Meşrutiyet Nedir, Kavramı, Özellikleri, Anlamı, Hakkında Bilgi

Meşrutiyet. Osmanlılar’da anayasal saltanat dönemi (1876-1922).

Arapça şart kökünden türetilmiş bir kavram olan meşrûtiyyet kelimesi, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı siyasî literatüründe “anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet rejimi” karşılığında kullanılmıştır. Türkçe literatürde, Kânûn-ı Esâsî’nin ilân edildiği 23 Aralık 1876’dan Meclis-i Meb’ûsan”ın muvakkaten tatil edildiği 13 Şubat 1878 tarihine kadarki döneme I. Meşrutiyet, meclisin yeniden toplanmaya davet edildiği 23-24 Tem­muz 1908’den 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne veya 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun neşri ya da saltanatın ilga edildiği 1 -2 Kasım 1922 tarihine kadarki döneme de II. Meşruti­yet denmektedir. Meşrutiyet kavramı da­ha sonra Farsça’da “anayasalı monarşi” anlamıyla yer almış, ancak kök dili olan Arapça literatüre girmemiştir.

Meşrutiyet kavramının kimin tarafın­dan ve hangi tarihte türetildiği bilinme­mektedir. Aynı kökten gelen meşrut keli­mesinin “şartlı”, müennesi olan meşruta­nın “sahibi tarafından satılmamak kaydıy­la veresesine terkedilen emlâk” mânasın­da hukuk dilinde kullanılması, sorumlu hükümet için de benzer bir ifadenin orta­ya çıkmış olabileceğini düşündürmektedir. Nitekim bu tabir 1876 Kânûn-ı Esâsîsİ’nin ilânı öncesinde Esad Efendi tarafından Hükûmet-i Meşruta adlı risalesinde “anayasal monarşi” anlamında kullanıl­mıştır. Fethî Rıdvan, Rifâa et-Tahtâvî’nin Fransız anayasasını Arapça’ya “eş-şarta” olarak tercüme ettiğini, daha sonra II. Abdüihamid dahil olmak üzere Osmanlı ileri gelenlerinin bundan yola çıkarak tü­retilen meşrutiyet kelimesini “anayasal monarşi” karşılığında kullandığını ileri sürmektedir. Dihhudâ da meşrutiyetin Osmanlı Devleti’n-de Fransızca “la charte” karşılığı olarak türetildiğini belirtmektedir. Gerçekten Tahtâvî, XVIII. Louis’nin 4 Haziran 1814’te kabul ediien Charte constitutionne  “eş-şarta” olarak tercüme ettiği gibi Fransa’daki re­jimin “mutlaku”t-tasarruf” bir karakter­de olmayıp “kânun mukayyed” olduğunu belirtmiştir. Ancak Tahtâvî, “eş-şarta” ifadesiyle aslında şart-lı idareye atıfta bulunmayıp Fransızca “charte” kelimesini Arap alfabesiyle yaz­mıştır. Nitekim Tahtâvî’nin kitabını 1839′-da Türkçe’ye çeviren Rüstem Besim ese­rin bu bölümüne bir ekleme yaparak. “Şarta tesmiye ederler ve bazan karta da­hi tabir ederler” demektedir. Bu durumda Fethî Rıdvan’ın sözünü ettiği türde bir bağlantının kurulabilmesi ol­dukça zor olup Kânûn-ı Esâsî’nin ilânı için 1872 tarihini vermesi ve diğer bazı yaniışlar yapması da müellifin hatalı yakla­şım ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

XIX. yüzyılın ilk yarısında yayımlanan Handjeri lugatında “constitution” kelime­siyle ilgili bilgi kaydedilirken Fransızca “la constitution de l’etat monarchique” ifa­desinin Türkçe karşılığı “hükûmet-i mün­feride ile idare olunan mülk ve devletin nizamı” olarak verilmektedir. Buna karşı­lık Bianchi “constitutionnel” için “kânunnâme- memlekete muvafık” açıklamasını yapmaktadır. Bianchi’nin Türkçe-Fran-sızca lugatında ise meşrutiyet kelimesi bulunmamaktadır. Osmanlı Türkçesi’nde “anayasalı monarşi” anlamında kulla­nılan İlk tabir “nizâm-ı serbestâne” olmuş ve Mustafa Fâzıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e sunduğu, Mart 1867’de Sâdullah Bey tarafından Fransızca’dan Türkçe’ye tercüme edilen mektupta kullanılmıştır. Daha sonra bu tabirin yerine İslâmî refe­ransı da olan “usûl-i meşveret” terkibi yaygın biçimde kullanılmıştır. Seçimle ge­len meclislerin meşveret icra eden ku­rumlar olarak sunulması yeni bir şey ol­mayıp Rifâa et-Tahtâvî’nin öğrencilerin­den Mısırlı gazeteci ve tarihçi Abdullah Ebüssuûd’un Fransız Etats generaux’-sunu “el-meşveretü’l-umûmiyye” olarak tercüme ettiği ve bu anlamda Osmanlı Türkçesi’nde yer aldığı bilinmektedir. Ahmed Mid-hat Efendi Üss-i İnkıîâb’da Midhat Pa­şa’nın hazırladığı cülus hatt-ı hümâyunu müsveddesinde “usûl-i meşrûtiyyet” ta­birini kullandığını, ancak II. Abdülhamid’in usûl-i meşveret kavramının yay­gınlığından hareket ederek meşrutiyet lafzının yanlış anlaşılma kaygısıyla itiraz ettiğini ileri sürmektedir. “Şeriata-uygun anayasal monarşi” anlamında usûl-i meş­veret, ilk olarak Osmanlı idare sistemin­de sultanın gücünü Kânûn-ı Esâsî ve Mec-lis-i Meb’ûsan ile sınırlamak isteyen Yeni Osmanlılar tarafından kullanılmış ve bu rejimin temel niteliğinin “kudret-i teşrii erbâb-ı hükümetin elinden almak” oldu­ğu belirtilmiştir. Daha sonra İstanbul basınında usûl-i meş­veretin Avrupa’daki anayasal monarşile­re atıfta bulunmak için kullanıldığı gö­rülmektedir. Kavram bu haliyle mutlakiyet ve istibdat karşıtı bir anlam taşıyordu. Söz konusu literatürde bu tür rejimlere karşı anayasaları bulunan monarşiler için “hükûmet-i meşruta” ifadesine yer veriliyordu İstanbul basınında da aynı tarihlerde genel anla­mıyla meşrutî hükümete atıflar yapılmış­tır. Ali Suâvi de anayasal monarşi için usûl-i meş­veret kavramına yer verirken idare biçim­lerini ikiye ayırıyor ve şeriata bağlı olan, şeriatın sınırını tayin ettiği mertebeye kadar tasarrufta bulunabilen idareleri “hükûmet-i mukayyede” ya da “hükû­met-i meşruta” olarak tanımlıyordu. Ona göre İslâm hükümetleri önceleri hükû­met-i mukayyede niteliği taşırdı ve emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker ilkesi çer­çevesinde şeriatın çizdiği sınırların dışına çıkılması önlenirken daha sonra bu tür idarenin yerini mutlak hükümetler almış­tı. Benzer şekilde Kanunî Sultan Süley­man’ın “kanun”u Osmanlı Devleti’ni emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker icra eden meşrut bir idareye sahip kılarken ardın­dan Osmanlı hükümeti bir hükûmet-i mutlaka niteliği kazanmıştı. Buna getirilecek çözüm ise şeriata uygun, modern Avrupa devletlerindekine benzer usûl-i meşveretin, yani yetkileri anayasa ile sı­nırlandırılan bir idarenin kurulmasıydı. Tunus’taki anayasa uygu­lamasında da benzer bir yaklaşım sergilenmiş ve şeriata uygun, Tunus beyinin yetkilerini sınırlayan bir idari yapıya atıfta bulunulmuştur. Nitekim dönemin tarih­çisi Tunuslu İbn Ebü’d-Dıyâf yeni idareyi tanımlamak için “el-mülkü’l-mukayyed bi-kânûn” ifadesini kullanmıştır.

Bu anlamıyla meşrutî idareye İran’da ilk atıf 1908 yılında Nâzımülislâm Kirmânî, Edeb mecmuası yazı işleri müdürü Mecdülislâm ve Şeyh Fazlullah Nûrî ara­sındaki bir toplantı sırasında yapılmıştı. Bundan önce İstanbul’daki Farsça bası­nın Osmanlı meşrutiyetinden söz ederken meşrutiyet kavramını kullandığını belirt­mek gerekir. Mecdülislâm, anayasa ile sınırlanan idarenin şeriata dayalı hükü­met olduğunu savunarak Avrupalıtar’ın dinî hukukları olmaması sebebiyle kişile­rin yaptığı kanunlara dayalı İdareyi tercih ettiklerine, buna karşılık müslümanların meşrutiyet idaresinden anladıklarının şe­riata uygun ve istibdat karşıtı bir yönetim olduğuna dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’ndeki kullanımında ve İs­lâm dünyasındaki genel yorumlarda meş­rutiyet, şeriata uygun olması şartıyla ida­renin yetkilerini sınırlayan bir temel ka­nunî metin ve bu metin çerçevesinde te­sis edilecek temsilî kurumlan savunan bir siyasî rejim niteliğini taşıyordu. Nite­kim Kânün-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyan 23 Aralık 1876 tarihli fermanda “ferd-i vâ-hidin veya efrâd-ı kalîlenin tahakküm-i müstebiddânesi”nden doğabilecek sıkın­tıların önlenebilmesi için “kavânîn ve me-sâlih-i umûmiyyenin kaide-i meşrûa-i meşrûtiyyete merbutiyeti emr-i sâbitü’l-hayr olduğundan bir meclis-i umûmînin teşkili” gerekliliğine işaret edilmişti. II. Abdülhamid’in mecli­sin açılış nutkunda bu vurgu daha da kuv­vetlendirilerek “esâs-i idaremizin kâide-i meşrûa-i meşveret-i meşrûtiyyete rabtının elzem görüldüğü” belirtilmişti. Bu anlamda “meşruta” ve “meşrûa” (şeriat) birbirine zıt ya da birbirinin alternatifi kavramlar olarak görülmüyordu. Buna karşılık İran’daki uygulamada Muhbirüs-saltana gibi devlet adamları meşrutiye­tin bir İslâm ülkesinde uygulanamayaca­ğını ileri sürerek meşrûa kelimesinin kul­lanılmasında ısrar etmişler, ancak me­busların bu teklifi ve meşrutiyet dışında herhangi bir ifadeyi kullanmayı reddet­meleri üzerine geri adım atmak zorunda kalmışlardı. Tabâtabâî gibi meşrutiyet taraftarı ulemâ dahi meşrutiyet yerine “meclis-i meşrûa-i adâlethâne denetimin­deki idare” ifadesini tercih etmişlerdir. Sonuçta İran’da kullanılan “meşrûtiyyet-i meşrûa” tamlaması bu sorunu çözmüş, anayasa ve temsilî nitelikli meclise dayalı bir rejim şeriata uygunluk şartıyla İslâm ülkelerinde kabul görmüştür. Literatür­de Tunus, Osmanlı, İran ve diğer İslâm ül­kelerindeki meşrutiyet hareketlerinin bu ortak niteliği genellikle göz ardı edilmek­te ve bunları Avrupa anayasai monarşi sisteminin nakli olarak yorumlayan çalış­malar ağırlık kazanmaktadır.

  • Meşrutiyet Nedir -Osmanlı Meşrutiyet Hareketi-

TDV İslam Ansiklopedisi

Daha yeni Daha eski