüydüler. Yerli halk İslâmî uygulama­larda serbestliğe kavuşmaktan ve kazanç­larını yabancılara kaptırmamaktan dola­yı memnundu. Bundan dolayı yeni düzen başlangıçta sorunsuz yerleşti. Ayrıca ilke olarak evlenmemeleri gereken yeniçeri­lerin yani ocaklıların yerli kadınlarla ev­lenmesinden doğan erkek çocuklarının “kuloğlu” adı verilen bir Türk-Arap karı­şımı nesil meydana çıkarması da kaynaş­maya önemli katkıda bulundu. Böylece oluşan toplumsal yapı dört tabakaya ay­rıldı. Ocaklı denilen ilk tabaka büyük oran­da Türkler’den ve az sayıda ihtida eden Avrupalı korsanlardan meydana geliyor­du, bunlar bütün yönetim gücünü ellerin­de bulunduruyorlardı. Etkenliğini XVII. yüzyılda hissettirmeye başlayan kuloğul-ları denilen ikinci tabaka ise şehrin sur­ları dışındaki -daha çok göçebelerle ilgili-güvenlikten ve vergileri toplamaktan so­rumluydular. Üçüncü tabakayı oluşturan yerli müslüman halk reâyâ (haraç, öşür, zekât vermeye ve daha başka aynî-nakdî yükümlülüklere tâbi olanlar) ve mahzen (şer’an muayyen vergilerden başka vergi ödemeyen, ancak hükümetin emrinde bazı görevleri yerine getirmek için hazır bekle­yenler) diye ikiye ayrılıyordu. Reâyâ daha çok şehirlerde ve şehir çevrelerinde vaha­larda yerleşmiş olanlardı. Mahzenler ise göçebe aşiretlerdi. Son tabaka olarak gayri müslimler özellikle İspanya’dan gel­miş yahudilerden müteşekkildi. İbn Galbûn’un tarihinde bölgeye Türk hâkimiye­tiyle refah ve huzur ortamı geldiği, Tur­gut Reis’in beylerbeyiliği yıllarında (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusunun çok arttığı ve halkın zenginleştiği, yeni yöne­timin İbn Nüveyr aşiretine bazı imtiyaz­lar tanıyarak çöl -sahil dengesini sağladığı anlatılır.

Libya, XVI. yüzyılın sonunda Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında beliren yeni eko­nomik dengenin etkisiyle giderek çalkan­tılar içine düştü. İstanbul’dan gönderilen ve her üç yılda bir değiştirilen beylerbeyi-lerin yeni çözümler bulması kolay değildi. Sorunlara yerel çözümler arama gereği, beylerbeyilerle ocaklıların temsilcisi “dayı”lar arasında bir dengenin oluşmasına yol açtı. Geçici olduklarını bilen beylerbe-yiler kenarda durmayı ve temelli icraatla­ra girişmemeyi tercih ettiler. Deniz akın-cılığını da korsanlığı da İstanbul’dan gelen emirlere zaman zaman uymanın dışında dayılar istedikleri gibi yönlendirmeye gi­riştiler.

Tâcûrâ’da, Misrâte’de, Cebeliahdar ve Fizan’da çıkan iç karışıklıkların bastırıl­ması gerektiğinde İstanbul’daki merkezî hükümetin her zaman yardımcı olama­ması, durumu zaman zaman zorlaştınyordu. Trablus, XVII. yüzyıl boyunca diğer iki Garp Ocağı ile birlikte deniz akıncılığının yanı sıra korsanlığı sürdürdü. Ancak dün­ya ekonomi merkezinin Akdeniz’den At­las Okyanusu’na kaymış olması etkisini giderek arttırdı. Bu sebeple bazan büyük sıkıntılar yaşandı, bazan da Girit savaşı döneminde olduğu gibi (1645-1669) kor­sanlıktan Önemli kazançlar sağlandı. Da­ha yoğun ticarete geçme aşamasındaki İngiliz, Fransız, İspanyol hükümetleri, kendi gemilerini saldırıdan korumak için doğrudan dayılarla anlaşmalar yapmaya başlayınca Osmanlı merkezî hükümetin­den tamamen kopmak söz konusu olma­makla beraber ocağın başına buyruk ha­reketleri biraz daha arttı.

1711’de dayılığa gelen Karamanlı Ah­med Bey, Osmanlı Devleti’nin şekilde kal­mış olan beylerbeyi gönderme uygulama­sını sona erdirdi ve dayılığın babadan oğula kalması geleneğini başlattı. Karaman­lı hanedanını kurarak bir tür sultan naibi niteliğini kazandı. Osmanlı Devleti’ne bağlılığı tam olarak kopmamıştı, İstanbul’dan emir geldiği zaman donanmayla katkısını devam ettiriyor, yeniçeri ve leventlerini İzmir üzerinden sağlama geleneğini de sürdürüyordu. Ancak iç ve dış politikala­rında oldukça bağımsız davranabiliyordu. Trablus’un başlıca gelirini oluşturan, ya­bancı gemilerin serbest saldırıya uğra­madan seyrüsefer yapmalarını güvenceye alan ve karşılığında bunların para öde­mesini sağlayan antlaşmalar yapmakta serbest hareket edebiliyordu. Esasen bu yetkiler mahallî idarelere bırakılmıştı.

XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî idaresi­nin eyaletler üzerindeki kontrolünün gi­derek zayıflaması, Garp ocaklarının deniz akıncılığını kenara itip birbirleriyle uğ­raşma eğilimlerinin artmasına yol açtı. Ekonomik bunalıma ek olarak 1793’ten itibaren Karamanlı ailesi içinde başlayan iktidar çekişmeleri de Trablus’un gücünü azalttı. XIX. yüzyılın başında geçmiş yüz­yılın tam aksi bir durum ortaya çıktı. İs­veç, Amerika, Sardinya, Napoli, İngiltere ve Fransa ile çıkan çatışmalar sonunda yıllık haraç alma imkânı tamamen orta­dan kalktığı gibi verilen zararların tazmini zorunluğu da ortaya çıktı. Silâh gücü yük­sek modern gemiler karşısında Trablus gemilerinin dayanması mümkün olmu­yordu. Tazminatları ödeyebilmek için Yû­suf Paşa sarraflarla anlaşmak ve borç al­mak zorunda kaldı. Bir yandan da askerin parası ödenemediğinden onların ayak­lanmasını Önlemek gerekiyordu. İngiliz, Fransız, Sardinya konsolosları eyaletin iç işlerini yönetir hale gelmişlerdi. Ayrıca Yû­suf Paşa’nın Batılılar’ın aralarındaki çe­kişmelerinde rol oynamaya kalkışması, Amerika ile savaşı (1802), Mısır’a saldır­dığı sırada (1798) Fransa’nın tarafını tut­ması, Napolyon’un yenilgisi üzerine onun da istenmeyenler arasına konulması so­nucunu doğurdu.    

1827’de ülkedeki ekonomik bunalım son haddine varmıştı. Vergilerin affedil­mesi gibi gerçekleştirilmesi güç bir vaadde bulunan Yûsuf Paşa daha sonra borç­larını karşılayabilmek için ağır vergiler koymak zorunda kaldı. Gözünü Afrika’daki Osmanlı topraklarına dikmiş olan İngil­tere ile Fransa ayaklanan aşiretleri yanla­rına çekmek İçin para ve silâh yardımına giriştiler. 1827’de Fransa’nın Cezayir’e karşı başlattığı saldırının yayılacağı anla­şılıyordu. Bu arada Karamanlı ailesi ken­di içinde iktidar çekişmesinden vazgeç­miyordu. Daha 1792’de anarşinin arttığı, ticaretin bozulduğu dönemde Trablus şehrinin ileri gelenleri İstanbul’a başvu­rup Karamanlı ailesinden valiliğin alın­masını ve padişah tarafından bir valinin gönderilmesini istemişlerdi. Bütün Garp ocakları gemilerinin de katkısıyla oluşan Osmanlı donanması. Yunan isyanı sebe­biyle Avrupa müşterek donanması tara­fından 1827’de Navarİn’de yakılmış oldu­ğundan Babıâli Cezayir’e bir yardımda bulunamadığı gibi Trablus’a da bir şey yapamıyordu. Karamanlı ailesini barıştı­rıp meseleyi çözmeye çalıştılar. Ancak Ka-ramanlılar’dan Ali Paşa ile Mehmed Pa­şa’nın çekişmesi bir türlü sona ermedi. Çevre aşiretleri de -Cebel tarafında Şeyh Guma, Fizan’dan Sirte’ye kadar Abdülcelîl reisliğinde- ikiye ayrılmış, rakipleri des­tekliyordu. Bu eylemlerinde bozulmuş olan sahil-çöl dengesini ikincinin lehine yeniden kurma arzusu da vardı. Aşiret­lerin her zamanki gibi daha bağımsız ol­mayı arzulamalarına karşılık şehirliler. 1832’de İstanbul’dan gelen ara bulucuya devlete bağlanmayı istediklerini bildiren bir dilekçeyi verdiler.

Babıâli’nin gönderdiği yirmi iki kadırga ile 6000 asker Mayıs 1835’te Trablus Li-manı’na girdi ve bölgenin merkeze bağ­landığı ilân edildi. Şehirliler memnun ol­dularsa da aşiretler eylemlerini sürdür­düler. Abdülcelîl 1841’de yakalanıp idam edilinceye kadar çarpışmaya devam etti. Şeyh Guma’nın isyanının bastırılması zorlaşınca kendisine bazı imtiyazlar tanına­rak anlaşmaya varıldı, arkasından da Gu­ma tutuklanıp Trabzon’a sürüldü. Ancak 1834’te İngiliz konsolosunun yardımıyla tekrar Cebel’e döndüğünden ayaklanma yeniden başladı. 1856’da yakalanıp idam edilince yirmi bir yıl süren bir mücadele­den sonra bölge tamamen merkeze bağ­lanmış oldu.

Bölgenin merkeze bağlanmasını İngi­liz ve Fransızlar, Karamanlı yöneticilerin Avrupalılardan aldıkları borçları Osmanlı Devleti’nin üstlenmesi şartıyla kabul et­tiler. Babıâli, gelir getirmeyen ve üretimi olmayan Libya için gerekli ekonomik te­meli oluşturmaya, kervan yollarının işler­liğini sağlamaya çalıştı. Fransa’nın Gat ve Gadâmis vahalarına göz koyduğu bili­niyordu. Babıâli’nin tam bir çözülmeyi Ön­lemek için kararlı davranmasından başka Çaresi yoktu. Zira Osmanlı idaresini iste­meyen bir kesim bulunsa da çoğunluk buna karşı değildi. Nitekim Orta Afrika’­da siyahiler ülkesinin kilidi mesabesinde bulunan Gat kasabasının halkı 1849, 1854, 1858 ve 1862’de Fizan’daki Osmanlı kaymakamına başvurup sancak ve ordu gönderilmesini istemişlerdi. Önce­leri ihtiyatlı davranan Babıâli, 187S’te Gatlılar’a ek olarak Tevarik (Tuareg) aşi­retlerinden Azgerler’in hepsinin ve Hükkârlar’ın (Hoggarlar) büyük kısmının mü­racaatı üzerine Gafa Türk bayrağını çek­ti. Bunu Temasin, Tîbû ve Kavar halkının Osmanlı İdaresini istemesi izledi.

Ekonomiyi geliştirme girişimleri ise çok daha büyük zorluklarla karşılaştı. Osman­lılar, Bilâdüssûdan ticaretinin kervanlarla Trablus’a varmasını güvence altına alıp ticari gelişmeyi destekledi. Böylece en azından yüzyılın sonuna, Mısır ve Sudan İngiliz kontrolüne girinceye kadar Libya rahat bir dönem yaşadı. Ancak kendine yeterli bir ekonomik yapının oluşturulma­sı mümkün olmadı. Eyalet merkeze vergi yollamadı, daima merkezden gelen öde­neklerle yaşayabildi.

Tanzimat’la başlatılan reformlar, Lib­ya’da gerek nüfusunun azlığı Trablus’ta I908’de sadece 32.000 kişi vardı, bütün Libya’da nüfus 500-600.000 dolayındaydı gerekse ekonomik gücünün sınırlılığına bağlı olarak yavaş ilerledi. 1840’larda eya­let sancak, kaza ve nahiyelere ayrıldı. Eya­let meclisi, sancak ve kaza idare meclis­leri kurularak, hatta bazı bölgelerde yerli­lerden kaymakam ve müdür tayin edile­rek halkın yönetime katılmasında ilk adımlar atıldı. 1864’te Trablusgarp vilâ­yet, 1877’de Bingazi ayrı bir sancak oldu. 1877 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa el-Hemdânî, Süleyman Kapudan ve Hacı Ahmed Galib Bey Trablus adına katıldı. Tesisler ve imar açısından eskiden cami ve çarşıyla sınırlı olan girişimlerin yerini çağın İhti­yaçlarına uygun, idarî ve sosyal hizmet­lere yönelik olanlar aldı. Süvari ve topçu kışlaları ilk adımı oluşturdu. 1860’larda ilk matbaa kuruldu ve ilk gazete vilâyetin Türkçe-Arapça gazetesi olarak Trablus-garb adıyla yayımlandı. 1877’de bir aske­rî, bir sivil rüşdiye ile on beş erkek, bir kız ilkokulu vardı. 1899’da Fünun ve Sanayi Mektebi kuruldu. 191 l’de İtalyan işgalin­den önce şehre borularla su getirilmiş, kuyular açılmış, Trablus ve Bingazi liman­larının inşası için ilk adımlar atılmış, dut ağacı dikme kampanyası ile ipekçilik ge­liştirilmeye çalışılmış, karantina uygula­ması başlamış, telgraf bağı kurulmuş. telsiz telgrafla İstanbul bağlantısı sağlan­mış, bir ziraat okulu ile 160 ilkokul açıl­mıştı. Belediye örgütlenmesi gerçekleş­tirilmiş, belediye meclisi yerli halkın istek­lerini yansıtacağı bir yer haline dönüşmüştü. 1908 Osmanlı Meclisi’ne Musta­fa Efendi (Hums), Ömer Mansur Paşa ve Yûsuf Şetvan Bey (Bingazi), Ferhad Bey, Sâdık Bey ve Mahmud Naci Bey (Balkış) (Trablusgarp),Câmi Bey (Baykurt) (Fizan), Süleyman el-Bârûnî (Cebeligarbî) millet­vekili olarak katılmışlardı.

1878’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi ve arkasından Tunus’un Fransa (1881), Mısır’ın İngiltere (1882) tarafın­dan işgali, Afrika’nın tamamıyla paylaşıl­ması pazarlıkları çerçevesinde Libya’nın talipleri arasında tartışmaların açık açık yapıiması yeni bir dönemi başlattı. Afrika’daki bu son toprakları koruyabilmek için Osmanlı idaresinin çok daha ciddi planlar hazırlaması gerekiyordu. Osmanlı yönetimi, yerli halkın savaşa hazırlanması ve bir kara savaşında ihtiyaç duyulacak silâhları depo etme planını benimsedi. Böylece sahil boyunca Trablus’tan Sellûm’a kadarki bölgede silâh depoları teş­kil edildi. Çoğunlukla kuloğullarından ve göçebe aşiretlerden Hamidiye alayları oluşturularak halkın askerliğe alıştırılma-sına girişildi. Ancak Abdülhamid’in ihti­yatlı davranışı bu uygulamada da kendi­ni gösterdi. Silâhların halka verilmesine müsaade edilmedi, depolarda merkezden gelen birliklerin kontrolünde tutuldu. Bu­na karşılık bölgenin ileri gelenlerini elde etmek için sistemli bir politika izlendi. Unvanlar, nişanlar dağıtıldı. Batılıiar’ın genel bir İslâm ayaklanması korkusuyla panislâmcılık olarak nitelediği bu politi­ka aslında eylemci değil sadece daya­nışmacı idi. Bölgenin ileri gelenlerin­den ve Medeniyye tarikatından Şeyh Zâfir danışman olarak İstanbul’a çağrıldı, bütün ileri gelenlerin oğullan İstanbul’da açılan aşiret mektebine aldırılarak bağ­lılıkları güçlendirilmeye çalışıldı. Diğer önemli bir girişim de 1837’de kuruluşun­dan yarım yüzyıl sonra zaviyelerinin sayısı 100’ü bulmuş olan Senûsiyye tarikatının Osmanlı tarafına çekilmesidir. Sultan Abdülaziz’in ferman verip zaviyelerine hak­lar tanıdığı Senûsîlik, Berka’dan Çad ve Bilâdüssûdan’a giden kervan yollarını kontrolüne alarak sadece dinî bir hare­ket olmadığını, bir fizikî güç de olabilece­ğini kanıtlamıştı.

Sömürge paylaşmasına pek geç giren İtalya, 1896’da Adve’de (Adwa, Adoua) Eti-yopyalılar’a yenilince gözünü doğrudan Libya’ya dikti. Buranın İngilizler’in ya da Fransızlar’ın eline geçmesini istemiyordu. Onlar da Avrupa’da ittifak grupları ara­sındaki dengede güçlerini arttırmak için İtalya’nın Libya üzerindeki hakkını kabule yanaştılar. Resmî İtalyan açıklamaların­da asla işgal arzusu ileri sürülmedi, sa­dece Libya’nın İtalyan İmtiyaz bölgesi sa­yılacağı ve burada ticarî girişimlerde İtal­ya’nın onayının gerekli olduğu belirtildi. “Barışçı ekonomik sızma” adı verilen bu politika diğer Avrupalılar’ınkine nazaran daha az tehlikeli göründüğünden Abdülhamid, Avrupalıların tek bir cephede bir­leşmesini önlemek için İtalya’ya doğru­dan karşı çıkmadı, aksine dostça bir poli­tika izledi; yalnız engellemelerini el altın­dan sürdürmeye çalıştı. Ancak böyle bir hakka sahip olma fikri giderek İtalya’da Libya’yı doğrudan ele geçirme fırsatı ola­rak görülmeye başlandı.

Üretimi çok sınırlı olan, geliri giderini karşılayamayan vilâyetin ithalâtı.[456] daima ih­racatından (devekuşu tüyü, halfa otu, fil­dişi, kırmızı biber, deri) daha fazlaydı ve Avrupa’ya ekonomik bağımlılığı artıyordu. 1883’te Trablus Limanı’na 163 buharlı Avrupa gemisine karşılık sadece otuz beş Osmanlı bandıralı gemi gelmişti. Anava­tanla bağlantıyı dahi muntazam Avrupa gemileri sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomik zorlukları karşısında İtalya ya­vaş yavaş bu boşluğu doldurmaya yönel­di. Postahaneler açtı, Libya limanlan ara­sında İtalyan posta seferleri düzenledi. Banco Di Roma’nın bir şubesini burada kurdu ve bunları gerçekleştirme yolun­da işi savaş tehditlerine kadar vardırdı. Uzun süre direnen Osmanlı Devleti so­nunda her birine teker teker izin vermek zorunda kaldı. Özellikle Banco di Roma yanına çekmek istediği yerli kesimi tat­min için para dağıtma, özel yatırımlara yardım etme açısından büyük faaliyet gösterdi. Vali ve kumandan Receb Paşa bu para oyunlarına karşı Ziraat Bankası’nı açtırmayı denedi, ancak kaynak zayıflığı İtalyan bankası ile yarışmaya imkân ver­medi. Yerli halkla yöneticiler arasında be­liren bu kopuş, kuloğullarının asırlardır sahip oldukları imtiyazların 1902’de ip­tal edilmesiyle yeni bir aşamaya girdi.

1890’ların ikinci yarısında eyaletin top­lumsal yapısını çok etkileyecek bir oluşum ortaya çıktı. Toplu halde Trablus’a sürü­len, bazıları da Fizan’a gönderilen özellik­le tıbbiyeli ve harbiyeli Jön Türkler daha sonra vilâyetin çeşitli hizmetlerinde gö­revlendirildi. Bunlar, doktor, öğretmen, belediye memuru olarak toplumun çeşitli kesimleriyle kaynaştılar. Osmanlı Devleti bölgeyi terkettikten sonra işgalcilere di­renen Libyalılar arasında bu kadro önemli rol oynadı.

1908’de Meşrutiyet’in ilânı Trablus’ta hiç görülmemiş nümayişlerin yapılmasına yol açtı. Sürgün Jön Türkler sokaklarda günlerce gösteriler yaptı. Genellikle on­lardan hep uzak durmuş olan yerli haik bu gösterilere de katılmadı. Hatta bele­diye reisi Hassuna Paşa’nın önderlik ettiği bir kesim tepki bile gösterdi. Bunları bas­tırmak üzere İttihat ve Terakki Mustafa Kemal’i görevlendirmek zorunda kaldı. Yerli aydınların bu heyecana katkısı ilk de­fa Trablus’ta bir basın patlaması şeklin­de oldu. Avrupa saldırganlığına karşı bir İslâmî dayanışmayı savunan altı gazete çıkarıldı. Baş gösteren gerginlik ve geli­şen olaylar sonucu İtalya Libya’yı doğru­dan kontrolü altına almak için harekete geçti.

  • Libya Mimarisi, Eserleri, Hakkında Bilgi
  • Libya -Dil ve Edebiyat- Hakkında Bilgi
  • Libya -İlmi Hayat, Eğitim, Öğretim- Hakkında Bilgi
  • Libya -Dini Hayat, Mezhepler, Tarikatlar- Hakkında Bilgi
  • Libya Tarihi (1943-2012) Hakkında Bilgi
  • Libya Tarihi -İtalyan İşgali Dönemi (1911-1943)- Hakkında Bilgi
  • Libya Tarihi -İslam Fethinden, Osmanlı Devrine Dek- Hakkında Bilgi
  • Libya Tarihi -Başlangıçtan İslam Fethine Dek- Hakkında Bilgi
  • Libya Ekonomisi, Fiziki, Beşeri Coğrafya, Hakkında Bilgi
  • Libya Başkenti, Nüfusu, Yüzölçümü, Önemli Şehirleri, Hakkında Bilgi

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski