Mârûnîler. Kurucusu Aziz Mârûn’a nisbet edilen ve V. yüzyıldan itibaren ağırlıklı olarak Lübnan’da yaşayan bir hıristiyan cemaati.
IV. yüzyılın ikinci yansında yaşadığı ve V. yüzyılın başlarında Öldüğü tahmin edilen Aziz Mârûn (Maron), Suriye’nin batısında Âsi nehri kıyılarında Antakya Kilisesi’ne bağlı bir rahip olarak münzevi bir hayat sürmüştür. Mârûnîler’in kökeni, kurucularının kabri etrafında inşa edilen manastırda toplanan cemaate dayanmaktadır. Zamanla müntesipleri artarak bölgede yeni manastırlar kuran Mârûnî cemaatinin, îsâ’daki insanlık ve ilâhlık unsurlarının birbirine denk olduğu şeklindeki Ortodoks diyofizit anlayışın teyit edildiği Kadıköy Konsîli’ni (451) kabul ederek monofizitliğe karşı tavır almaları, Doğu kiliseleri içinde müstakil bir kilise olma yolundaki ilk ciddi adımları olmuştur.
Mârûnîler, konsil kararlarını kabul etmeyen birçok kiliseye ve manastıra karşı mücadele başlatmışlardır. Bu mücadele, yerel kiliselerden Ya’kübîler’le aralarının açılmasına ve çeşitli olayların meydana gelmesine sebep olmuştur. 517yı!ında Papa Hormisdas’a gönderilen bir mektupta, Suriye’de Mârûnî Keşişlerle birlikte diğer manastırlara ait 350 keşişin bu mücadeleler esnasında monofizitler tarafından katledildiği belirtilmektedir. Nitekim bu olay her yıl 31 Temmuz’da Mârûnîler’ce anılmaktadır.
Bizans İmparatoru Herakleios, ülkenin doğusunu tek bir çatı altında toplamak amacıyla İstanbul Piskoposu Sergius’tan îsâ’nın tabiatıyla ilgili bu akîde problemini giderecek ve monofizit Doğu kiliselerini de ikna edebilecek bir yol bulmasını istemiş, o da insanlık ve ilâhlık unsurlarını eş oranda bulunduran îsâ’da tek iradenin varlığını kabul eden monotelist anlayışı geliştirmiştir. Ancak Herakleios’un siyasî amaçlı bu girişimi Doğu kiliseleri ve özellikle Ya’kübîler tarafından şiddetle reddedilirken diğer Doğu kiliselerinden farklı olarak Mârûnîler’in Kadıköy Konsili’ni kabul etmeleri onları Bizans imparatoru ile birlikte hareket etmeye sevketmiş, bu birliktelikten yola çıkarak bazı kilise tarihçileri Mârûnîler’in de monotelist olduklarını ileri sürmüşlerdir. Mârûnîler’in Bizans’la bu doktriner bağlılıkları, IX. yüzyıla ait bazı metinlerde onların Mârûnî Melkitler olarak adlandırılmasına sebep olmuştur.
Bölge kiliseleri arasında yalnız kalan Mârûnîler daha güvenli buldukları Lübnan dağlarına göç etmişlerdir. Sonradan bölgeye hâkim olan Emevîler, Abbasîler, Memlükler ve Osmanlılar döneminde de Lübnan dağlarının sarp kayalıkları onlar için kilise ve manastırlarını inşa ettikleri dış etkilerden soyutlanmış sığınak yerleri olmuştur.
Kadıköy Konsili’nin diyofizit anlayışını benimseyerek monofizitliğe karşı çıkan Mârûnîler’in bu tavrı Roma Katolik kilisesi tarafından Haçlı seferlerine kadar hiç dikkate alınmamıştır. Bölgeye gelen Haçlı-lar’ı coşkuyla karşılayan Mârûnîler onlara rehberlik edip yardımcı olmak suretiyle güvenlerini kazanmışlar ve kendilerine Katolik kilisesiyle irtibata geçmenin yolunu açmışlardır. Haçlı Franklar’la gerçekleştirdikleri bu dostane temaslar kiliselerinin Katolik dünyasıyla giderek yakınlaşmasını sağlamıştır.
Mârûnîler, Roma Katolik kilisesiyle ilişkilerini geliştirerek bağlılığa kadar götürme çabası adına sinodlar toplamışlar ve âyin birliğinden Mârûnî patriğinin papanın onayı ile göreve başlamasına, hatta Mârûnî kilisesinin Vatikan tarafından denetlenmesine kadar Katolik kilisesinin ileri sürdüğü birçok şartı ve III. Alexander’ın papalığını kabul etmişlerdir. Bunun üzerine Mârûnî patriği Lateran Konsili’ne (1215) katılmıştır.
Memlükler döneminde bölge Beşâre’-deki sorumlu “mukaddemler” tarafından yönetildi, böylece Mârûnîler’in Roma ile ilişkileri de zayıflamaya başladı. Hatta XV. yüzyılda Mârûnîler arasında monotelizm anlayışı tekrar baş gösterdi. Buna rağmen Mârûnîler, Floransa Konsili’nde de Papa IV. Eugenius’a bağlılık mektubunu sunan Beyrutlu Fransisken rahip John tarafından temsil edildi. 1445’te Kıbrıs Başpiskoposu Elias’ın Mârûnîler arasında ortaya çıkan monotelist sapkınlıkları reddetmesi ve Roma’ya bağlılıklarını ilân etmesi üzerine Katolik kilisesiyle ilişkilerde ilerleme sürecine girildiyse de XVI ve XVII. yüzyıllara kadar bir istikrar mümkün olmadı. Fakat Mârûnîler’le Roma arasındaki ilişkiler V. Lateran Konsili’nden (1512-1517) sonra neredeyse kesintisiz devam etmiştir.
Mercidâbık Muharebesi ile Suriye, Lübnan ve Ürdün Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra da (1516) bölgedeki Mârûnîler, yönetimden gördükleri müsamahanın yanı sıra coğrafî şartlar sayesinde dinlerini ve geleneklerini korudular. Mârûnî patriği yönetim tarafından cemaatin başı olarak “emîrü’ş-Şark” unvanı ile tanındı.
Mârûnîler’le Katolik kilisesi arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde Cizvit rahibi John Eliano’nun gösterdiği yoğun gayretler neticesinde Papa XIII. Gregory, 1S84 yılında Roma’da Mârûnî din adamlarının yetiştirilmesi için bir eğitim merkezi kurdu. Kitâb-ı Mukaddes bilgini ve dilci Gabriel Sionita’nm yanı sıra Vatikan Kütüphanesi’nde kütüphanecilik yapan Abraham Ecchellensis, Joseph Simon es-Sem’ânîve Halep Başpiskoposu Cermânûs Ferhat, günümüzde de Cizvitler’in yönetiminde faaliyetlerini sürdüren bu okulun yetiştirdiği önemli öğrenciler arasında yer almaktadır.
XIX. yüzyılda Mârûnîler’le aynı bölgede yaşayan Dürzîler arasındaki ilişkiler bozularak çatışmalara dönüştü, 1860 yılında binlerce Mârûnî öldürüldü. Bunun üzerine çok sayıda Mârûnî bölgeden ayrılıp başta Avrupa ve Amerika olmak üzere çeşitli ülkelere göç etti. Daha sonra Mârûnîler, yerli olmayan bir hıristiyan yetkilinin yönetiminde Osmanlı Devleti İçinde özerk bir idarî yapı kazandılar. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bu topraklar Osmanlı Devleti’nin elinden çıkınca Mârûnîler Fransızlar’ın himayesi altında kendi kendilerini yönettiler; 1943’te bağımsız Lübnan Devleti kurulduğunda ülkedeki önemli dinî cemaatlerden birini oluşturdular. Hıristiyan, müslüman ve Dürzî partilerin meydana getirdiği bir koalisyonla yönetilen Lübnan’da cumhurbaşkanı Mârûnîler arasından seçilmektedir.
TDV İslâm Ansiklopedisi