Osmanlılar’da kelime olarak esir ve köle arasında belirleyici bir ayırım bulunmaz, hür olmayan kimseler her iki kavramla da anılır. Kölelik daha sonra savaş esiri olmaksızın Afrika’dan, Kafkaslar”dan ve Kuzey steplerinden getirilip esir pazarlarında satılan kimseleri niteleyen bir kavram haline de gelmiştir.
İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerinde savaş esirlerinin evlerde uşak, hizmetçi, işçi ve çoban olarak çalıştırıldığına dair bilgiler mevcuttur. İslâm dininin kabulünden sonra Türksosyal hayatında kölelik müessesesi yeni bir statüye kavuşmuştur. Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu sultanlarının hizmetinde özel olarak yetiştirilmiş köleler bulunurdu. Bu Türk devletlerinde ve Özellikle Selçuklularda ordunun önemli bir kısmını kökenleri Abbâsîler’e uzanan gulâmlar teşkil ederdi. Genellikle fethedilen yerlerden, bazan da ülke İçinden sağlanan gulâmlann bir başka kaynağı da köle ticaretiydi. Sahipleri tarafından yetiştirilen bu gulâmlar çeşitli devlet hizmetlerinde İstihdam edilirdi. Büyük Selçuklular’ın ardından Anadolu Sel-çuklularfnda, kendileri köle olup hükümdarlığa yükselen Memlükler’de esirlikten köle statüsüne geçmiş askerlerin kullanıldığı bilinmektedir. Anadolu Selçukluları’nda kapıkulu askerinin kaynağı savaş esiri veya Rum, Rus, Gürcü gibi milletlerden satın alman kölelerdi. Bunların içinde saraya alınanlar arasında Mübârizüddin Ertokuş, Celâleddin Karatay, Emîr Şemseddin Hasoğuz, Seyfeddin Torumtay gibi değerli devlet adamları yetişmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında esirlik müessesesinin işletilmediği. fethedilen yerlerdeki gayri müslim halkın hür insanlar gibi hayatlarını sürdürdükleri, isteyenlerin Bursa, İstanbul vb. büyük şehirlere gidebildikleri anlaşılmaktadır. Osman Bey’in esir aldığı Yarhisar beyinin kızına câriye muamelesi yapmayıp oğlu Orhan’a nikahlaması bu uygulamanın tipik bir örneğidir. Aynı şekilde İmralı adasına adını veren Kara Ali Bey de bu adadaki papazın kızıyla evlenmişti.
Orhan Bey zamanında (1324-1360) Bursa ve İznik’in fethinden sonra buralardan hiç esir alınmamış, isteyenlerin bu şehirlerden ayrılabilecekleri bildirilmişse de halkın pek çoğu evini barkını terketmemiştir. Dul kalan kadınların kendilerine ve çocuklarına bakacak kimseleri olmadığından söz etmeleri üzerine Orhan Bey askerlerinden isteyenlerin bu kadınları nikâhla alabileceklerini, bunlarla evlenenlerin İznik’te muhafız olarak kalacaklarını belirterek bu evliliği teşvik etmiştir.
Osmanlı Devleti’nde ilk esirler I. Murad devrinde Rumeli fetihleri sırasında alınmaya başlanmış ve uzunca bir süre esirlik müessesesinin yegâne kaynağı savaşlar olmuştur. Onun saltanatı döneminde Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Efendi’nin tavsiyesi üzerine devletin asker ihtiyacını karşılamak üzere pençik kanunu yürürlüğe girmiştir. Buna göre savaş esirlerinden askerliğe elverişli olanların beşte biri asker yapılmıştır. Devletin hissesine düşen esirlerin bir kısmı ise yine esaret altındaki müslümanlarla takas edilmiştir. I. Murad zamanında (1360-1389) kurulan Yeniçeri Ocağı’nın çekirdeğini bu esirler oluşturmuştur. Diğer esirler savaş ganimeti olarak gaziler arasında taksim edilir, onlar bunları ya kendi hizmetlerinde kullanır veya satarlardı. Böylece işlemeye başlayan esirlik müessesesi yapılan fetihlerle sınırların genişlemesine paralel olarak gelişmiş, esirler sosyal hayatın önemli bir unsuru olmuştur.
Savaşlar ve akınlar sırasında ele geçirilen esirlere iyi davranılır, karınları doyurulur, başları tıraş edilir, kendilerine yeni elbiseler giydirilirdi. “Dil” denilen bu esirlerin bazısı casus olarak kullanılır, bunlardan ülkeleri ve orduları hakkında bilgi alınırdı. Müslüman olanlar ayrı statüye tâbi tutulur, çeşitli hizmetlerde istihdam edilir, kesinlikle takas işleminde kullanılmazdı. Fidye vererek kurtulmak isteyen esirlere engel olunmazdı. Ancak zulmüyle kötü ün salmış olanlara bu hak tanınmaz, bunlar ya öldürülür ya da kürek mahkûmu olurlardı. Kafileler halinde şehir merkezine getirilen esirler halka teşhir edilirdi. Niğbolu muharebesinde esir düşen Fransız asilzadelerini Gelibolu üzerinden Bursa’ya ve Mihalıç’a götüren Yıldırım Ba-yezid onlara gayet iyi davranmış, avlanmalarına bile müsaade etmişti. Bu esirlerden birçoğu fidye karşılığı bir süre sonra serbest bırakılmıştır.
Pençik kanunu gereğince savaş esirlerinden faydalanıİmaya devam edilirken Ankara Savaşı sonunda yavaşlayan fetihler sebebiyle azalan esir sayısı asker ihtiyacını karşılamaya yetmeyince Çelebi Mehmed zamanından (1403-1421) itibaren ülke içindeki gayri müsüm halkın erkek çocuklarının asker yapılmasına başlanmıştır. II. Murad döneminde (1421-1451) çıkarılan devşirme kanununa göre toplanan bu çocukların bir kısmı devletin idarî kademelerinde istihdam için Enderun’a alınmıştır.
İstanbul’un fethinin ardından başlayan askerî seferler sayesinde esir sayısında yeniden artış olmuştur. II. Mehmed fethettiği İstanbul ve civarını iskân için savaş esirlerinden de yararlanmıştır. Belgelerde “ortakçı kullar” şeklinde geçen bu esirler Haslar kazasındaki köylerde toprak işçisi olarak kullanılmıştır. Bursa, Biga, Edirne. Konya bölgelerindeki köylerde. Batı Anadolu ve Rumeli’nin bazı vezir vakıflarına ait yerleşme yerlerindeki ziraat alanlarında istihdam edilen ortakçı kulların hukukî statüsü Batfdaki kölelik anlayışından farklıydı. Gerçek kölelikle hür köylülük arasında bir zümre olan ortakçı kullar XVI. yüzyılda reâyâ sınıfına dahil edilmiştir.
Savaş esirlerinin giderek azalması köle ticaretinin artmasına sebep olmuştur. XIX. yüzyıl başlarına kadar bütün dünyada serbest olan köle ticareti Osmanlılar’da belli kurallar içinde yapılırdı. Sadece müslümanlar tarafından yapılmasına izin verilen kök ticaretinin en önemli merkezleri başta İstanbul olmak üzere Asya’da Bağdat, Şam, Erzurum, Konya, Medine. Halep, Afrika’da Kahire, Avrupa’da ise Belgrad ve Sofya idi. Bu ticarette özellikle Afrikalı köleler başta geliyordu. Öteden beri Kızıldeniz ticaret yolunda çeşitli değerli mallar yanında zenci köle ticareti de yapılırdı. Bu esirlerin kaynağı ise Sudan ve Habeşistan’dı. Putperest Habeş kabilelerinden, özellikle Galla bölgesinden ve Dârfûr’un güneyindeki halklardan toplanan zenci köleler Hindistan, Mısır ve Arabistan taraflarına sevkedilirdi. Kuzey Afrika devletleriyle İran. Anadolu, Arap yarımadası ve Asya’daki diğer İslâm devletlerinin köle ihtiyacı da Habeşistan’dan sağlanırdı. Dârfûr kervanıyla deniz ve kara yoluyla yapılan ticaret sayesinde Cir-ce’ye her yıl 5-6000 köle getirilirdi. Bunların beşte dördü altı-otuz yaşları arasında olup çoğunu on-on beş yaş grubu kadın ve kızlar teşkil ederdi. Köle tüccarları Circe sancak beyine her köle veya deve için gümrük vergisi öderdi. Bunun esir başına 4, deve başına 2 altın olduğu, sancak beyinin mübaşirine de köle başına 9, deve başına 4 para verildiği anlaşılmaktadır. Daha sonraKahi-re’ye getirilen kölelerden sekiz-on yaşlarındaki erkek çocuklar kısırlaştırılirdi. Kervan sahipleri Kahire’de her köle veya deve başına yine belli oranlarda vergi Öderdi. Kölelerin bir kısmı burada ortalama 3S altına satılırdı. Osmanlı tüccarları tarafından satın alınan köleler İstanbul’a götürülürdü. Osmanlı sarayına alınan zenci kölelerin eğitilerek çeşitli harem hizmetlerinde kullanıldığı, birçoğunun Dârüssaâde (kızlar) ağalığına kadar yükseldiği bilinmektedir.
Kırım hanları, XVII. yüzyıl sonlarına kadar Çerkez beylerinden vergi karşılığı her yıl köle alırlar ve bunları İstanbul’a sevkederlerdi. Ancak bu yüzyıldan itibaren Kafkas kavimlerinin müslüman olması bu uygulamanın yapılmasında anlaşmazlığa yol açmış, hatta Kaplan Giray Han 1708’de Çerkez beylerinin üzerine bir sefer düzenlemişti. Rus Çarlığı’nın güçlenip Kafkasya’ya el atması beyaz köle piyasasında fiyatların artmasına yol açmış, buna bağlı olarak zenci ticaretinde büyük artış olmuştur. Bunun üzerine Sadrazam Şehid Ali Paşa, zenci ticareti artışının durdurularak İstanbul’a sevkedilen zenci kölelerin hadım edilmesini yasaklamıştır. Garp ocaklarından toplanan esirler genellikle Rodos, İstanköy ve Eğriboz pazarlarında el değiştirerek İstanbul’a intikal ederdi. XVI-XVII. yüzyıllarda yapılan akınlar ve fetihler sonucunda Orta Avrupa ile Lehistan’dan İstanbul’a bol miktarda esir gelmiştir. Bunlardan saraya girme şansını elde eden kadın esirler padişah zevceliğine, hatta valide sultanlığa kadar yükselebilirlerdi.
İstanbul’daki ilk esir pazarı Haseki semtindeydi. XVI. yüzyılda şehrin ticaret merkezi olan Bedesten civarına kayan esir alım satımı. XVII. yüzyıl başlarından itibaren Kapalı Çarşı ile Nuruosmaniye civarında bulunan Tavukpazarı’ndaki Esir Hanı’nda yapılmaya başlanmıştır. Aynı yüzyıl ortalarında yanan, ardından tamir gören ve XVIII. yüzyıl sonlarına kadar varlığını koruyan, fakat günümüze hiçbir izi kalmayan Esir Hanı iki katlı, tek kapılı ve 300 odalı bir yapıydı. Her biri bir esir tacirine ait bu odalarda tutulan esirler, hanın ortasındaki meydanda açık arttırma usulü veya özel pazarlıkla satılırdı. Esir Hanı, bizzat esircilerin ifadesiyle “ibadullahın haremi” olup müslümanların kutsal aile yuvasıyla eşdeğerde sayıldığından gayri müslimler yanında müslümanların ayak takımının bile giremediği bir yerdi.
XVIII. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen Fransız seyyahı Olivier’nin gözlemlerine göre Osmanlı sarayına girmeleri için bizzat ana babalan tarafından satılan Gürcü ve Çerkez kızları çocuk yaşlarda esir pazarına getirilirdi. Burada arz-talep kuralına göre belirlenen fiyatlar 1790’larda S00-1000 kuruş arasında değişirdi. Satış sırasında kadın köleler kesinlikle çıplak gösterilmez, alıcı adına vücutları hakkında sadece yaşlı bir kadın bilgi sahibi olabilir, hiçbir gayri müslim esir pazarına giremezdi. Esir tacirleri arasında, satılacak kızları gayri müslim birinin görmesi halinde onlara değerinden kaybettireceği şeklinde garip bir inanış vardı.
Toptan köle ticaretiyle uğraşanlara esir tüccarı, bu işi küçük çapta yapan erkek veya kadınlara ise esirci denirdi. Esir tacirleri ellerindeki esirlerin iyi para etmesi için onların yemesine, içmesine, giyim kuşamlarına dikkat eder, yetenekli olanlara müzik, dans ve çeşitli el sanatları öğretirlerdi. İslâm dininin emirleri gereği bazı istisnalar dışında sahiplerince esirlere iyi davranılırdı. Kadın esirler genellikle aile içi hizmetlerde kullanılır, kendilerine çeşitli meslekler öğretilir, çok defa evlendirilir veya azat edilirlerdi.
Esirci olmanın ve esir ticaretinin sıkı kuralları vardı. Esirciler ve yamak denilen yardımcılarının evli ve güvenilir kimseler olmasına Özen gösterilirdi. Geceleri Esir Hanı’nda kimse kalmaz, satılık esirler esircilerin evlerinde, konaklarında geceler, sabahleyin tekrar esir pazarına götürülürlerdi. İstanbul dışından köle satmaya gelenlerin satamadıkları köleler kötü kişilerin eline düşmemesi için esirci tüccan tarafından satın alınır, böylece bunların fuhşa sürüklenmesi önlenirdi. Ellerindeki köleleri aşırı derecede dövenlerle kusurlu veya hastalıklı köleleri pazarlayanlar şiddetle cezalandırılırdı. Aşın dövülen ve yaralanan bir köle efendisini mahkemeye verebilirdi.
Köle ticaretinin denetimi ve yürütülmesi belli ücret karşılığında devletçe iltizama verilirdi. XVII. yüzyılda İstanbul’daki Esirhâne Eminliği’nin iltizam bedelinin yılda 100 kese akçe olduğu anlaşılmaktadır. Diğer esnaf kuruluşları gibi esircilerin de bir loncası vardı. İstanbul Esirhâne Eminliğİ’ne bağlı görevliler arasında bir kethüda ile esircilerin kendi içlerinden seçtikleri bir şeyh. yiğitbaşı, çavuş ve dellâllar vardı. Ünlü bestekâr Itrî Efendi bir süre esirciler kethüdâlığı yapmıştı. Esir Hanı’nın demir kapısının dibindeki odada bulunan emin alınıp satılan gulâm ve cariyelerden belli oranlarda vergi tahsil ederdi. Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda İstanbul’daki esirci mevcudunun 2000 kişi olduğunu belirtmektedir. ölen veya köle ticaretini bırakan esircinin kadrosu kefaletle bir başkasına verilirdi. 1640 tarihli narh defterinde esirciler hakkında bilgi mevcuttur. Suistimale pek müsait olan bu işi kontrol altına almak için sayılan 100’ü geçen erkek ve kadın esircilerden 60 kadarına ikametgâh adresleriyle isim isim zikredilerek satış yetkisi verilmiş, böylece elinde izin beratı olmayanların köle ticareti yapmasının Önüne geçilmek istenmiştir. Zaman zaman müslüman kadın ve kızlarını yabancı elçilere ve zengin gayri müslimlere peşkeş çeken bazı kadın esircilerle görevini kötüye kullanan erkek esircilerin bu tür fesatlarını önlemek için isimleri kayıtlı esirciler ve dellâllar zincirleme olarak birbirine kefil yapılmış, içlerinden biri uygunsuz iş yaparsa hepsinin sorumlu tutulacağı belirtilmiştir. Bu arada kölenin alım bedelinin onda biri kadar kârla satışa sunulması da kararlaştırılmıştır.
1826 tarihinde II. Mahmud tarafından Esirhâne Eminliği kaldırılarak esirci esnafının denetimi ihtisab ağalığına devredilmiştir. Aynı yıl çıkarılan İhtisab Ağalığı Nizamnâmesi’nde köle ticareti ve kölelikle ilgili hükümler de yer almaktadır. Buna göre esir pazarında esircilerin odalarında bekçi olarak görev yapan kişiler tesbit edilecek ve kefalete bağlanacak, ihtisab ağası güvenilir bir adamını esir pazannda bulundurarak esir ticaretindeki suistimallere engel olacak, hastalanan esirlerin tedavisi efendisi tarafından yaptırılacak, hür birini köle diye satanlar sürgün cezasına çarptırılacaktı.
İstanbul’da esir ticaretinin yapıldığı Esir Pazarı, Sultan Abdülmecid’in emriyle 1847*de kapatılmışsa da bazı esirciler bu işi kendi evlerinde, bazıları da Fâtih Camii civan ile Tophane semtinde kaçak olarak sürdürmüşlerdir. Bunun üzerine 1857 yılı başlarında Sultan Abdülmecid Mısır, Trablusgarp ve Bağdat valilerine gönderdiği emirle zenci ticaretini kesin olarak yasaklamış, bu işi yapanların cezalandırılacağını belirtmiştir. 1876 Kânûnı Esâsîsi’nde yasaklanan köle ticaretinin kaldırılmasıyla ilgili olarak 1891’de ve nihayet Sultan Reşad zamanında bir kanun çıkarılmıştır. Bu yasaklamalara rağmen köle ticareti az da olsa imparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi