Melekût. Gayb âlemini veya vücûd mertebelerinden bîrini ifade eden tasavvuf terimi.
Muhasibi ve Hücvîrî gibi ilk sûfî müelliflerin eserlerinde “melekût”a bir terim olarak yer verilmediği ve genellikle “âlem” kelimesiyle birlikte (melekût âlemi) “gayb” karşılığı olarak kullanıldığı, ancak niteliği üzerinde durulmadığı görülmektedir. Gaz-zâlî âlemi ruhanî ve cismanî, hissî ve aklî, ulvî ve süflî, gayb ve şehâdet, mülk ve melekût gibi ikili tasniflerle ele almış, lafızları farklı olmakla birlikte bu tasniflerin birbirine yakın anlamlar taşıdığını belirttikten sonra insanların çoğu tarafından bilinemediğinden (gayb) melekût âlemine “gayb âlemi”, herkes tarafından hissedilip görüldüğü için diğerine “şehâdet âlemi” denildiğini, bu iki âlem arasında bir münasebet bulunduğunu, şehâdet âleminin melekût âlemine ulaştıran bir merdiven olduğunu söylemiştir. Gazzâlî’ye göre şehâdet âlemi melekût âlemine yükselme yeridir ve sırât-ı müstakime girmek melekût âlemine yükselmeye başlamak demektir. İlâhî rahmet şehâdet alemiyle melekût âlemi arasında denge kurmuştur. Bu âlemde olan her şey o âlemden bir örnektir. Melekût âleminde melekler diye ifade edilen, kendilerinden beşerî ruhlara nurlar taşan nuranî, şerif ve ulvî ruhlar; şehâdet âleminde bunlara misal olarak yıldızlar, ay ve güneş vardır. Gazzâlî, daha sonra En’âm süresindeki Hz. İbrahim’le ilgili âyetlere (6/75-79) atıf yaparak konuyu seyrü sülük bağlamında ele almış, sâlikin önce şehâdet alemindeki yıldızlar mertebesinin karşılığı olarak melekût alemindeki nûrânî varlıklar mertebesine yükseleceğini, bunu ay ve güneş mertebesindeki nûrânî varlıklar mertebesine yükselmesinin takip edeceğini belirtmiştir. Sûfîler aklın şeriatın nuruyla şehâdet âleminin bilgilerine ulaşabileceğini, ancak melekût âlemini sadece şeriatın nuruyla aydınlanan mükâşefe sahibi basiret erbabının kavrayabileceğini söylemişlerdir.
Muhyiddin İbnü’I-Arabî’ye göre Hak kendini hem zahir hem bâtın olarak tanımladığı gibi âlemi de gayb (meiekût) ve şehâdet (mülk) olarak vücûda getirmiş, bâtını “emr”, zahiri “halk” diye isimlendirerek, “Bilin ki emr de halk da O’nundur” buyurmuştur.[A’râf 7/54] Hakk’ın zahir ismi âlemin bütün suretlerine, bâtın ismi o suretlerin Örttüğü mânalara tekabül etmektedir. Vücûd ise Hakk’ın vücûdu olup onun taayyün ve tenezzül suretiyle tecellisi zuhura meyliyle mümkün olmuştur. İbnü’l-Arabî’yi takip eden muhakkik sûfîler, onun eserlerinden hareketle vücûdun taayyün ve tenezzülünü daha iyi anlaşılabilmesi için itibarî olarak mertebeler şeklinde ele almışlar, her mertebeye (hazret) bir âlem adı vermişler ve bunları çeşitli şekillerde tasnif etmişlerdir. Bunlar içinde ahadiyyet lâ taayyün, taay-yün-i evvel, taayyün-i sânî, ruhlar âlemi, misal âlemi, şehâdet âlemi, insân-ı kâmil şeklinde yedili ve lâhût, ceberut, melekût ve nâsût şeklinde dörtlü tasnifler vardır. Dörtlü tasnife göre ilk mertebe olan lâhût yedili tasnifteki zât-ı ahadiyyet mertebesi olup cem’u’l-cem” halidir ve “hû” ismiyle işaret edilir. Ceberut taayyün-i evvel ve taayyün-i sânînin müşterek olduğu cem’ halidir. Melekût ervah ve misal âlemlerini, nâsût şehâdet âlemi ve insan mertebelerini içermektedir.
Hazarât-ı hams denilen beşli tasnifte ise önceki tasnifte melekût olarak tanımlanan ervah ve misal âlemleri ayrı mertebeler olarak kabul edilmiş ve bu beş mertebeye ahadiyyet (lâ-taayyün, gayb-ı mutlak, amâ-yi mutlak, â!emi lâhût, gaybü’l-guyûb), vâhidiyyet (âlem-i ceberut, taayyün-i evvel, hakîkat-i Muhammediyye, akl-ı evvel, kitâb-ı mübîn), ervah, misal ve şehâdet âlemleri adı verilmiştir.
İbnü’l-Arabî gibi âlemin zahirinin mülk, bâtınının melekût olduğunu söyleyen Necmeddîn-i Dâye melekûtu “eşyayı var kılan şey” olarak tanımlamış ve, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir.[Yâsîn 36/ 83] mealindeki âyeti zikrederek eşyanın hakikatinin Cenâb-ı Hakk’ın kayyûmiyyet sıfatı olduğunu ve her şeyin onunla kâim bulunduğunu belirtmiştir. Necmeddîn-i Dâye’ye göre başka tasnifler de bulunmakla birlikte melekûtî varlıklar genellikle ruhlar ve nefisler âlemi olarak iki kısma ayrılır. Ruhlar âlemi de insan ve melek ruhları gibi ulvî ruhlar; cin, şeytanlar ve hayvan ruhları gibi süflî ruhlar olmak üzere iki kısımdır. Aynı şekilde nefisler âlemi de ulvî ve süflî nefisler olarak düşünülmüştür. Yıldızlar ve gezegenler semavî nefislerin ulvî olanları, yeryüzündeki cisimlerin nefisleri ise süflî olanlarıdır. Ulvî ve süflî nefis ve varlıkların her birinin melekûtu diğer melekûtî varlıkların sıfatlarından bir sıfat taşıyabilir, ancak onun üzerinde bunlardan biri hâkimdir.
Azîz Nesefî mülk, melekût ve ceberut adlı üç âlemden bahsetmiş, ceberut âleminin mülk ve melekût âleminin zatı, mülk ve melekûtun onun sureti olduğunu söylemiştir. Buna göre Ceberut âlemi mücmel kitap, mülk ve melekût âlemi mufassal kitaptır. Ceberut âlemi tohum, mülk ve melekût âlemi ağaçtır. Azîz Ne-sefî’ye göre mülk hissî, melekût aklî âlemin, ceberut mahiyetler âleminin adıdır. Bu ifadeden onun ceberûtu ahadiyyet mertebesi olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Aynı müellif bu üç âlemin her birinin ve toprağın bir âdemi olduğunu söyler. Ona göre ceberut âdemi mevcudatın evvelidir. Melekût âdemi akl-i evvel olup melekût âlemi ondan meydana gelmiştir. Mülk âleminin evveli olan mülkî âdem birinci felektir; bütün mülk âlemi birinci felekten meydana gelmiştir. Toprak âdemi ise bütün ilimlerin ve ilâhî isimlerin mazhan olan insân-ı kâmildir.
Cenâb-ı Hakk’ın insân-ı kâmili mülk ve melekût âlemleri arasında köprü olarak tayin ettiğini söyleyen İbnü’l-Arabî halife, kutup veya gavs dediği insân-ı kâmilin “imâmeyn” diye andığı iki veziri bulunduğunu, kutbun sağındaki imâmın âlem-i mülkü, solundaki imamın âlem-i melekûtu müşahede etmekle görevli olduğunu ve kutup vefat edince âlem-i mülkü müşahede eden imamın onun yerine geçtiğini kaydeder İbnü’l-Arabî’nin bu tanımı Seyyid Şerif el-Cürcânî ve Kâşânî tarafından tekrar edilmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi