Mekke Tarihi -Osmanlı Dönemi, Devri- Hakkında Bilgi

Türk valilerin görev­lendirildiği Abbasîler devrinden itibaren zaman zaman bağımsız olarak idare edi­len, bir süre Selçuklular ve Eyyûbîler adı­na hutbe okunan Mekke, Osmanlılar’ın ilgisini Yavuz Sultan Selim döneminden daha önce çekmişti. Memiükler devrin­de Osmanlı padişahlarının Mekke’ye olan ilgilerinin gönderilen yardımlarla sürdü­ğü Mekkeli şair İbnü’l-Uleyf in mısralarından anlaşılmaktadır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden [Zilhicce 922/Ocak 1517] sonra Mekke Osmanlılar’a intikal etti. Yavuz Sultan Se­lim Kahire’de İken Mekke ve çevresinin zaptı için asker sevketmeyi düşünmüş, ancak Mekke Emîri Şerif Berekât’in, oğlu Ebû Nümey başkanlığında bir heyeti Kahi-re’ye göndererek itaatini bildirmesi üze­rine bundan vazgeçmişti. 16 ve 22 Cemâziyelâhir 923’te 6 ve 12 Temmuz 1517 iki defa huzura kabul edilen Mekke heyeti saygıyla karşılandı. Yavuz Sultan Selim, Şerif Berekât’ın Mekke emirliğini onayladı. Heyet Mekke’ye dö­nünce Şerif Berekât, “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatıyla andığı Yavuz Sultan Se­lim’in gönderdiği hil’ati giyerek onun adı­na hutbe okuttu, böylece Mekke’de Osmanlı hâkimiyeti fiilen başlamış oldu.

Osmanlılar. Mekke’nin Memiükler za­manındaki statüsünü değiştirmediler. Mekke emirlerine sık sık hii’at gönderip ihsanlarda bulunarak mukaddes toprak­lardaki asayişi sağlamaya ve bölgedeki hâkimiyeti onlar vasıtasıyla yerleştirmeye çalıştılar. Ayrıca önce Aden’i, ardından Yemen’i ele geçirmek suretiyle Kızıldeniz’i kontrol altına alıp Mekke’yi dış tehditler­den emin hale getirdiler. Hac mevsimleri başta olmak üzere Mekke’ye ulaşımın gü­venlik içinde gerçekleşebilmesi için bedevî saldırılarını önlemeye yönelik çeşitli tedbirler aldılar. Haremeyn’de yaşayan halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını önce­likli politika olarak belirlediler. Osman­lı topraklan dışındaki müslümanların Mekke’ye güven içerisinde ulaşabilme­lerini sağlamak için de çaba gösterdiler. Bu amaçla Hint Okyanusu’na donan­ma gönderebilmek için Akdeniz’i Kızıl-deniz’e bağlayan bir kanal açmayı dü­şündüler. Osmanlı-Safevî mücadele­sinde, şahların Mekke’de çıkan bazı olay­ları açık veya gizli şekilde destekleme­leri sebebiyle özellikle savaş durumla­rında İranlı hacıların Osmanlı toprakları­na girmeleri yasaklanırdı. 962’de (1555) imzalanan Amasya Antlaşması ile İranlı hacıların Mekke’yi ziyaretine izin verildi. Ancak İran ile olan ihtilâf XVIII. yüzyılda farklı bir boyut kazandı, 1148’de (1736) İran’da iktidara gelen Nâdir Şah, beşinci mezhep olarak Ca’ferîliğin tanınması ve Mekke’de bir makam tahsis edilmesini istediyse de Osmanlılar bunu reddetti.

Mekke, Osmanlı hâkimiyeti sırasında 923’te (1517) Kabe’nin anahtarianyla mallarının çalınması ve Yemen’de bulu­narak geri getirilmesi, hac mevsimlerinde meydana gelen olaylar, şerifler arasında nüfuz mücadelesi, 958’de (155J) Ebû Nümey’in emîr-i hac Mahmud Paşa ile olan anlaşmazlığına benzer şekilde şerif­lerle Osmanlı idarecileri arasında yetki problemlerine dayanan hadiseler, Mısır’­da isyan eden Bulutkapan Ali Bey’in bir süre Mekke’yi ele geçirmesi [Safer 1184/ Haziran 1770] ve bedevi baskınları gibi ba­zı ufak çaplı olaylar dışında -Muhammed b. Suûd ve taraftarlarının ortaya çıkışına kadar- genellikle sakin bir dönem geçirdi. Vehhâbîler’i başlangıçta tehdit unsuru olarak düşünmeyen Mekke şerifleri, za­manla bu hareketin aleyhlerine geliştiğini ve Hicaz’daki otoritelerini sarstığını gördüler. Mekke Emîri Şerîf Mes’ûd b. Saîd, dört mezhebe aykırı ve yıkıcı fikirlerinden vazgeçmediği takdirde Muhammed b. Abdülvehhâb’ın katlinin vacip olduğuna dair Mekke ulemâsından aldığı fetvayı İstanbul’a bildirdi. İbn Abdülvehhâb ve taraftarlarının ikna edile­rek halka zarar vermelerinin önlenmesini isteyen ve olayı önemsemeyen Osmanlı idaresi, Mekke şeyh ü I haremi Osman Paşa’dan şeriflere yardım edip bu işi çöz­mesini istedi. Vehhâbîler, Mekke’de dü­zenlenen hac törenlerini propaganda amacı için kullanmayı düşündüklerinden ulemânın fetvasına istinaden 1184’e (1770) kadar buraya sokulmadılar. Mu­hammed b. Suûd’dan (o. 1179/1765) son­ra Vehhâbîler’in başına geçen oğlu Abdülazîz b. Muhammed Hicaz’ı ve özellikle Mekke’yi tehdit etmeye başladı. Hac yol­larının güvenliğini sarsan bu hareket, Mekke’ye gelen hacı sayısının azalması­na ve Mekke emirlerinin önemli bir gelir­den mahrum olmalarına yol açtı. Mekke Emîri Şerîf Sürür b. Müsâid, Vehhâbî­ler’in tıpkı Şiîler gibi hac vergisi ödemele­ri halinde Mekke’ye girebileceklerini bil­dirdi (1187/1773). 1189’dan (1775) itiba­ren de herhangi bir şart koşmadan Mek­ke’ye girip çıkmalarına izin vermek zorun­da kaldı. 1213’te (1798) Mekke Emîri Şe­rîf Gâlib b. Müsâid’in yaptığı antlaşma ile Mekke Emirliği Vehhâbîler’i resmen tanı­dı. 1803 Şubatında ele geçirdiği Tâif in ardından Mekke’ye yö­nelen Abdülazîz’in oğlu veliahd Suûd ve taraftarları, Cidde’ye kaçan Şerîf Gâlib’in kardeşi Abdülmuîn’inve şehrin eşrafın­dan bazı kimselerin gayretleriyle Mekke’yi işgal etti (30 Nisan 1803). Mescid-i Harâm’da mezhebine ait risaleyi okuduk­tan sonra şeriflerden Abdülmuîn b. Müsâid’i Mekke emirliğinde bıraktı. Ardından Kabe ve makâm-ı İbrahim dışında Mekke’deki önemli ziyaretgâhlar tahrip edildi ve me­zarların kubbeleri yıktırıldı. Mekke’nin işgali Osmanlı Devleti’nce meşruiyetlerini sarsan bir olay olarak görüldü. Suûd’un on gün kadar kaldığı Mekke’de 200 kişilik bir kuvvet bırakarak ayrılmasını fırsat bilen Şerîf Gâlib. Cidde Valisi Şerif Paşa’nın yardımıyla Mekke’yi kuşattı (12 Temmuz 1803) ve yirmi beş gün süren kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Bunun üze­rine Suûd, Şerîf Gâlib’in Medine’yi kendi­sine bırakması ve Cidde gümrüğünde ta­raftarlarından vergi alınmaması şartıyla Mekke’yi ona terketti. Ancak 1803 Kası­mında ölen babasının yerine emirlik ma­kamına geçen Suûd’un şehre yönelik teh­didi devam etti. 1805 yılının sonlarında Mekke’yi yeniden kuşattı. Üç ay kadar sü­ren kuşatmanın ardından Osmanlı yardı­mından ümidini kesen Mekke Emîri Şe­rîf Gâlib emirlikte kalmak şartıyla şehri Vehhâbîler’e teslim etti (Ocak 1806). Mekke’de fiilen hâkimiyeti sona eren Os­manlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı işga­liyle ilgili meselelerle uğraştığı için şehri kurtarmaya yönelik ciddi tedbirler alama­dı. Hicaz’daki Vehhâbî tecavüzlerini orta­dan kaldırmakla görevlendirilen Mısır Va­lisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Mekke’ye gönderdi. Medine ve çevresin­deki kabileleri itaat altına alan Tosun Pa­şa, Mekke’ye yönelerek gizlice anlaştığı Mekke Emîri Şerif Gâlib’in yardımıyla şeh­re girdi (23 Ocak 1813). Mekke’nin kurtu­luşu İstanbul ve Mısır’da törenlerle kut­landı ve Kabe’nin anahtarının hazineye teslim edilmesinin ardından (30 Ağustos 1813) yedi gün top şenliği yapıldı. Tosun Paşa, Medine ve Mekke’den uzaklaşmasına kar­şılık babasının yerine emîr olan Abdullah b. Suûd ile antlaşma yaptı. Ancak Meh­med Ali Paşa, antlaşmayı onaylamayarak oğlu İbrahim Paşa kumandasında ikinci bir orduyu Hicaz’a gönderdi. Mehmed Ali Paşa işgalde sorumlu gördüğü, ayrıca Vehhâbîler’e karşı hatalı siyaset izlediği­ni düşündüğü Mekke Emîri Şerif Gâlib’in azledilerek yerine Şerîf Yahya b. Sürûr’un tayin edilmesini sağladı.[Şubat 1814] İbrahim Paşa’nın Hi­caz’daki faaliyetlerine başladığı sıralarda (Eylül 1816) Vehhâbîler’in Mekke’de yap­tıkları tahribatın tamiri için İstanbul’dan gönderilen usta ve işçiler çalışmalarına başlamışlardı. Veh­hâbîler’in Hicaz hâkimiyetine son veren İbrahim Paşa (1818), II. Mahmud tarafın­dan Cidde sancağı ile birlikte Habeş eya­leti valiliğine ve Mekke şeyhülharemliğine getirildi.

Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Mek­ke emîri olan şeriflerin bağımsız hareket etme istekleri, Arap milliyetçiliği hare­ketinin hız kazanması ve Avrupa devlet­lerinin Ortadoğu’ya yönelik artan ilgileri bölgedeki denetimi gittikçe güçleştiriyor­du. Osmanlı idaresi, Tanzimat’tan itiba­ren merkezî hükümetin etkinliğini arttı­ran tedbirleri süratle uygulamaya koydu. XIX. yüzyılın ikinci yansında Medine’ye ulaştırılan Hicaz demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılmasının tasarlanması, telgraf ve telefon hatlarının döşenmesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra merkezden düzenli asker şevkine başlan­ması, Mekke-Medine arasında ulaşım güvenliğinin sağlanması için 1500 kişilik bir seyyar kuvvet oluşturulması, zaptiye ve jandarma alaylarının kurulması gibi pratik sonuçlan da görülen merkezîleş­me eğiliminden amaç Mekke’de Osmanlı nüfuzunun devamını sağlamaktı. Bütün bu faaliyetler, başlangıçta ayrılıkçı ve mil­liyetçi hareketler yerine merkezî idareye entegrasyonu hızlandırdıysa da sonraki dönemde bazı ayrıcalıklarını ve özerklik­lerini yitiren Mekke eşrafını rahatsız et­ti; şeriflerin siyasî etkinliklerini fırsat bul­dukça Osmanlı Devleti aleyhinde kullan­malarından dolayı Mekke’deki Osmanlı nüfuzunun gittikçe azalmasına sebep ol­du. Öte yandan Mekke halkının zorunlu askerlikten ve vergiden muaf tutulması kararlaştırıldı. Hicaz de­miryolunun Medine’ye ulaştırılmasının ardından Osmanlı idaresi Hicaz’daki olay­lara Medine üzerinden müdahalede bu­lunmayı tercih etti. Mekke’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyefin ilânından son­ra merkeziyetçi politikalara hız verilerek şehir kontrol edilmeye çalışıldıysa da Os­manlı idaresi aleyhine faaliyetler arttı. Mekke’de kurulan yerel komite mahkûm­ları serbest bıraktı ve şehre girişteki ayak­bastı parasını kaldırıp Osmanlı Valisi Râtib Paşa’nın koyduğu deve başına vergiyi en aza indirdi. Hicaz’da çok düzensiz olarak gerçekleşen 1908 seçim­lerinde Mekke’den Hindistan asıllı Hane­fî müftüsü Abdullah Saraç mebus seçildi. Ancak Abdullah Saraç yolda iken istifa ederek geri döndü. 1909’da seçimi yeni­leyen Şerîf Hüseyin, oğlu Abdullah ile Ha­san b. Abdülkâdir eş-Şeybîyi Mekke me­busu olarak İstanbul’a gönderdi. Yeni hükümetin Mekke’ye yönelik ilk İcraatı Râtib Paşa’nın yerine Kâzım Paşa’yı vali tayin etmesi oldu. Büyük bir Arap devleti kurmak amacıyla çeşitli fa­aliyetlerde bulunan ve İngilizler’in deste­ğiyle hareket eden Şerîf Hüseyin, Osmanlı hükümetinin Mekke’yi kontrole yönelik politikalarından rahatsızlığını açıklamak­tan çekinmeyerek isyan için fırsat bekli­yordu. Bu arada I. Dünya Savaşı’nda Os­manlı Devleti’ni paylaşmak üzere arala­rında gizli antlaşmalar yapan İtilâf dev­letleri, Mekke’nin Osmanlılar’dan alınıp bağımsız Arap yönetimine verilmesi ko­nusunda da anlaştı. Şerîf Hüseyin ayak­lanarak (27 Haziran 1916) Cidde valisi ve diğer Osmanlı idarecilerinin faaliyetlerini engelleyip Mekke’de üstünlük sağladı ve 3 Kasım 1916’da başşehri Mekke olan Hi­caz Hâşimî Krallığı’nı kurdu. Osmanlı idaresi, isyanın ardın­dan Temmuz başında Mekke emirliğine Şerîf Ali Haydar’ı tayin ettiyse de yeni emîr Mekke’ye giremediğinden görevini Me­dine’den sürdürmeye çalıştı. Ali Haydar Mekke’ye gitmeden emirlik unvanını iki yıl daha taşıyıp tahsisatını aldı. Şehir, Abdülazîz b. Suûd’un Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal burayı ele geçirdiği 16 Ekim 1924 tarihine kadar Hicaz Hâşimî Krallığı”nın idaresinde kaldı. Hâşimîler’den alınan Mekke 1932’de Suudi Arabis­tan adı verilen devletin önemli şehirlerin­den biri haline geldi.

Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki dengelerin değiştiği farklı bir hükümet sistemi geliştirilerek mevcut yapı aynen sürdürülmüştü. Osmanlı­lar şerifleri görevlerinde bırakıp Mekke içindeki yetkilerini sürdürmelerine izin verdiler, yerleşmiş kuralları mümkün ol­duğunca az değiştirerek devamını sağ­ladılar. Hatta kutsal beldelere ve Ehl-i beyt’e mensup olan emîr ailesine duyu­lan saygı dolayısıyla Mekke’deki kale ve burçlara, Osmanlı hâkimiyet alâmeti sa­yılan bayrağın teşhir edilmesi zorunlulu­ğunun ortaya çıktığı Sultan Abdülaziz za­manına kadar Osmanlı bayrağı asılmadı. Mekke’de Osmanlı otoritesi, merkezî hükümetin tayin ettiği şeyhülharemle her yıl Mısır’­dan gönderilen askerî birlik tarafından, mahallî otorite ise Osmanlı sultanının mu­vafakati ile göreve gelen Mekke emîri şe­rif ler vasıtasıyla temsil ediliyordu. Osman­lı idaresinin yerleşmesine paralel olarak bu iki görevlinin yanında Mekke’nin idarî yapısında kadı, nâzır-ı emval ve şurta va­zifelendiriliyordu. Başlangıçtan itibaren Mekke’de Osmanlı nüfuzu, şehri koruma­nın yanında buradaki asayiş ve emniyeti tesise yönelik olarak tasarlanan askerî alanda görülüyordu. Fetihten sonra her yıl münâvebe ile gönderilen ve altı bölük­ten teşekkül eden, bazan Mekke emîrleri veya şehir halkı ile ihtilâflar yaşayan bir­liğin sayısı hac dönemlerinde 2000’e ka­dar ulaşıyordu. Mekke emîrinin emrinde çevredeki kabilelerle şehre mücavir ola­rak yerleşenlerden meydana gelen bir bir­lik bulunur ve Osmanlı Devleti bazan bu birlikten yarımada içerisinde çeşitli as­kerî faaliyetlerde faydalanırdı.

Şehir Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra bütün malî ve idarî işleri Mısır beylerbeyilerine havale edildi. Mekke’nin İda­resi Mısır üzerinden yürütülmekle birlik­te görevliler merkezden atanırdı; idare­cilerin masrafları Mısır hazinesinden ve Mekke emîrlerine de pay verilen Cidde gümrük gelirinden karşılanırdı. XVII. yüz­yılın ikinci yansından itibaren Mısır’dan ayrılan Mekke bazan Mısır valisine bıra­kılan, Mekke şeyhülharemliği görevinin eklendiği Cidde sancak beyinin idaresi altına giriyordu. XVII. yüzyıldan başlaya­rak daha çok Habeş eyaletine bağlı ola­rak yönetildi. XVIII. yüzyılda Cidde eyale­ti valisi, Habeş beylerbeyi ve Mekke şey-hülharemi unvanlarıyla anılan, Mekke’nin yanında Cidde, Tâif ve Medine’de otura-bilen vali tarafından idare edildi. Mısır eyaletinin veraset yoluyla Mehmed Ali Pa-şa’ya bırakılmasından sonra (1840) Mek­ke yeniden düzenlenen Hicaz eyaletine bağlandı. Merkezî hükümetin Mekke emîrleriyle valilerin görev ve yetkilerini açık bir şekilde belirlememiş olması sık sıkyetki anlaşmazlığına yo! açıyordu. Vehhâbîler’in Hicaz’dan çıkarılmasının ardın­dan Mısır beylerbeyinin naibi olarak Mek­ke muhafızlığı tesis edildi. 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre yeniden teşkilâtlandırılan Hicaz eyaletin­de Mekke vilâyet merkezi yapılarak şe­hirde belediye teşkilâtı kuruldu. 1869’da üyelerinin bir kısmı seçimle gelen, bir kıs­mı şehirdeki görevlilerden oluşan beledi­ye meclisi teşkil edildi. Daha önce Mekke’de muhtesibin işlerini kadılar, şeyhülharemler ve bina eminleri üstleniyordu. Tanzimat sonrası yapılan düzenlemede Mekke’nin sağlık ve temiz­lik işlerini denetleyen özel birimler orta­ya çıktı. 27 Mayıs 1840 tarihli karantina dönemine aitbir karakol nizamnâmesiyle Mekke’de sıhhiye mü­fettişliği oluşturuldu.

Mekke’de mülkî ve askerî teşkilâtlan­manın yanında din, hukuk ve eğitim ko­nularında da çeşitli düzenlemeler yapıl­dı. Şehir Osmanlı idaresine girince bura­ya yeni bir kadı tayin edildi. Mekke halkı­nın önemli bir kısmı Hanefî mezhebi dı­şındaki mezheplere mensup olduğu için diğer mezheplerden de kadılar görevlen­dirildi ve Hanefî kadısı Memlükler döne­mindeki gibi şer’î mahkemenin başkanlı­ğını yürütmeye devam etti. 1910’da Ad­liye Nezâreti’nin şehirlerdeki mahkeme­leri yeniden düzenleme isteğine Hicaz mebusları, halkının tamamı müslüman olan mukaddes şehirler için uygun düş­meyeceği gerekçesiyle karşı çıktılar. Bu­nun üzerine Mekke ve Medine mahkeme­leri Adliye Nezâreti’nin yetki ve sorumlu­luğundan çıkarılarak şeyhülislâmlık ma­kamına bağlandı. Mekke’­de dinî işler Mekke emîriyle iş birliği ha­linde bulunan şeyhülharemler, genellikle Babıâli tarafından Mekke âlimleri arasın­dan seçilen dört mezhep müftüsü ve geç dönemde ortaya çıkan Harem-i şerif mü­dürleri vasıtasıyla yürütülüyordu.

Osmanlı devrinde Mekke’nin fizikî ya­pısını daha önceki dönemlerde olduğu gibi şehrin ortasında yer alan Mescid-i Haram belirliyordu ve buranın bakım ve onarımı özel bir Önem kazanıyordu. Hac törenlerine uygun özel bir çevre mey­dana getirme girişimi yalnız Mescid-i Harâm’la sınırlı kalmıyor ve şehrin ta­mamını kapsıyordu. Su şebekesi ve ka­mu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağ­lanması için sürekli yatırım yapılıyor­du. Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdik­ten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i şerif merkezli olarak gerçekleştirilen sosyal ve kültürel bina .Kompleksleriyle yeni bir çehre kazandı. Abbasî Halifesi Muktedir-Billâh’tan Os­manlı hâkimiyetine kadar bazı tamir ve düzenlemeler yapılmışsa da Mekke mimari açıdan kesin şeklini, Mescid-i Harâm’a bağlı olarak yapılan düzenleme­lerle II. Selim ve III. Murad dönemlerine rastlayan 1572-1581 yılları arasında aldı. Mekke’de Harem-i şerifin çevresi dışın­da şehri kuşatan dağ eteklerinde yoğun bir iskân vardı. Şehrin Osmanlı öncesi dö­nemde yapılan surlarında zaruret olma­dıkça açılmayan kuzeyde Ma’lât, güney­de Mesfele ve güneybatıda Şübeyke ka­pıları bulunuyordu. Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için sura ilâve olarak 2001 ‘de yıktırılan Ecyâd (1781 -1783), çev­resinde bedevilerin yoğun biçimde yer­leştiği Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi. Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı me­deniyetinin unsurlarını yansıtmaya baş­layan bir merkez haline getirilmeye çalı­şıldı. Şehirde padişahlar, hanedan men­supları ve diğer ileri gelenlerle zengin va­kıflar sayesinde idari binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, sıhhiye idareleri ve sebiller yapıldı. Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. Bunlar­dan biri Sokullu Mehmed Paşa’nın planı­nı Mimar Sinan’a çizdirdiği hamam, di­ğeri ise Sinan Paşa tarafından yaptırılan hamamdı. Mek­ke’de IV. Mehmed’in zevcesi Gülnûş Sul­tan tarafından inşa ettirilen dârüşşifâ-nın yanında XIX. yüzyılda iki hastahane mevcuttu. Bu devirde başta Hz. Peygamber’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan bazı mekânlar ko­rundu. 1860’ta yapımına başlanan Meci­diye Hükümet Konağı II. Abdülhamid za­manında bitirildi. Daha sonra Safa tepe­si civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve posta-hane gibi binalarla Mekke’nin sosyal ve kültürel yapılaşması tamamlandı.

Osmanlı devrinde sel yataklarının yollan değiştirilerek Kabe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararların en aza indirilmesine çaba gösterildi. Gerek yerli halkın ge­rekse hac mevsimlerinde gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Kutsal kabul edilen ve hacılar ta­rafından götürülen zemzemle ilgili çalış­malar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Aynizübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Aynihanîn kanal­larıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuş­turuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma. Aynizübeyde ve ona ilâve edilen Ayniza’ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.

Mekke’nin Osmanlı dönemindeki nü­fus durumu hakkında XIX. yüzyıla kadar doğrudan resmî bir tesbite dayalı bilgi bulunmamaktadır. XVI. yüzyılın sonların­da verilen tahsisatlardan şehrin nüfusu 15.000 olarak tahmin edilmektedir. Hac mevsimlerinde nüfusu ikiye, üçe katlanan Mekke’nin 1816’da 100.000’den fazla bir nüfus için uygun olduğu, ancak şehrin harap ve evlerin büyük bir kısmının boş kaldığı kaydedilir XIX. yüzyılın başında 40.000 olan Mekke’nin nüfusu, Vehhâbî işgalinden sonra artan göçler, İstanbul ve Mısır’dan gelen görevlilerle 1890’da 100.000’e ulaştı. 1309 (1891-92) tarihli Hicaz Vilâ­yeti Salnamesi’nde ise 110.000 rakamı verilir. 1909’da Mekke’yi ziyaret eden Betenûnî tarafından verilen 50.000 Arap, 25.000 bedevî, ayrıca Buharalı, Hintli. Mağribii, Cavalı, Afgan ve çeşitli ırklara mensup olmak üzere 150.000 ra­kamı abartılıdır. I. Dünya Savaşı esnasında 125.000 olarak tahmin edilen Mekke nüfusu. Şe­rif Hüseyin’in isyanı ve Osmanlı hâkimi­yetinin sona ermesiyle 1923’te 60.000’e kadar inmişti. 1865′-ten itibaren görülmeye başlanan kolera salgınları, alınan bütün tedbirlere rağ­men Mekke’nin ciddi ölçüde nüfus kaybı­na sebep olmuştur. Mekke, Osmanlı ha­kimiyetindeki toprakların çeşitli bölgele­rinde yaşayan insanların gitmek istedikleri bir mekân özelliği de taşır. Müslümanların burayı tercihlerinde, mukaddes yer olma­sının yanında Osmanlı Devleti’nin kutsal mekânlara yönelik siyasetiyle buraya gös­terdiği ihtimam rol oynamıştır. Farklı kül­türlere mensup olan ve bazan şehrin yer­li halkıyla ihtilâflar yaşayan bu insanlar Mekke’ye gelirken beraberlerinde mahal­lî âdetlerini de taşıyarak kültürel sentez oluşumuna katkıda bulundular. Mücavir­lerle şehrin yerlilerinin kültürünün birlesiminden mûsiki, mimari, giyim kuşam ve mutfak alanında yeni bir Mekke gelene­ği doğdu. Mekke’de Osmanlı öncesinde olduğu gibi bu devirde de gayri müslimlerin ikametine izin verilmedi. Bununla birlikte bazı şarkiyatçıların farklı kimlikle şehre girdikleri bilinmektedir.

Ticarî yönden fazla gelir kaynağına sa­hip olmayan Mekke tarıma elverişli arazi bakımından da bölgenin en fakir yeriydi; tek geliri, şehre uğrayan ticaret kervan-larıyla hac mevsimlerinde yoğunlaşan ti­carî faaliyetlere dayanıyordu. Hac mev­simleri dışında ticarî canlılık görülmeyen Mekke’de bu dönemde fiyatlar artar, ba-zan temel ihtiyaç maddelerinin eksikliği hissedilirdi. Hac mevsimlerinde Mekke’­de ticaret, Arafat dönüşü birkaç gün ka­lınan Mina ile şehrin içerisinde bulunan iki kapalı çarşı ve çevresindeki dükkânlar­da gerçekleşiyordu. En canlı pazar, Safa ile Merve tepeleri arasında yer alan ve Burckhardt tarafından İstanbul çarşıla­rına benzetilen Mes’â caddesinde kurulurdu. Mekkeliler büyük ölçüde, vakıflar başta olmak üzere merkezî idare ile Mısır üzerin­den gönderilen kaynaklardan bir tür ba­ğışa dayanan gelirle geçimlerini sağ­lıyordu. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra şehrin giderlerinin önemli bir bö­lümü Mısır hazinesi ve Cidde gümrük gelirlerinden karşılanmaya başlanmıştı. Mekke’ye bazan Yemen’den erzak gönde­rilmiş olsa da Ortaçağ’larda ve Osmanlı devrinde burada tüketilen tahılın tek kay­nağı Mısır’dı. Süveyş Kanalı’nı açma te­şebbüsleri de donanmanın Hint Okyanusu’na inebilmesi yanında Suriye ve Ana­dolu’dan mal şevkinin kolaylaştırılması ve Mısır’a bağımlılığın önlenmesine yö­nelikti. Bazan hac mevsimlerinde Mek­ke’nin yiyecek ihtiyacı Cidde Limanı’ndan karşılanamaz hale gelince Sevâkin ve Masavva’ limanlan devreye girerdi. Mekke Anadolu’nun ekonomik hayatı bakımın­dan da Önemlidir. Hac kervanlarının gidiş ve dönüşü karşılıklı mal değişimine im­kân verdiğinden Mekke imalât merkezi olmadığı halde bilhassa Hindistan’dan ge­len mallar başta olmak üzere kumaş, ba­harat, esans, kahve gibi emtianın Ana­dolu’ya ulaşmasında ara merkez rolünü oynuyordu. XX. yüzyılın başlarında özel­likle hediyelik eşya üretiminde gelişme sağlandı ve Mekke’de üretilerek satılan mallar yaygınlaştı. İstanbul ile Mekke ara­sında en önemli bağlantı noktalarından biri de Kabe örtüleriydi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında sadece iç örtüler İstanbul’da hazırlanmaya başlanmış, III. Ahmed devrinden itibaren bütün örtüler İstanbul’da dokunarak Mekke’ye gönderilmiştir. Mekkeliler’in önemli gelir kay­nakları arasında hac dönemlerinde üst­lendikleri rehberlik hizmetleri de bulunu­yordu. “Delil” adı verilen rehberler Mek­ke’ye dışarıdan gelenlere kılavuzluk ya­parak İhtiyaçlarıyla ilgilenirlerdi.

İstanbul ve Mısır’dan şehirdeki yerli halka her yıl düzenli olarak gönderilen surre, cevâlî, cerâye, Cidde gümrük ge­lirlerinin bir kısmı ve doğrudan merkezî idare ile vakıflardan yollanan tahsisatlar gibi çeşitli şekillerde para ve mal aktarı­lırdı. Mekke’nin sürekli sakinlerinin ihti­yaçlarını karşılamak için Mısır’da Eyyûbî ve Memlûk dönemlerinden kalan vakıf­lar aynen muhafaza edildi. Anadolu, Su­riye, Kıbrıs ve Balkanlar’da bunlara yeni­leri eklendi. Kanunî Sultan Süleyman’dan itibaren Haremeyn evkafı avârız-ı dîvâ-niyye, tekâlîf-i örfiyye ve öşür gibi vergi­lerden muaf tutuldu. Mısır’ın fethedildiği yıl Mekke’de divana kaydolan 12.000 kişiye 5000 irdeb buğ­dayın dağıtılmasıyla başlayan ve her yıl düzenli biçimde gönderilen zahirenin miktarı zamanla 17.000 irdebe ulaştı. Ay­rıca Yavuz Sultan Selim, Mekke’de mü­cavir olanları defterlere kaydettirerek her birine Mısır hazinesinden 100’er dinar tahsis etti. Yıllık tahsi­satlarını bir defada peşin alan Mekkeli­ler’in yılın bir kısmında sıkıntıya düşme­leri üzerine II. Mahmud, bu usulü kaldı­rarak şehirde teşkil edilen müdüriyet ha­zinesi vasıtasıyla aylık ödeme sistemini uygulamaya koydu. Başta Hürrem ve Gülnûş sultanlarla Makbul İbrahim Paşa tarafından yaptırılanlar olmak üzere Mekke’deki imaretlerde pişirilen ve “de-şîşe” denilen çorbanın halka dağıtılması işi de sürdürülüp ilâve sadakalarla des­teklendi. Bunların dışında zaman zaman Suriye ve Mısır’da toplanan verginin bir kısmı Haremeyn’e ek gelir olarak tahsis edilirdi.

Mekke, Osmanlı döneminde de İslâm dünyasının özellikle hac mevsimlerinde dinî İlimlerle uğraşan ulemâ için bir mer­kez olma özelliğini sürdürdü. Şehirde kültürel canlılığın korunmasında Mes-cid-i Harâm’da kurulan ilim halkaları, bu­raya yerleşen âlimler, Taberî, İbnü’z-Zahîre, Fâkihî, Mürşidî, Sincârî, Dahlân, Sünbül ve Abdüşşekûr gibi birkaç nesil ilimle uğraşan ve evleri birer ilim merkezi olan aileler, küttâblar, kütüphaneler, sayıları arttırılan medreseler ve bunların etrafın­da canlanan tasavvufî düşüncenin Önem­li rolü oldu. Osmanlı devrinde Mekke’de kültürel hayatın canlı kalmasında şehre mücavir olarak yerleşen ve Anadolu, Şam, Mısır, Mağrib, Orta Asya’ya kadar geniş bir yelpazeye mensup olan âlimlerin bü­yük katkıları vardı. Osmanlılar miras al­dıkları medreselerin ayakta kalmasını sağlamışlar ve onlara yenilerini ilâve et­mişlerdir. Mekke’de bilinen en eski med­rese planını Mimar Sinan’ın hazırladığı. Kanunî Sultan Süleyman tarafından dört mezhep için ayrı ayrı 30.000 altın harca­narak 972’de (1464-65) inşa edilendir. Bunlardan Hanefî Medresesi’nde tefsir ve usul gibi dinî ilimlerin yanında tıp da okutuluyordu. III. Murad’ın yaptırdığı medresenin dışın­da meşhur Mekke medreseleri arasında Şehid Mehmed Paşa, Dâvud Paşa, Hase­kiye, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Mahmudiye sayılabilir. Şehirde hac mevsimlerinde dışarıdan gelenlerin ba­rındığı tekke, zaviye ve ribâtlarda da ilmî hareketlilik görülmekte; Kâdiriyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Rifâiyye, Celvetiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktaydı. 969’da (562) mahmil kadısı olarak Mekke’ye giden Abdurrahman Gubârî adına Kanunî Sultan Süleyman tarafından bir Nakşibendî za­viyesi inşa ettirilmişti. Evliya Çelebi, sa­yılarını yetmiş sekiz olarak verdiği tekke­ler arasında Kaptanıderyâ Mûsâ Paşa’nın yaptırdığı mevlevîhâne ile Kadiri Dergâhı’nı şehrin en önemli tasavvuf merkez­leri olarak sayar. Sayıları altmışa ulaşan müderrisle­rin Harem-i şerifte halka açık ders ver­dikleri Mekke’de Tanzimat’tan sonra mo­dern eğitim kurumları ortaya çıktı. 1885-1886’da rüşdiye ve 1909’da idâdî, ayrıca el-Medresetü’s-Savletiyye gibi özel okul­lar açıldı.

Mekke’nin eğitim ve kültürel hayatının Önemli kurumlarından biri de kütüpha­nelerdir. Bunların en eskisi, Sultan Abdülmecid tarafından 3653 cilt kitap te­min edilerek yeniden düzenlenen Mes-cid-i Harâm’daki kitaplıktır. 1278 (1861-62) seli bu kütüphaneye büyük zarar ver­miştir. Mekke’de medreselere, ribâtla-ra, tekkelere ve özel şahıslara ait kütüp­haneler de mevcuttu.

1887’de Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa tarafından Mekke’de Vilâyet adlı devlet matbaası kurularak Hicaz salnameleri ya­yımlanmaya başlandı. II. Meşrutiyet’in ilâ­nından sonra Hicaz adlı Arapça-Türkçe yayın yapan haftalık ilk resmî gazete Vi­lâyet Matbaası’nda basıldı (3 Kasım 1908). İttihatçı bir çizgiyi benimseyen ve Mekke emîrinin şehre hükmetmesini önlemeye yönelik bir anlayışı temsil eden Şemsü ‘l-hakîka isimli haftalık bir gazete çıkarıldı (16 Şubat 1909). Arapça-Türkçe yayın ya­pan Şemsü’l’hakîka’nın dağıtımı Şerîf Hüseyin tarafından engelleniyordu. Şerîf Hüseyin, 15 Ağustos 1916’da Hâşimî Krallığfnın res­mî yayın organı olan el-Kıble adlı bir ga­zete çıkardı.

  • Mekke Tarihi -Mekke Emirliği-
  • Mekke Tarihi -Bugünkü Mekke, Nüfusu, Ekonomisi vd. Özellikleri-
  • Mekke Tarihi -Literatür, Kitapları-
  • Mekke Tarihi -Mekke’nin Fethi-
  • Mekke Tarihi -İlim ve Kültür Hayatı, Osmanlı Devrine Kadar-
  • Mekke Tarihi -İslam Fethinden Sonraki Dönem-
  • Mekke Tarihi -Başlangıçtan Mekke Fethine Kadar-
  • Mekke İsminin Anlamı, Eski İsmi, İsimleri,
  • Mekke Tarihi -İmar Faaliyetleri, Osmanlı Devrine Kadar-
  • Mekke Coğrafi Konumu, Özellikleri,

TDV İslâm Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski